Sabahın erken saatleriydi.
Güneş gökyüzünde yükselmeye başlamış havadaki serinlik bir parça olsun
azalmıştı. Güneş ışınlarının zemine ulaşması ile birlikte doğa yeniden
canlanmıştı. Kuşlar şarkı söylemeye başladığında hayvanlarda dolaşıyordu
özgürce. Kanatları siyah bir çizgiyle çevrili mavi bir kelebek zarif bir
şekilde uçuyordu. Siyah çizginin hemen içinde beyaz bir çizgi daha vardı ve
kanatlarının iç kısımlarında aynı beyaz tonda çeşitli şekiller vardı.
Kanatlarının mavisi güneş batmaya yaklaşırken gökyüzünün aldığı renkteydi.
Kelebek çiçeklerin arasında
gezinirken şiirsel bir görüntü sergiliyordu. Hareketlerinde naiflik vardı sanki
bir çeşit aracıydı. Dokunduğu hiçbir çiçeğe zarar vermiyordu. Hatta çoğunlukla
çiçekler hareket bile etmiyordu. Kelebeğin gidişini seyrederken onun amacını
merak etti adam. Gerçekten onun bir amacı var mıydı hayatta yoksa doğası gereği
mi yaşıyordu? Genlerinin ona söylediğini yapıyor ve sadece bedeninin emirlerine
mi uyuyordu? Kelebeğin uçuşunda bir özgürlüğün olduğunu düşünmek ona bir parça
da olsun rahatlık veriyordu. Hayatta özgür olunabilir dedirtiyordu ona ama
bunun zıddını düşünmek onu üzüyordu.
Bu iki düşünce arasında
dolaşırken kelebek uzaklara gitti ve o oturdu çime biraz daha gömüldü. Sırtını
büyükçe bir ağaca yaslayıp dizlerini karnına doğru çekti. Sol elini toprağın
üzerine sağ elini ise karnının üzerine koydu. Çimlerin tenine dokunması farklı
bir duygu uyandırmıştı onda. Hele bu esnada parmaklarının ucunda toprağı
hissetmek o duyguya farklı boyutlar katıyordu. Aslında düşünceleri ona ağır
geliyordu. Bu sebeple sırtını ağaca yaslamıştı. Yoksa düşüncelerinin ağırlığı
yüzünden toprağa gömüleceğine inanıyordu.
Bazen gereğinden fazla
düşünürdü. Ancak gerekli düşünme ölçeğini bilmediği için sınırları ayarlamakta güçlük
çekerdi. Aslında zihnine gelen her yeni düşünce ile toprağın derinliklerine
daha fazla yaklaşıyordu. Bazen beyninin asla dolmayacağını düşünürdü ve bu
düşünce onu korkuturdu. İşin ilginç tarafı ise zihnindeki düşüncelerin sayısı
hiçbir zaman azalmazdı. Düşündüğü her cümle ile bir fikir daha gelir ve bir
daha gitmezdi.
Zaten bu sebeple toprağa
gömüleceğini düşünüyordu. Onun hayatı sorunlar üzerine inşa edilmişti. Öyle
sorunlardı ki hiçbirinin bir çözümü yoktu ve onları çözemedikçe de zihni
rahatlayamıyordu. Hayatın neden bu kadar anlamsız olduğu belki de en büyük
sorunuydu onun. Sebepleri ve nedenleri sorguladıkça daha fazla
anlamsızlaşıyordu her şey. Bu nedenle kendine onları sorgulamayacağına dair
söz vermişti. Ancak kendine verilen her söz gibi parçalamıştı en kısa
zaman içinde. Anlamsız hayatına bir anlam aramakla meşguldü. Hatta o kadar
meşguldü çimlerin üzerinde ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Nasıl olsa yapacak
daha önemli bir işi yoktu.
Bazen anlamsız bir hayatı neden
yaşadığı soruyordu kendine. Bazı zamanlar da hayatta anlam bulamadığı için
kendini suçluyordu. Aslında her şeyin suçlusu oydu. Hayatın anlamını
bulamamıştı, değer verebileceği bir insan bulamamış, hiçbir şeye
bağlanamamıştı. Belki de hatalı bir üretimdi o. Defolu ürünler gibi düşük
fiyattan pazara sunulmuştu ve her defolu ürün gibi bir kenara atılmıştı. Bütün
bunların arasında yaşamanın bir önemi yoktu gerçekten.
Derin nefes alarak kendini
rahatlatmaya çabaladı yumruklarını sıktığını fark ettiğinde. Eğer yumruklarını
sıkmaya devam ederse bir süre sonra tırnakları avuç içine gömülecekti ve bunu
yapmak istemiyordu. Canının yanmasından korktuğundan değil de kanayacaktı avuç
içi ve o kan kokusunu sevmezdi. Hissettiği duygunun literatürdeki karşılığı çaresizlikti.
Yapacak hiçbir şey yoktu. Acısını hafifletmenin bir yolunu bilmiyordu evet
düşünceleri ona acı veriyordu ve acısının bir merhemi yoktu.
Başka şeyler düşünmeye
çabaladığı sırada etrafına bakıyordu. Bol renkli bir kuş ve küçük bir kelebek
görmek istiyordu aslında. Onlara bakıp bir parça uzaklaşmak niyetindeydi ama
onları görse bile düşünceleri yine her yeri sarıyordu. Etrafa bakarken deniz
kenarında bir adam ve kadın gördü. Birbirlerine doğru bakıyorlardı. Ancak sanki
aralarında bir evren kadar mesafe vardı. Adam siyah bir gömlek ve siyah bir
pantolon giymişti. Kadın ise kırmızı bir elbisenin içerisindeydi.
Bir süre boyunca seyretti
onları. Kıpırdamıyorlardı, konuşmuyorlardı ve sebepleri merak etti. Kimdi
onlar? Neden birbirlerine bakıyorlardı? Ve aralarında neden bu kadar fazla
mesafe vardı gibi sorular zihninde dolaştı. Onların yaptığı en ufak bir
hareketi bile tüm detayına kadar inceliyordu. Soluk alışverişlerindeki hızı
veya hangisinin gözlerini kaçırdığını hesapladı.
Eğer uzun zamandır birbirini
görmeyen bir çift olsalardı aralarındaki bu mesafe normal karşılanabilirdi.
Ancak az da olsa konuşmaları gerekirdi. Hatta birbirine “benim hayatım güzel
gidiyor, her şey yolunda” gibi yalanlar da söylemeliydiler. Hatta gözlerinde
bir tutam hüzün, kelimelerinde biraz gözyaşı olmalıydı. Ancak bunların ikisi de
yoktu. Sadece birbirlerini seyrediyorlardı yeni tanışan iki yabancı gibi.
Demek ki onlar yeni tanışmıştı.
Bu sebeple ne diyeceklerini bilemiyorlardı çünkü kelimeleri bile yabancıydı
birbirine. Yüzündeki gülümseme birbirlerini görmekten memnun olduklarını
gösteriyordu. Ancak tedirginliklerini de bu teori açıklıyordu. Fakat hala
boşlukta kalan şeyler vardı. Yeni tanışan iki insan neden konuşmuyordu.
Konuşamamak anlatılacak şey kelimelerden daha büyük olduğu zamanlarda ortaya
çıkardı. Ancak yeni tanışan iki insanda bu kadar büyük duygular oluşmazdı
genellikle. O halde onlar birbirini tanıyordu.
Belki de birbirini sevip hiç
açılamamış iki arkadaştı onlar. O kadar seviyorlardı ki birbirini
hissettiklerini söylemeye korkuyorlardı. Eğer söylerlerse diğerini
kaybedeceklerinin endişesi vardı içlerinde. Bu sebeple susmak zordu, acı
verirdi insana. Hele onu kaybedebileceğinin korkusu her şeyin üstüne çıktığı
vakit acı en üst düzeye ulaşırdı. Aslında hayatın komik bir şakasıydı bu. İkisi
de konuşamazlardı. Eğer konuşabilseydiler istediklerine ulaşabilirlerdi. Ancak
susmayı seçmişti hissettikleri korkuya yenilerek.
Belki de birbirlerine
hissettiklerini açıklamak için gelmişlerdi oraya. Bu düşünce birçok şeyi
açıklıyordu. Hatta “evet bu yüzden” bile demişti sesli bir şekilde. Ancak iki
insanın bu şekilde acı çekmesi fikri onun hoşuna gitmemişti. Biliyordu ki
aradaki boşlukların yüzünden yürümeme ihtimali yüksekti ilişkilerinin ve
birbirini bu kadar seven iki insanın ayrı kalmasını istemiyordu. Hele hayatı
boyunca birini o derece sevmediği için buna izin veremezdi. Sevgi bir kenara
atılabilecek bir şey değildi asla.
Onların hikâyeleri çok farklı
olmalıydı. Belki de ikisi de şehirden sıkılmış bir şekilde yürüyordu. O kadar
sıkılmışlardı ki hayattan kaçıp gitmek istiyorlardı. Bu yüzden zaten şehirden
uzaklaşmak için, unutmak için yürümeye başlamışlardı. Yürürken beyaz tavşanlar
görmüşleri. O an içlerindeki çocuk kontrolü ele geçirip tavşanları kovalamaya
başlamışlardı. Sonu hüzünlü bir masalım başlangıcı gibi eğleniyorlardı
tavşanları kovalarken. Hatta bir an bir kapı bulup başka bir gezegene
gideceklerini bile düşünmüşlerdi.
Deniz kenarına vardıkları
sırada başka gezegene gitme hayalleri de suya düşmüştü ama orada birbirlerini
görmüşlerdi. Birlerini gördükleri andan beri hareket etmemişlerdi. Konuşmaya
başladıklarında söyledikleri her kelimenin diğerinin yüreğinde bir kilidi
açtıklarını gördüler. O bir duygu oluşmuştu ki içlerinde dünya üzerinde doğru
bir yer varsa onun üzerindeydiler. Eğer doğru bir kişi varsa onun
karşısındaydılar.
Bir süre boyunca havadan sudan
konuştular. Söyledikleri anlamsızdı. Bulutlardan, kurbağalardan veya çevre
kirliliğinden bahsettiler ama kelimelerin içinde bir şey vardı ve o şey ikisini
birbirine bağlıyordu. Sanki birbirlerini yıllardır tanıyormuş gibiydiler. Sanki
birbiri hakkındaki her şeyi biliyorlardı ve garip bir şekilde mutluluğun kelime
anlamını o an öğrendiler ve sözlüklerde yazılanların yalan olduğunu anladılar.
Adam onlara doğru bakıp “ve
ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar” dediği sırada onlar el ele tutuştu.
Hayatı boyunca asla sahip olamadığı bir mutluluk hikâyesini daha bitirmişti.
Zaten mutluluğun hikâyelerin dışında var olduğuna inanmıyordu yine de tekrardan
sordu kendine. Onlara son bir kez bakar ve ayağa kalkar. Onların yerinde
olabilmek için her şeyini verebilirdi. Sırtını onlara doğru yürümeye başladığı
sırada son mutluluk hikâyesinin bir süre boyuna yeteceğini düşünüyordu.
Mutluluğu hikâyelerden başka
bir yerde bulamamıştı. Bu yüzden mutluluk hikâyeleri yazardı hep. Eğer geriye
doğru baksa orada kimseyi göremezdi. Kimse gelmemişti çünkü oraya. Veya adam
hiçbir zaman o ağacın altında oturmamıştı. Günlerdir evinden dışarıya
çıkmamıştı hiç. Mutluluk hikâyeleri kurguluyordu hep ve mutluluk sadece hikâyelerde
bulunurdu.
Ve aşk nefes almaya önce
hayallerde başlardı.
Resim: Edgar Ramirez