İnsan hayatı boyunca birçok şeyi aradı. Sevgi,
mutluluk, arkadaş, para, şan veya şöhret bunlardan sadece birkaçıydı. Ancak
insan öyle bir şeyi aradı ki o istisnasız her insanın yaşama amacıydı. İnsan
mutluluğu arıyordu ve aradığı diğer her şey sadece ona ulaşabilmek içindi.
Kimisi mutlu olmak için aşkın yollarını arşınlarken, kimisi onu kağıt
parçalarının üzerindeki sayılarda arıyordu. Tek amaç mutlu olmaktı.
Her insan mutlu olmak için yaşardı. Attığı her adım
mutlu olmak içindi. Ancak kimse bunu kabul etmez hep başka nedenler öne
sürerdi. Hikayeler veya masallar mutluluğu arayan insanları anlatırdı. Mutluluk
bu kadar önemli olduğu zaman sistem de boş durmadı ve mutluluğu kopyalamaya
çabaladı. Eğer insanlar aradıkları mutluluğu sistemde bulurlarsa ondan asla
ayrılamazlardı. Hatta onlara mutluluk veren sistem için yaşardı.
Bu yüzden sistem mutluluğu tüketime endeksledi.
Alışveriş yaptıktan sonra verilen faturanın yanına bir tutam mutluluk
yerleştirdi. İnsanlara tüketirseniz eğer mutlu olursunuz dedi ve insanlar
alışveriş yapmaya başladı. Ancak ne kadar tüketirlerse tüketsinler mutluluk
ellerinden kayıp gidiyordu.
Bu yüzden durmaksızın satın almaya devam ettiler.
Aslında satın aldıkları mutluluğun gölgesi bile değil. Ucuz bir kopyası bile
değildi. Mutluluğa ulaşma yolları hikayelerde veya masallarda anlatılıyordu.
Ancak kimse onları dinlemedi. Mutluluğun yolu zordu, yorucuydu. Bu yüzden insan
kolay yolu seçip tüketti ta ki tüketecek bir şey kalmayana kadar.
Size herkesin aksine mutluluğu aramayan bir kızın
hikayesini anlatacağım. Lütfen onu çok iyi tanıyın.
…
Güneş batalı uzun zaman olmamıştı. Kız kalabalık bir
caddede hızlıca yürüyordu. Gideceği yere çok uzak değildi. Yine de birkaç
adımda bir saatine bakmaktan vazgeçmiyordu. Her saatine baktığında da daha hızlı
yürümeye başlıyordu. Geç kalmayı sevmemesine rağmen çoktan geç kalmıştı.
Topuklu ayakkabıları kaldırım taşlarına çarptıkça tok sesler çıkıyor ama bu
sesler kalabalığın gürültüsü arasında kayboluyordu.
Hızlı adımlarla yürürken arada bir duruyor ve vitrin
camlarındaki yansımasına bakıyordu. O akşam güzel gözükmek istiyordu. İşten
çıktıktan sonra kuaföre gitmiş ve uzun siyah saçlarını düzleştirmişti. Bu
şekilde daha ciddi ve çok daha güzel gözüküyordu. Üzerine siyah bir etek ve
yakası açık beyaz bir gömlek giymişti. Makyajını mavi tonlarından seçmişti daha
ciddi ve güçlü gözükmek için. Siyah gözlerinin belirgin olmasını istiyordu.
Yüzüne taktığı yalancı maskenin son parçası bakışlarıydı. Onları özenle
seçmişti. Etkileyici bakışları aynı zamanda baktığı kişiyi delip geçmek için
biçilmiş kaftandı.
Gideceği yere yaklaştırdığında maskesinin üzerine
büyük bir gülümseme yerleştirdi. Bu akşam herkes onun mutluluğuna tanıklık
etmeliydi. Onların alaycı bakışlarına karşılık güçlü durmalı ve onları
kahkahalarıyla susturmalıydı. Gerçekte ne hissettiğini kimsenin bilmesine gerek
yoktu. Üniversite arkadaşlarıyla buluşacağı restoranın kapısının yanına
geldiğinde durdu ve restoranın canımdaki yansımasına baktı. Artık her şeye
hazırdı ve restoranın cam kapısından içeriye girdi. Oyun başlayabilirdi.
İçeriye girdiğinde hızlı bir şekilde etrafına
bakarak arkadaşlarını aradı. Diğer bir taraftan ayaklarını yere sertçe vuruyor
ve güçlü görünmeye çalışıyordu. Arkadaşlarının biraz ileride oturduğunu
gördüğünde gülümsemesi katlandı ve hızlı adımlarla ilerledi. Onların yanına
vardığında “hoş geldin”den “sen gelmeyince bizde tam kalkıyorduk”a kadar çok
çeşitli cümleler duydu. Hepsine gerekli cevabı verdikten sonra boş bir
sandalyeye oturup “neler kaçırdım?” dedi.
O oturduktan kısa bir süre sonra konuşma kaldığı
yerden devam etti. Kız arkadaşlarından birisi birkaç ay sonra evlenecekti ve
hararetli bir şekilde evlilik hazırlıkları konuşuluyordu. Düğünün çeşidi, yemek
olup olmaması, nerede olacağı, evlendikten sonra nerede oturacağı ana gündem maddeleriydi.
Arkadaşlarının neredeyse tamamı evlendiği için herkesin söyleyecek bir sözü
vardı. O ise ezberinden konuşuyordu. Kır düğünün daha güzel olacağı, şehrin
işlek bir sokağının ismi, yut dışında bir tatil anlamsızca söylediği
düşüncelerden bazılarıydı. Oysa içinde çok farklı cümleler kuruyordu “şunlara
bak, tek amaçları gösteriş yapmak. Peki ya kime? Elbette ki bana. Hepsi mutsuz.
Bunu gözlerinden görebiliyorum. Gülümsemeleri gerçek değil. Hayatları gibi
onlar da sahte. Sonra kalkmışlar sahte
hayatlarını gösterip bana hava atmaya çalışıyorlar. Akılları sıra bu şekilde
beni yeneceklerini düşünüyorlar. Komikler doğrusu. Gülümse hadi, inadına daha
fazla gülümse.”
Arkadaşının evliliği üzerine tüm sözler bittikten
sonra sıra onun hakkında konuşmaya gelmişti. Konu ona geçince yüzlerindeki
mutluluğu gördüğünde arkadaşlarına biraz daha acıdı. İlk soru her zaman olduğu
gibi “hayatında hala kimse yok galiba. Var mı bize söylemediğin şeyler” oldu.
Cevabı hazırdı. Aslında birden fazla ezberlemişti bu soru için. İçlerinden en
sevdiğini seçti “biraz kafamı dinlemek istiyorum şu günlerde.” Bunun üzerine başka
bir arkadaşı hemen beklediği şekilde konuya dahil oldu “kaç yıldır kafanı
dinliyorsun yetmedi mi?” Bu soru içinde ezberinde bir cevap saklıyordu “işin
gerçeği şöyle yakışıklı, zengin, anlayışlı ve duygusal birini bulamadım”
sözünün üzerine kopan kahkahalar ne kadar doğru bir cevap verdiğini
gösteriyordu.
Bunun üzerine hemen karşısındaki arkadaşı “bu
zamanda bulduğunla yetineceksin” dedi onun elini tutarak. Göz kırpması ise
beklediği bir şeydi. Diğer arkadaşları ise tekrardan gülmeye başladı.
Saldırıları daha yeni başlamıştı. Bu esnada iç sesleri tekrardan konuşmaya
başlamıştı “şunlara bak. Sanki dünya onların etraflarında dönüyormuş gibi
davranıyorlar. Bir karar verip
evlenmişler ama deli gibi pişmanlar. Kendileriyle yaşamayı o kadar
başaramamışlar ki ilk fırsatta evlenmişler. Size ne benim yalnızlığımdan. Size
ne benim hayatımdan. Beni de kendiniz gibi mutsuz yapmaya çalışıyorsunuz çünkü
huzurumu deli gibi kıskanıyorsunuz. Aptallar!”
Verdiği cevaplardan sonra istediklerini elde
edemeyeceğini anlayan arkadaşları konuyu değiştirmeye karar verdi çünkü onlara
yeteri kadar eğlenme fırsatı sunmamıştı. “nasılsın?” diye sordu onunla aynı
sırada oturan erkeklerden biri “nasıl geçiyor hayat?” soruyu soranın onunla
ilgili en ufak bir şeyi bile merak etmediğini adı gibi biliyordu. Bu yüzden
samimiyetsiz geliyordu herkes.
Bir zamanlar insanlara nasıl olduğunu veya neler
hissettiğini söylerdi. Ancak o insanların hepsi bir şekilde onu yüzüstü
bırakmış veya kullanmıştı. Bu şekilde kendini insanlardan saklaması gerektiğini
anlamıştı. Ezbere konuşmasının sebebi de buydu aslında. Kendini herkesten
saklıyordu. Eğer bunu yapmazsa insanlar ona bıçaklarla, hançerlerle geliyordu.
Bu sebeple konuşurken oldukça neşeliydi “bildiğiniz gibi iş, güç. Akşamları
eğlenmeye çıkıyorum. Hafta sonları da küçük kaçamaklar, ufak tatiller
yapıyorum. Arada fazladan izin de alabiliyorum. Tatili uzatıyorum bu şekilde.
Birkaç ayda bir yurt dışına çıkıyorum, hem iş hem tatil. İyiyim teşekkürler.”
İşte bu cevap lafın oturacağı gediği tam olarak doldurmuştu. En azından hiçbir
detay vermeden bu soruyu geçiştirmişti. Bu konunun üzerine konuşamazlardı. Deli
gibi kıskanıyorlardı çünkü. Hepsi kendi cehennemlerine hapsolmuşken o geziyor
ve eğleniyordu. Yüzlerinin aldığı hali görmek ona çok keyif veriyordu.
“siz yamyamsınız. İnsan etiyle besleniyorsunuz.
Birisinin bir açık vermesini bekliyorsunuz. Sonra bir an bile beklemeden onun
üzerine çullanıyorsunuz. Hayatınızın hiçbir anlamı yok. Bombok olmuş hayatınızı
unutmanın tek yolu başkalarının cesedi yemekten geçiyor. Hadi o arkadaşınız
boşanmak üzere. Saldırın ona. Benden beslenmezsiniz” içindeki öfke giderek
büyüyordu. O öfkeyi gülümseyerek bastırmaya çalışmak ise gerçekten zordu.
Konu ondan geçtikten sonra boşanmak üzere olan
arkadaşlarına geldi sıra. Onun üzerine atladılar. Ne kadar zayıf noktası varsa
hepsine saldırdılar. O ise ne arkadaşını
korumaya çabaladı ne de diğerleri gibi hançerine sarıldı. Bu esnada saat
ilerliyor, arkadaşları teker teker ayrılıyordu. İlk giden olmak istememişti.
İlk gidenin arkasından konuşulurdu. Bu yüzden birkaçının ayrılmasını bekledi.
Orada daha fazla kalmak onun için eziyetti ama bekleyebilirdi. Gülmeye devam
ettiği sürece hiç sorun yoktu.
Biraz daha bekledikten sonra ayrılma vakti gelmişti.
Herkesle tokalaşıp daha sonra görüşmek üzere anlaştı. Onların hiçbirini bir
daha görmek istemiyordu. Saat oldukça geç olmuştu ve bir taksiye bindi. Aklında
sürekli arkadaşlarının ona yapmaya çabaladıkları ve söylemedikleri vardı. Eve
gidene kadar zihni hiç boş kalmadı. Evine gittiğinde koyu bir kahve yaptı ve
düşüncelerinin fırtınasında kayboldu.
Kahvesini alıp oturma odasındaki koltuğa oturduğunda
düşünceler zihnini kaplamıştı. İçindeki seslerden birisi onlarla bir daha
görüşmemesini söylerken bir diğeri onlarla yüzleşmesi gerektiğini tekrarlıyordu.
Aslında onların veya bir başkasının hiç anlamı yoktu. Sadece kendini kanıtlamak
zorunda hissediyor ve bunun için oynuyordu. Hep ezbere konuşmasının asıl nedeni
de buydu. Tekrardan eskisi gibi dalga geçilen olmak istemiyordu.
Zihninde yaptığı her yolculuk gibi kendini geçmişin
kaldırımlarında yürürken bulmuştu. Belki diğer geceler gibi uyuyamayacak, sabah
olduğunda daha fazla makyaj yapacaktı. Geceler değişirken onun yolculukları hep
aynı kalırdı. Her yolculuk hep aynı adamla ve aynı yüzükle son bulurdu.
Yıllar önce daha üniversitedeyken bir adam sevmişti.
Sevmek belki hafif kalırdı hissettiklerinin yanında. Ömrünün sonuna kadar hep
onunla birlikte olmak istiyordu. Hatta aynı mezara gömülmek bile istediği
olurdu. Üniversite bittikten sonra her şey hayallerindeki gibi olmaya
başlamıştı. Önce söz yüzükleri takılmış ardından güzel bir nişan yapılmıştı. O
adamın onu aldattığını öğrendiğinde ise düğünlerine sadece birkaç hafta
kalmıştı. İşte o an yıkılmıştı dünyası. Her şey parçalanmaya başlamıştı.
İnandığı, güvendiği, uğruna yaşamak istediği her şey yanıp kül olmuştu. İşte o
andan sonra kendisi olmayı bırakmıştı. Ezbere konuşması “iyiyim, bir şeyim yok”
kelimeleri ile başlamıştı.
Güneşin doğmasına fazla bir vakit kalmadığı
zamanlardan birinde uyuyakalmıştı. Rüya görmezdi o. Simsiyah bir yerde durur ve
uyanmayı beklerdi. Uyanması o sabahta olduğu gibi çalan alarmla olurdu.
Uyandıktan sonra yüzünü yıkayıp makyajını yaptı. Bugün güçlü görünmeliydi.
Kimsenin onun neler hissettiğini bilmemesi gerekiyordu. En güzel elbiselerinden
birini giyip işe gitmek için evden çıktı.
İşe gittiği zaman sıkıcı bir gün ile karşı karşıya
olduğunu anladı. Biraz masa başı iş vardı o kadar. Bu yüzden günün geri
kalanında bolca sohbet, muhabbet ve dedikodu olacaktı. Bunların hepsine hazırlıklıydı.
Onlarla birlikte yıllar geçirmişti. Bir süre sonra onun üzerine oynayıp onu
yıkmaya çalışacaklardı. O yıkıldıktan sonra yerde yatan bedeninin üzerine çıkıp
zafer bayraklarını sallayacaklardı. Bu yüzden her ne olursa olsun gülümsemekten
asala vazgeçmemeliydi.
Öğle arası verildiğinde kısık sesle devam eden
sohbet yüksek sesle yapılmaya başladı. Tahmin ettiği gibi konuşulan konu oydu.
Genellikle kızlar ve erkekler ayrı dedikodu yapar konuşacak konuları
tükendiğinde bir araya gelirdi. O günde ayrı oturmuşlardı. Bundan güç alan
kızlardan birisi ki ondan hiç haz etmezdi ona doğru dönüp “bugün de bayağı geç
kaldın hadi söyle dün gece hangi yakışıklı vardı yatağında” dedi. O cümlesini
bitirdiğinde diğer kızlar gülmeye başladı. Amaç onu utandırıp savunmasını
kırmaktı. Bu nasıl bir cüretti, nasıl bir cesaretti. Ezbere bildiği cümleler
arasında duruma uygunu yoktu. Doğaçlama konuşması gerekiyordu ve bundan hiç
hoşlanmazdı. Ezberinin dışına çıkınca kendini gösterirdi ve bunu hiç
istemiyordu.
“Valla o dediğin her akşam olmuyor. İnsanın biraz
dinlenmesi gerek. Dün akşam evdeydim. Güzelce dinlendim” sorunun cevabını
vermişti. Hatta mimikleri ve ses tonu diğer kızların kahkaha atmasını
sağlamıştı. Geriye o densiz arkadaşının haddini bildirmek kalmıştı “sen ne yaptın
dün gece? Kiminleydin? Yoksa evde yalnız mı uyudun her zaman olduğu gibi? Yoksa
yine yalnız mı uyudun her zaman olduğu gibi?” birlikte olduğu erkek tarafından
terk edilen birisine söylenecek en güzel cümlelerdi. Onun yaraları tutmuş,
koparmış ve kanının akmasını seyretmişti. Aslında biraz daha sert konuşabilirdi
ama gerek yoktu. O kız bir süre daha sataşmazdı.
O sert çıktığı zaman herkes susardı. Keskin
cümlelerini birçoğuna saplamıştı daha önce. İnsanların açıklarını o kadar iyi
bilirdi ki gerektiği zaman bundan faydalanmaktan hiç çekinmezdi. Hele
karşısındaki onu yere düşürüp eğlenmek istiyorsa ona hiç acımazdı. Aslında acı
çekmelerinin de hiçbir önemi yoktu. O sefil hayatlarında yeteri kadar acı
çekiyorlardı. Kimseye kendi üzerinden eğlenme şansı tanımayacaktı.
Onun cümlelerinin ardından esen soğuk rüzgarlarla
birlikte konu hemen değişmişti. Hatta ne öğle arasında ne de gün boyunca kimse
ona sataşmaya cesaret edememişti. Bu yüzden oldukça keyifliydi. Aslında
söyleyebileceği daha doğru cümleleri kurgulayıp onları ezberine kaydediyordu.
Zaten insan bu şekilde öğrenirdi hayatı ve asla unutmazdı.
Haftanın son iş günü de bu şekilde sona ermişti. Eve
gitmeden önce biraz dolaşmak, alışveriş yapmak ve kafasını dağıtmak istemişti.
Bu yüzden şehrin en işlek caddelerinden birine gitti. Dükkânlara bakıp yürürken
hiçbir şeyi umursamaması gerektiğini tekrarlıyordu. Birkaç bileklik ve küpe
aldı kendine. Alışveriş yapmaya ihtiyacı yoktu. Sadece eğlenmek istiyordu.
Hemen hemen her mağazaya girdi. Birkaç biblo aldı
oyuncak ailesini genişletmek için. Daha sonra dolaşmaya devam etti. Baştan
çıkarıcı olduğunu düşündüğü bir parfüm aldı. Yürümeye devam ederken binalardan
birinin üst katında bir levha gördü “tarot falı.” Uzun zaman önce gelmişti
oraya ve oldukça eğlenmişti. Tekrar gitmesinin hiçbir zararı olmazdı. Hatta
belki falcı hayatıyla alakalı çok önemli şeyler söylerdi.
Binaya girdikten sonra merdivenlerden yukarıya doğru
çıkmaya başladı. Karanlık, eski bir binaydı. Havayı koklayarak binanın ne kadar
eski olduğunu tahmin edebiliyordu. O bina tarih kokuyordu. Merdivenlerden
çıkarken nefes nefese kalınca spor yapması gerektiğini düşündü. Falcıya
girdiğinde onu genç bir adam karşıladı ve dükkanın arka taraflarına götürdü.
Havada mistik bir tütsü kokusu vardı. Her yer loş bir ışıkla aydınlatılıyor ve
bu gizemli havaya güç katıyordu.
Adamı takip ederek ilerledikten sonra kırmızı
mumlarla donatılmış bir masanın arkasında oturan bir kadının yanına geldi.
Kadının kuzgun karası saçları ve simsiyah gözleri vardı. Beyaz teni siyah
elbiselerinin ve koyu makyajının ardında parıldıyordu. Ellili yaşlarının
ortalarında olmalıydı. Yüzündeki kırışıklıklar oldukça derinleşmişti. Bir
zamanlar oldukça güzel bir kadın olmalıydı. Bir süre boyunca bakıştıktan sonra
kadın boş sandalyeyi işaret edip “hoş geldin” dedi.
Kız oturduktan sonra falcı masanın üzerinde duran
bir deste kartı kıza uzatıp “karıştır” dedi. Kız kartları bir süre boyunca
karıştırdıktan sonra onları falcıya verdi. Daha sonra falcı kartları sırası ile
açmaya ve aynı anda konuşmaya başladı. “Yapayalnızsın sen, kimsen yok.
Geçmişinde bir adam var. Terk edip gitmiş seni. Onun yüzünden yalnızsın.
Başkalarının da seni terk edeceğine inanıyorsun. Bu yüzden kalbinin kapılarına
kilit vurmuşsun. Ancak olanlarda senin hatan yok. Hiç olmadı. Kimseye
güvenemiyorsun. Şimdi saklanıyorsun. Sanki dünyada bir kuklan var ve o senin
yerine hareket diyor. Yaşamayı bırakmışsın sen ama bunu kendine itiraf
edemiyorsun.” Falcı konuşmaya devam ettikçe kızın gözleri açılıyor ve büyük bir
şaşkınlık yüzüne hâkim oluyordu.
“Uzaklara bakıyorsun ve o baktığın uzaklarda iki yol
var. Birinde her şey aynı kalacak ama diğerinde hayatın tamamen değişecek. Çok uzak
değil sana bir seçim şansı sunulacak ve bir kapı açılacak. O kapıdan geçersen
eğer...” falcı bir an duraksadı ve kesik bir çığlık attı. Bir anda yüzü
bembeyaz oldu. O kadar hızlı ve derin nefes alıyordu ki konuşmaya başladığında
kelimeler kesik çıkıyordu “git buradan. Senden para istemiyorum. Çok kötü
şeyler gördüm. Her hangi bir cümlenin açıklayamadığı kadar büyük bir tehlikenin
eşiğindesin. Şimdi git ve çok dikkatli ol.”
Falcı onu nazikçe kovduktan sonra kız şaşırmış
biçimde ayağa kalktı. Ne yapacağını bilemiyordu. Masanın üstüne baktığında
üzerinde “ölüm” yazan iki kart gördü. Tarotta her karttan bir tane olurken
neden iki tane “ölüm” vardı. Falcıdan çıkarken bunları düşünüyordu.
Merdivenlerden aşağıya doğru inip dış kapının yanına geldiğinde hemen sağında
başka bir kapı gördü. Binaya girdiğinde o kapıyı görmemişti. Kapıya bakıyor ve
üzerinde büyük renkli panoyu okuyordu “Aradığın Tüm Cevaplar Bir Adım
Uzağında.”
“Aradığın cevaplar” o kadar fazla cevap arıyordu ki
hiç onlara ulaşabileceğini düşünmemişti. Cevapsız kalan her soruda eksilmişti
o. Savrulmuştu acımasızca esen rüzgârlarda. Tüm cevaplarına ulaşabilmenin bir
yolu yoktu ama yine de denemeye değerdi hem hala eğlenmek istiyordu. Sağ elinin
işaret parmağı ile zile bastı.
Çok fazla beklemedi kız. Birkaç saniye sonra ahşap
kapı yavaşça açılmaya başladı. Kapı açıldıkça kapının arkasındaki zifiri siyah
tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Kapının açıklığından içeriye hücum eden ışık
yerdeki kaldırım taşlarını gözler önüne seriyordu. Kaldırım taşlarına basıp
birkaç adım attıktan sonra kapı arkasından kapandı. Zifiri siyahın içindeydi
artık.
Karanlıkta ağır adımlarla ilerlemeye başladı.
Karşısına ne çıkacağını bilmediği için sol eliyle duvara tutunarak ilerledi.
Elleri ahşap başka bir kapıya değene kadar ilerledi. Kapının yüzeyine dokunduğu
zaman elleriyle yoklayarak kulpu buldu ve açtı. Kapının arka tarafı da
simsiyahtı ve içeriye doğru büyük bir adım attı.
Karanlık sadece bir an kadar sürdü. Sanki her şey
zifiri bir siyah iken bir anda aydınlanmıştı. Kendini yemyeşil bir çimenlikte
bulmuştu. Gözünün gördüğü her yerde yıkılmış harabeler vardı. Bir zamanlar
beyaz taşlardan yapılmış binalar paramparçaydı. Ancak o ne binalarla ilgilendi
ne de çimenlikle.
Tek ilgilendiği şey orada ne aradığıydı. Galiba
artık resmi olarak keçileri kaçırmıştı. Sadece bunu düşünmek bile kahkahalar
atarak gülmesine sebep oldu. Bir sinir krizinin tam orta yerinden hayata
bakıyordu.
Bir süre boyunca sadece toprak zemini yumruklayarak
güldü. İçindeki seslerden bazıları bildiği tüm küfürler peşi sıra dizerken
bazıları ise neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Parmaklarının kanadığını fark
eden kız dizlerinin üzerine oturdu. Artık gülmüyordu. Etrafındaki yıkılmış
enkaza baktı. Herhalde birkaç bin yıllık olmalıydı. Sahi oraya nasıl gitmişti.
Falcıya gitmişti. Falcı ona seçim gibi bir şeyler
söylemişti. Sonra en alt kattaki kapıdan geçmişti ve oraya gelmişti. Demek ki
ona içeride bir şey koklatmışlardı ve sanrı görüyordu. Uzun bir süre boyunca düşündükten
sonra yapabileceği en mantıklı açıklama bu şekildeydi. Ancak nedense mantıklı
açıklamasına inanamıyordu. Tam daha mantıklı bir açıklama düşünürken pembe bir
tavşan gördü. Bir süre boyunca bakıştılar ve tavşan hareket ettiğinde onu takip
etmeye başladı.
Enkazın arasından devam etti tavşan. O neşe içinde
zıplayarak ilerlerlerken pembe bir tavşan olup olmayacağını düşünüyordu.
Yıkılmış binaların arasında ilerlerken onlara ne olduğu sorusuna takılıp kaldı.
Düşünmeden geçen bir anı bile yoktu. Öyle ki tavşan büyükçe bir binanın önünde
durduğunda fark etmedi.
Pembe tavşanın önünde olmadığını fark ettiğinde
etrafına bakıp onu araştırmaya başladı. Onu yarısı yıkılmış devasa binanın
girişinde görene kadar garip bir endişe içinde kaldı. Neden onun için endişe
ediyordu? Sorması geren asıl soru ona neler olduğuydu ancak buna bir türlü
fırsat bulamıyordu.
Tavşanın yanına gittiği zaman binanın sağlam kalan
parçalarındaki işçiliğe hayran kaldı. Belki üniversitede tarih derslerine biraz
daha önem gösterseydi binanın ne amaçla kullandığını anlayabilirdi. Büyük ve
çok önemli bir kamu binası olmalıydı. İnsanı içine çağıran bir yapısı vardı.
Aynı zamanda oldukça gizemliydi de. Kapısının olmaması ise içeriye isteyenin
girebildiğini gösteriyordu. Bunları düşünürken tavşan ile göz göze geldi. Bir
süre boyunca bakıştıktan sonra pembe tavşan zıplayarak içeriye girmeye başladı.
Sahi pembe bir tavşan gerçek olabilir miydi? Sanki kalan her şeyi kabul etmiş
gibi sürekli sorduğu soruydu bu.
Pembe tavşan içeriye girip uzaklaştıktan sonra hızlı
adımlarla onu takip etmeye başladı ama tavşan neden pembeydi? Yan duvarların
bir kısmı yıkılmış olduğu için içerisi oldukça aydınlıktı. Herhalde şiddetli
bir deprem onu bu hale getirmiş olmalıydı. Bir diğer taraftan yıkılmış duvar
parçalarında yürümek oldukça yorucuydu. Yeri geldiği zaman tırmanıyor, yeri
geldiğinde ise eğilmek zorunda kalıyordu. Ancak bu şekilde tüm engellemelere
karşın ilerlemeyi sürdürebiliyordu. Neden o binada olduğunu bilmediği gibi
neden ilerlediğini de bilmiyordu. Hele neden “hadi küçük pembe tavşancık nereye
saklandıysan çık, sana zarar vermeyeceğim” dediğine dair en ufak bir fikri bile
yoktu.
Taş binanın içinde ilerledikçe içeriye giren ışık
azalmaya başlıyordu. Artık etrafını görmesi, adım atması veya tırmanması oldukça
zordu. Bu yüzden gözlerini kısıp daha yavaş hareket ediyordu. Yanlış bir
hareket yapsa düşebilirdi ve bunu hiç istemiyordu. Biraz daha ilerleyip
zemindeki büyük çatlakları gördüğünde kollarını iki yana açıp “yok artık
tavşan” diye bağırdı histerik kahkahalarının arasında.
Tam bu esnada tavşanı ileride ona bakarken gördü.
Tavşan bir parça gülümseyip sırtını dönüp ilerlemeye başladı. Birkaç tane
üzerlerinden atlayabileceği çatlak vardı. Ancak daha ileride zeminin neredeyse
tamamı yıkılmıştı. İşte oradan geçmek zor olacaktı. Bunların hepsi bir hayal,
gerçek değil dedi kendine. Önce çatlakların üzerinden zıpladı. Ardından sırtını
duvara yaslayıp yavaş bir şekilde yıkık zeminin yan tarafına basarak ilerledi.
Bazı yerlerde ayaklarını basacak bir parça bulamıyordu. Aşağıya düşerse ne
kadar yüksekte olduğunu da bilmiyordu. Derin nefes almaya bile cesaret edemez
bir şekilde ilerledi. Yıkık bölümü geçtiğinde derin bir nefes alıp dizlerinin
üzerine çöktü. Bedenindeki adrenalin seviyesi inanılmaz seviyedeydi.
Engelleri aştıktan sonra yoldaki tüm sorunlar yok
olmuştu sanki. Büyükçe bir koridorda ilerliyordu, pembe bir tavşanı takip
ediyordu. Koridorun tamamı aynı loş ışıkla aydınlanıyordu. Topuklu
ayakkabılarının taş zemine çarptığında çıkan ses bir süre boyunca taş duvarlarda
yankılanıyordu.
Bir süre daha devam ettikten sonra oldukça büyük bir
odaya ulaştı. Duvarlar boyunca bilmediği bir lisanda yazılar vardı. Ne başka
bir kapı ne de başka bir koridor görüyordu. Sadece karşısında siyah bir kapı
vardı. Kapının bir kolu veya anahtar deliği yoktu. Bu yüzden kapı hiçbir
şekilde açılmıyordu. Ne kadar denerse denesin kapıyı açmanın bir yolunu
bulamadı. En son olarak derin bir nefes verip oh çekti ve avuç içlerini kapıya
yasladı.
O anda herhalde yaşadıklarının ismi mucizeydi. Kapı
hızlı bir şekilde açıldı. O şaşkın bir şekilde kapının diğer tarafına bakarken
gördükleri onu hayrete düşürüyordu. İnanılmaz büyüklükteki bir kütüphanedeydi.
Devasa raflar ve kitaplar göz alabildiğince uzanıyordu. İçeriye doğru birkaç
adım attıktan sonra kapı arkasından kapandı. Ancak bunu önemsemedi. Biraz
önünde beyaz mermerden bir lahit vardı ve ona doğru yürümeye başladı.
Lahitin yanına geldiğinde onun yüzeyindeki
kusursuzluğa hayran kaldı. Yüzeyinde hiçbir pürüz yoktu. O kendini kaybetmiş
bir şekilde etrafına bakarken hemen arkasından bir ses duydu “hoş geldiniz
efendim.”
Kız sesin geldiği tarafa dönüp baktığında bembeyaz
bir iskeletin karşısında durup onunla konuştuğunu gördü. Galiba bayılmanın tam
zamanıydı.
Bedenindeki her hücre korkudan titrerken parçalanmış
kahverengi bir cübbe giyen iskelet konuşmaya devam etti “gelmenizi uzun
zamandır bekliyorduk efendimiz. Burası zamanın büyük kütüphanesidir. Gelmiş ve
gelecek tüm bilgiler burada saklanır. Öğrenmek istemiştiniz efendim. Aradığınız
tüm soruların cevapları burada. Artık burası sizin.” İskelet konuşmayı
bitirdikten sonra sol kolunun altında taşıdığı kitabı kıza uzattı. Tereddüt
içinde kalan kız kitabı almadan önce bir süre bekledi. Kitabı aldıktan sonra
hayretler içinde iskeletin bir duman gibi kaybolmasını seyretti. Ölmek için
güzel bir vakitti.
Ne yapacağını bilemeyen kız kitabı lahitin üzerinde
koyup açtı. Kitabın ilk sayfasında tek bir cümle yazıyordu “aşkı bilmeden
hiçbir şey öğrenemezsin.”
..yıldızlarda kayar durmaz yerinde misali; dünya mutlulukları geçici.. hep aranır dururuz..