Yeni dünya, küçük yaralar
Yeni dünya, Lucian'ın doğuşu
Karanlık bir yolda yalnız başına yürüyordu Lucian. Uzun bir zamandan beri kimseyi görmemişti etrafında. Aslında neden yürüdüğünü bilmiyordu. Nereye doğru gittiğini de bilmiyordu ama önemsemedi bunları. Etrafında hiçbir şey yoktu belki de sonsuz bir boşluktaydı. Nereye gittiğini önemsemediği, rotasını bilmediği bir zamanda yürümeyi bırakmak istedi. Dursa mesela, hiçbir yere gitmese, hayatı bir kenara bıraksa ve öylece dursa. Sanki her şey onunla birlikte duracakmış gibi beklese. Asla gelmeyecek bir yarını beklediği gibi beklese ama. Hiç sahip olmadığı mutluluğu beklediği gibi beklese sanki ona ulaşmak mümkünmüş gibi sanki elini uzatsa ona dokunacakmış gibi beklese.
Yeni dünya, Lucian'ın doğuşu
Karanlık bir yolda yalnız başına yürüyordu Lucian. Uzun bir zamandan beri kimseyi görmemişti etrafında. Aslında neden yürüdüğünü bilmiyordu. Nereye doğru gittiğini de bilmiyordu ama önemsemedi bunları. Etrafında hiçbir şey yoktu belki de sonsuz bir boşluktaydı. Nereye gittiğini önemsemediği, rotasını bilmediği bir zamanda yürümeyi bırakmak istedi. Dursa mesela, hiçbir yere gitmese, hayatı bir kenara bıraksa ve öylece dursa. Sanki her şey onunla birlikte duracakmış gibi beklese. Asla gelmeyecek bir yarını beklediği gibi beklese ama. Hiç sahip olmadığı mutluluğu beklediği gibi beklese sanki ona ulaşmak mümkünmüş gibi sanki elini uzatsa ona dokunacakmış gibi beklese.
Ancak onun bekleyecek hiçbir
şeyi yoktu. Dursa mesela, hayat da onunla beraber dursa. Akmasa, zamanı
durdurabilse mesela. Herkesi durdurabilse, her şeyi durdurabilse. O yaşamayı
istemediği için her şey bıraksa yaşamayı veya vazgeçseler ondan. Hayat bıraksa onun
yakasını ve sonunda başarabilse ölmeyi. Nefes alıp vermek yaşamak değildi
aslında. Belki de yaşamak gülümsemekti, mutlu olmaktı belki. Sevmekti,
sevilmekti aslında. Onu kimse sevmiyordu ve sevdiği tek varlık elinden
alınmıştı. Yaşamanın ne anlamı kalmıştı ki, dursa o, bir daha hiç hareket
etmese. Ölümdü belki de isteklerinin sözlüklerdeki karşılığı.
Bir sure daha oturduktan sonar tekrar
ayağa kalkmaya karar verdi. Bunu neden yaptığını bilmiyordu aslında. Belki hala
içinde bir parça umut kalmıştı belki içinde içinde büyüttüğü nefret onu kontrol
etmeye başlamıştı. Belki de sadece bedeni artık küçük bir intikam ateşiyle
yanıyordu. Belki de damarlarında artık nefret akıyordu.
Karanlığın içinde biraz daha
yürüdükten sonra kendini yıkılmış bir evin içinde buldu. Orayı çok iyi
biliyordu. Kaçmıştı bir gün herkesten ve o unutulmuş taş eve saklanmıştı.
Gitmek istiyordu aslında, herkesi bırakıp çok uzaklara gitmek istiyordu. Ancak
kaçamıyordu o, gidemiyordu uzaklara. Öyle bir hayatı vardı ki onun gölgesinden
daha yakın duruyordu ona. Kaçtıysa bulunurdu o. Bulunduğu zaman cezalandırılırdı.
Kemikleri kırılabilirdi mesela onun veya günlerce aç bırakılabilirdi. Hatta
eski bir ambara kilitlenip orada kurumuş buğdayları yemek zorunda da
kalabilirdi. O hep cezalandırılırdı ama sebebini bile bilmeden. Niye diye
sormak onun hakkı değildi. Yaşıyordu ve onun ölmesi gerekiyordu.
Duvardaki taşlardan birisinin
yerinden oynadığını fark ettiğinde onu hareket ettirmek istedi ancak o kara
taşa dokunduğu zaman ev yıkılmaya başladı. Önce o hiçliğe gitti anlam veremeyen
bir şekilde etrafına baktı. Daha sonra bir daha geçti ve kendini tekrardan
şövalyenin yanında uzanırken buldu.
Yattığı yerden doğrulmak istedi
ama yapamadı. Bedenini bir acı dalgası kapladı ve şiddetli bir şekilde inledi.
Onun sesini duyan şövalye yanına geldi hızlı bir şekilde ve acele etmemesini
söyledi. Elini göğsünün üzerine koydu ve “endişe etme yanında ben varım” dedi.
Bu duyan çocuk hareket etmeyi bırakarak tekrardan uzandı. Her şey o kadar hızlı
olmuştu ki nerede olduğu ne yaptığını bilmiyordu. Onu neden öldürmediklerine
dair hiçbir fikri yoktu. Bir ormanın içindeydi ve şövalye hemen yanındaydı. Beyaz
zırhını çıkarmamıştı hiç. Kılıcı belinde asılı durmaya devam ediyordu.
Ağaçlara baktığı zaman ormanın
oldukça içlerinde olduklarını fark etti. Ağaçlar neredeyse gökyüzüne kadar
uzanıyordu, ağaçlara bakarak her birinin yüzlerce yıl yaşadığını tahmin
edebilirdi. Toprağın üzerinde küçük çiçekler vardı ve yer yer çimle
kaplanmıştı. Çiçeklerin ormanın içinde sıklıkla bulunduğunu biliyordu. Bu
bilgilerden yola çıkarak köyden oldukça uzakta olduğunu tahmin etmişti.
Bu esnada şövalye kamp için
yaktığı küçük ateşin yanında bir şeyler pişiriyordu. Lucian’ı sakinleştirdikten
sonra tekrardan ateşe dönmüştü. İki tane tavşanın derisini yüzmüştü daha sonra
onları ateşin üzerine koyup pişirmeye başlamıştı. Lucian uyandığında burnuna
tavşanın lezzetli kokusu geldi ve o an ne kadar acıkmış olduğunu fark etti.
Yerden destek alarak oturur vaziyete geçti ve şövalyeye doğru eğildi. Daha
sonra onun omuzunu tutarak ondan güç aldı. İsminin ne olduğunu söylemişti acaba,
hatırlayamaması ne kadar kötüydü.
Şövalyenin omuzunu tuttuğu zaman
başını çevirip ona doğru baktı ve “daha iyi olduğu görüyorum. Güzel bir haber
bu” dedi gülümser bir şekilde. Bu açıdan baktığı zaman onu daha detaylı
inceleyebiliyordu. Yüzünde çizikler oluşmaya başlamıştı demek ki orta yaşlara
yakındı. Siyah saçları omuzlarına kadar uzanıyordu. Siyah gözleri biraz
derindeydi sanki. Sürekli düşünüyormuş gibi bir havası vardı. Bakışları sert ve
keskindi. Yüzünde ve boynunda savaş yaraları vardı. Ancak bunlardan rahatsız
olmuyor hatta onları gururla taşıyor gibiydi. Bıyıkları çenesine kadar iniyor
ve çenesinden aşağıya doğru biraz daha devam ediyordu.
Şövalyeyi bir an boyunca
inceledikten sonra karnından gelen gurultular ile tekrardan tavşanın pişmesini
izlemeye başladı. Tavşanın pişmesi fazla uzun sürmedi. İlk tavşanı alıp Lucian’ın
önüne koydu ve yanına bir parça peksimet bıraktı. Lucian gözü dönmüşçesine
tavşana saldırdığı sırada şövalye ona bakıp kısa bir kahkaha attı. Bu anda
Lucian ona doğru bakıp utangaç bir şekilde boynunu eğdi ancak şövalye başını
iki yana sallayarak önemsiz olduğunu belirtti. Sanki yıllardır hiç et yememişti
o. Aslında böyle olmuştu ailesi onu ambara kapattığı için et oldukça lüks bir
yemekti ona göre.
Yemeği bitirdikten sonra Lucian
elini karnınızın üzerine koydu duyduğunu belirtmek için. Daha sonra gülümser
bir şekilde şövalyeye dönüp teşekkür etti. Bir süre boyunca bakıştılar. Daha
sonra şövalye Lucian’a dönüp “sana neden saldırdılar?” diye sordu.
Lucian bir süre boyunca sustu,
hiçbir şey söylemedi. Yüzü hayalet görmüş gibi beyazladı bir anda. Daha sonra
şövalyeye baktı ve ona borçlu olduğunu düşündü. Daha sonra konuşmaya başladı “çünkü
benden nefret ediyorlar.”
Şövalye için bu cümle çok açıklayıcı
değildi ve ondan neden nefret ettiklerini sordu. Lucian konuşmaya çok istekli
değildi aslında. Konuşmaya başladığı zaman şövalye şaşırmıştı “Çünkü benden
korkuyorlar. Yıllarca işkence yaptılar bana. Daha küçük bir çocuktum ambara
kapattılar beni. Geceleri fareler ısırdı beni, aç bıraktılar. O kadar nefret
ediyorlardı ki benden yapabilseler öldürebilirlerdi. Sebebini bilmiyorum ama
öldürmediler. Kimsem yoktu benim.” Son cümlesini söylerken yüzüne bir acı
ifadesi yerleşti. Konuşmak için yutkundu sonra gözlerinin etrafında biriken
yaşları sildi.
Şövalye onu dinlerken
gördüklerini aklından geçiriyordu. Özellikle bütün köyü kaplayan o yangını
unutması pek mümkün değildi. Sonra köylüler saldırdıklarında onlara çarpan
kayalar vardı. Bunların hepsinin bir açıklaması olmalıydı ve “o yangını sen mi
çıkarttın?” diye sordu. Lucian gururlu bir şekilde cevap verdi sözleri kısa ve
keskindi “evet.” “Onları nefretlerinde yakmak istedim.”
- Ancak seni öldüreceklerini
biliyordun
- Ölümden korkmuyorum ki ben, o
şekilde yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim
- Kimsen yok muydu peki senin?
- Yoktu, arkadaşlarım vardı
sadece benim. Onları da kimse bilmez, kimse göremez.
- Kimse göremez derken?
- Onları kimse görmedi hiç.
Sadece ben gördüm, sadece ben bildim.
Çocuk cevapları seri bir
şekilde verdikten sonra bir süre boyunca durdu şövalye. Ezbere konuşuyordu
sanki. Bu şekilde gerçekleri öğrenebilme ihtimali yoktu. Özellikle çocuk her
soruyu hızlı ve kısa cümlelerle cevaplayınca ondan bir şeyler öğrenme ihtimali
yoktu. Onunla yaptığı kısa konuşma aklına başka sorular getirmişti. Ancak o
sorular biraz daha bekleyebilirdi özellikle çocuk hala kendini
toparlayamamışken onun üstüne gitmenin anlamı yoktu.
“İstersen biraz daha uyu sen”
dediğinde çocuğun yatmasına yardımcı oldu. Bandajlarını kontrol etti kanama var
mı diye ama kanama olmadığını gördüğünde mutlu bir şekilde onun yatmasına için
yalnız bıraktı. Ateşle oynamaya devam ederken akşam vakti yaklaşıyordu.
Zihninde soruları dolaşırken yanında kıvrılıp uyuyan çocuğa baktı. O yangını o
çıkartmış olamazdı, yüzündeki masumiyete baktığı zaman onun karıncayı bile
incitemeyeceğini düşünürdü. Ancak konuştuğu vakit cümlelerindeki soğukkanlılık
ve gözlerindeki o nefret ona bakışını değiştiriyordu. Peki o kadar büyük bir
yangını nasıl çıkartabilmişti ve orada olanların bir açıklaması var mıydı?
Bir süre sonra şövalye sırtını
ağaca yasladı ve gözlerini kapattı. Zihninde sorular dolaşırken aklını onlardan
uzaklaştırmaya çalışıyordu. Gece uzundu ve orman tehlikelerle doluydu. Tetikte
olmalıydı.
Resim: Aquasixio