İnsan çok büyük bir evrende yaşardı. O
kadar büyüktü ki evren insan bu hiçbir zaman anlayamadı. Evrenin içinde ufacık
bir nokta bile değildi dünya ve o bile insan için fazlasıyla büyüktü. Bu kadar
büyük bir evrende insan kendisi gibi milyarlarca farklı kişiyle yaşadı ama
gariptir ki insan hep yalnız olduğuna inandı. Her zaman insanın yanında
birileri vardı ama onları asla görmedi.
Kişi hep yalnız olduğunu düşündü çünkü yüreğinin
derinliklerinde kimse yoktu. Her birey beyninde veya kalbinde tek başınaydı ve
bunun baki kalacağını düşünürdü. Oysa o yapayalnız, kurak yere başkalarını da
gelebilirdi. Ancak insan başka birisinin ruhuna ulaşmanın yolları uzun zaman
önce unutmuştu. Herkes kendi içine kapanır, bilincinin ıssız sokaklarında
hıçkıra hıçkıra ağlardı. Kişi yalnız kaldığı müddetçe hep gece olurdu ve hep
yağmur yağardı.
Ancak kocaman bir evrende kocaman bir
dünya insana asla yetmezdi. Hissettiği yalnızlık o kadar büyük olurdu ki evrene
sığmazdı insan. Kendi içinde kapana kısılmış, zincirlenmişti ya hani evrende de
aynı hissederdi. İnsanın yalnızlığı kendi içinde başlardı ve kâinata yayılırdı.
Tam da bu noktada insanın hayal gücü ortaya çıkardı ve kişiye daha büyük bir
evren oluşturma fırsatı verirdi. Masallarda bu ihtiyaçtan ortaya çıkardı. İnsan
daha sınırsız bir yerde yaşamak isterdi ve masalların bir sınırı yoktu. Bu sebeple
masal evreni akla gelebilecek her şeyden daha büyüktü. İnsan sadece masallarda
özgür olabilirdi.
Şimdi size sınırların olmadığı bir masal
anlatacağım. Lütfen dikkatlice dinleyin.
Gecenin ilerleyen vakitlerinde adam tek
başına oturduğu koltuktan kalktı. Derin bir nefes alıp yürümeye başladı. Uzun
zamandır aynı koltukta oturduğu için her yeri ağrımıştı. Artan ağrılarını
ilerleyen yaşına bağladı. O gençken hiç böyle sorunları olmazdı. Ancak şimdi
sızlayan kemikleri ona hem yaşını hem de sınırlarını hatırlatıyordu.
Ayağa kalktıktan sonra kapının pervazına
tutunup sağa ve sola döndü. Kıtırdayan kemikleri anlık bir ağrı yaysa da bir
parça olsun rahatlama sağladı. Salondan çıktıktan sonra kısa adımlarla mutfağa
doğru ilerledi. Sabaha az kalmıştı ve daha yapacak çok işi vardı. Önce kahvaltı
yapmalı sonrasında ilaçlarını içmeliydi. Kahvaltı yapmadan günün sonunu
göremezdi büyük ihtimalle.
Demliğe biraz su koyduktan sonra ocağı
yaktı. Suyun kaynamasını beklerken buzdolabını açıp biraz peynir çıkardı. Küçük
bir tabağa biraz vişne reçeli koyduktan sonra ufak bir domates yıkadı. Zeytin
tabağını da yerleştirdi küçük masasına. Daha sonra bir parça buğday ekmeği alıp
çayı demledi ve küçük iskemlesine oturup onun demlenmesini bekledi.
Kahvaltısını hiç acelesi yokmuşçasına
yaptı. Hayatta keyif alabileceği pek bir şey kalmamıştı ve bu yüzden
kahvaltının keyfini çıkarmaya çabaladı. Demli çayını yavaşça içti. Ağzı
buruşurken pek bir şey düşünmedi. Zaten geriye çok fazla düşünecek bir şey kalmamıştı.
Düşünmek istese de yapamazdı artık. Sadece geçmişin rüzgârlarına kapılıp
gidebilirdi. Ama artık geçmiş onu kabul etmiyordu. Geleceğe doğru baksa ne
kadar yaşayacağı da belli değildi. Kahvaltısının ardından ilaçlarını içerken
bunları düşündü. Gelecek de kabul etmiyordu onu.
Mutfaktan çıktıktan sonra banyoya doğru
yürümeye başladı. Çok büyük bir evi yoktu onun. İki oda bir salon, yalnız bir
adam için fazlasıyla yeterliydi. Ayrıca evi en üst kattaydı. Bu ona sokaktan ve
hayattan uzaklaşma fırsatı sunuyordu. Ayrıca evinin büyük, güzel bir balkonu
vardı. Balkon ona uzaklaştığı hayatı seyretme fırsatını sunuyordu. Hayattan çok
uzak kalamıyordu ve gideceği yer balkonuydu.
Balkona çıktığında önce terliklerini giydi
ve ardından balkonun pervazına doğru yürüdü. Pervazın yanına vardığı zaman, ki
çok fazla yürüme mesafesi yoktu aralarında, avuç içlerini pervaza dayayıp şehri
seyretmeye başladı. Şehrin en çok bu halini seviyordu; sessiz, kimsesiz ve
savunmasız. Geceleri uykuya dalıyordu şehir ve büyük ihtimalle rüya görüyordu.
Şehrin rüyasında ne gördüğünü merak etti o an “acaba o da geçmişini görüyor
muydu? Acaba şehrin de değiştiremediği bir geçmişi var mıydı?” diye sordu kendine.
Cevap gelmeyeceğini bilmesine rağmen ihtimalleri hesapladı oysa olasılıklara
inancı kalmamıştı.
Bir anda kendini şehrin gökdelenlerine
bakarken bulmuştu. Onların karanlığı bölen ışıklarının etrafında dönen
martıları seyretti bir süre boyunca. Kuşların sahte bir ışığın etrafını
durmaksızın tavaf etmeleri içini acıtmıştı. O kuşları seyrederken bir anda konu
değişmiş ve kendini aynı metafor üzerinden insanları ve hayatı sorgularken
bulmuştu. Evet, herkes sahte, yapay bir ışığın etrafında dönüp duruyordu
etrafları karanlıkla çevrili olmalarına rağmen. Bu karanlıkta yaşamanın bir
anlamı yoktu ona göre. Ancak yaşamamanın da bir anlamı yoktu.
Biraz daha şehri izledikten sonra saatine
baktı ve artık zamanı geldi diye düşündü. Yere eğilip görünmeyen bir halat
aldı. Daha sonra tekrardan doğrulup derin bir nefes aldı. Her sabah olduğu gibi
yeniden başlamıştı zorlu mücadelesi. Görünmeyen ipi elinde tutarken avucunu
açıp tanrıya yardımcı olması için dua etmeye başladı. İçinde başaramayacağına
dair o kadar büyük bir korku vardı ki dua etmek haricinde hiçbir şey
azaltamıyordu içindeki korkuyu. Ya başaramazsam ile ilgili düşünceler zihnini
doldurmuştu. Başaramazsa eğer dünyanın sonunun geleceğini, yaşamın o an
biteceğini çok iyi biliyordu.
Görünmez ipin ucunu havada birkaç tur
çevirdikten sonra ileriye doğru fırlattı. Bir süre boyunca ipin havada
ilerlemesini seyretti. Daha sonra ip istediği yere gitmeyip aşağıya düşünce
yüzünde büyük bir üzüntü ifadesi oluştu. Yaşlanıyordu ve yaşlandıkça da
güçsüzleşiyordu. Eskiden ilk seferde başarılı olurdu ama şimdi tekrar ve tekrar
denemesi gerekliydi. Tekrar ve tekrar denedi. Her başarısız olduğunda içindeki
korku giderek arttı. Bir gün gelecek ve başaramayacaktı, bunu çok iyi biliyordu
ama o günde değildi ve tekrar denedi.
Altıncı denemesinde artık yorgun düşmüştü.
Ancak son seferinde halatın çok uzağa gittiğini biliyordu. Şimdi halatın
güneşin etrafına dolanması için dua edecekti. Eğer halat güneşin etrafına
dolanmazsa denemeye devam edecekti. Ancak şanslıydı ve başarmıştı. Şimdi sıra
bütün gücünü kullanarak güneşi çekmeliydi. O çekmezse eğer güneş doğmazdı.
Bundan yıllar önce güneşin doğmak için bir nedeninin kalmadığını görmüştü
rüyasında. O geceden beni her alacakaranlıkta bu ayini tekrarlardı. Güneşe
doğması için fazladan bir sebep vermesi gerekiyordu.
Sıra güneşi çekmeye gelmişti ve en zor
olanı da buydu. Yaşlanmıştı ve güneşi çekmek gittikçe zorlaşmıştı. Ayaklarını
yere sertçe basıp hafifçe eğildi ve tüm gücüyle çekmeye başladı. Sanki güneş
gelmemek için direniyordu ve onu ikna etme zamanı gelmişti. “Ey güzel güneş”
dedi sevecen ve anlayışlı bir tonda “sen olmasan bu hayatın hiçbir anlamı
kalmaz inan bana. Milyarlarca canlı karanlıkta kalır ve biz karanlıkta
yaşayamayız. Sensiz devam edemeyiz. Sana yalvarırım lütfen gel.”
Güneşin direnci bir parça kırılmıştı ve
onun yaklaşmaya başladığını hissediyordu. Ancak o yalvarmaya devam ediyordu “Ey
güzel güneş, seni çok seviyoruz. Her sabah seni gökyüzünde görebilmek kadar
güzel bir şey yok şu hayatta. Mutluluğumuzsun sen. Lütfen bizi bırakma”
yalvarmaya başladığında kelimelerinin arasında boşluklar yerleşti. Güneşe
yakarırken bir yandan da geçmişini düşünüyordu. Bir zamanlar çok hastalanmıştı
ve ayağa kalkacak gücü bile kalmamıştı. Ancak yattığı yerden ona yalvarmayı
sürdürmüştü. Güneş doğmuştu ama renkler yoktu. Gri bir dünya vardı ve o dünya
çok korkunçtu. O zaman anlamıştı yaptığının ne denli önemli olduğunu.
O günden beri ne kadar hasta olursa olsun
mevsimlere aldırmadan her gece sabaha karşı çıkmıştı balkonuna. Güneşi çekmeye
devam ediyordu ve tüm kasları çoktan ağrımaya başlamıştı. İçinden sürekli
olarak biraz daha dayanması gerektiğini tekrarlıyordu kendine. Artık az
kaldığını biliyordu “ey yüce güneş” dedi “sana yalvarırım” belki de dünya
üzerinde güneşe sevgi sözcüklerini söyleyen bir o vardı ama o bile yeterli
olabiliyordu belki. Yarın ne durumda olacağını, bedeninin izin verip
vermeyeceğini bilmiyordu. Zaten yarını düşünerek hareket edemezdi.
Artık güneş kendi başına yükselmeye başladığında
attığı görünmez halatı balkonunda topladı. Kendini o kadar yorgun hissediyordu
ki biran önce uyuması gerekliydi. Ancak emin olmak için güneşin ilk ışıklarını
görene kadar bekledi. Işıkları görmezse eğer başardığından emin olamazdı.
Başarmış olmak ona inanılmaz bir mutluluk veriyordu. Sadece bunun için bile
devam edebilirdi. Bir günü daha kurtarmıştı. Sıra uzanmaya ve uyumaya gelmişti.
Her sabah böyle olurdu. Erkenden uyur ve güneş batana kadar asla uyanamazdı.
Yıllardır görmemişti güneşin ışıkları altındaki dünyayı.
Tekrardan salona geçtiği vakit artık fazla
zamanının kalmadığını biliyordu.
Koltuğuna uzandı ve beklemeye başladı.
Fazla düşünmemeye çabaladı. Nasıl olsa düşünceleri yarım kalacaktı. Gözlerini
kapatacak ve saatler sonra açacaktı. Aslında o uyumuyordu, bayılıyordu. Eskiden
güneşin doğmasını sağladıktan sonra hemen yatmazdı. Ancak o zamanlarda
bayılmaya devam ederdi. Ayaktayken bir anda yere düştüğü, kendini ciddi bir
şekilde incittiği çok olmuştu. Zarar görmemek için uzanırdı. Gözlerini kapattı
ve düşünmemeye çabalamaya devam etti.
Bir an içinde göz kapakları kapandı ve
nefes alışverişi yavaşladı. Simsiyah bir hiçlikteydi. Buraya sıklıkla gelir ve
hiçbir şey yapmadan otururdu. Bazen ise bir şeyler olurdu. Uyandığında çoğunu
hatırlamazdı gördüklerinin. Birçok insan rüya derdi yaşadıklarına, bazılar
içinse kâbustu. Onun için ise hatırlamadığı yaşanmışlıklardı sadece.
Bir anda karşısında altın rengi bir
kaldırım belirmişti. Aslında kaldırımın sadece üzerinde olduğu kısmı altın
rengiydi. Geriye kalan yerler ise renksizdi. O ilerledikçe renkleniyordu
kaldırım ve sonra tekrardan renksizleşiyordu. Çok garip hissediyordu kendini.
İleriye doğru yürüdükçe renksiz dünyadan ne kadar korktuğunu hatırladı. Siyah,
beyaz bir hayat yaşamak istemiyordu. İlerlemeye devam ettiğinde kaldırım
genişleyip büyük bir meydan halini aldı. Meydanın etrafı zifiri siyah binalarla
çevriliydi. Meydanın tam ortasında beyaz, eski model bir araba duruyordu O
arabayı tanıyordu. Hatta çok iyi tanıyordu. Arabaya doğru hızlı adımlarla
yaklaştığı sırada beyaz bir ışık her yeri kapladı. Tam bu sırada şiddetli bir
çarpışma sesi duydu. Işık kaybolurken arabanın parçalanmasını seyretti.
Araba parçalandıktan sonra bir karanlık
bulutu her yeri kapladı. Karanlık gittiğinde iki tane mezarın yanı başındaydı.
Mezar taşlarında isim yoktu. Sadece tarih vardı “13.03.1993” tarihi gördüğü
zaman dizlerinin bağı çözüldü ve yere kapaklanıp ağlamaya başladı.
Ne kadar süre boyunca ağladığını
bilmiyordu. Sadece içindeki acı dinmedi. Acısı dinmedikçe de durduramadı
gözyaşlarını. Sanki bir şey kalbinin derinliklerine girmiş ve onu parçalamaya
çalışıyordu. Sanki o şey canını almak istiyordu. Acısı o denli artmıştı ki
yerde yatıp kıvranmaya başlamıştı. Tam bu sırada hemen arkasından gelen bir
uluma sesi duydu. Dönüp baktığında büyükçe kahverengi bir kurt gördü.
Kurt ile arasında fazla bir mesafe yoktu.
Onun gözlerinin içine bakıyordu ve bu bakışma içinde büyük bir korku oluşmasını
sağlıyordu. Onun sivri dişlerine, kırmızımsı gözlerine bakarken ne yapacağını
bilemiyordu. Kaçmaya kalksa onu kolaylıkla yakalayabilirdi. Hep beklediği sonun
bu şekilde olması oldukça ironikti.
Bir süre boyunca bakıştıktan sonra kurt
ona doğru birkaç adım atıp yere oturdu. Galiba ona saldırmayacaktı. Hatta
duruşu oldukça dostçaydı. Bir parça olsun rahatlamıştı. Daha sonra kurt başını
sağa doğru çevirdi ve baktığı yönde altın rengi bir kaldırım oluştu. Kurt
tekrardan adama baktıktan sonra kaldırıma doğru ilerlemeye başladı.
Uzun bir süre boyunca takip etti kurdu.
Kurt onu takip edebilmesi için bazen hızlanıyor adam geride kalınca
yavaşlıyordu. Arada onu takip ettiğinden emin olmak için durup geriye doğru
bakıyordu. Kurt durup yere oturduğunda yemyeşil bir bahçenin içinde buldu
kendini. Etrafında her yerde rengârenk çiçekler vardı. O kadar güzel bir koku
vardı ki çevresinde büyülenmiş gibi hissediyordu.
Adam çiçeklerin arasında dolaşırken kurt
tekrardan uludu. O tarafa baktığında parçalanan güneşi gördü. Sanki dağılıyor,
yavaşça kayboluyordu güneş. O kayboldukça tüm çiçekler soluyordu. Öyle bir
zamandaydı ki her şey sırası ile yok oluyor, tüm renkler soluyordu.
Güneşin yok olmasını kısa bir süre boyunca
daha izledi. Sonrasında her yer tekrardan karardı. Ne yapacağını bilemez halde
beklerken kurt tekrardan uludu. O tarafa baktığında ahşap bir kapı gördü.
Kapıyı açıp içinden geçtiğinde gözlerini açtı. Salonda, koltuğa uzanmış bir
haldeydi ve hava kararmıştı.
Koltukta uyumayı sevmiyordu. Uyandığı
zaman her yanında ağrı oluyordu. Yaşlandığının göstergelerinden biriydi bu.
Bazı zamanlar uyku bile ağır geliyordu ona. Öyle ki artık giderek zorlaşıyordu
yaşamak. Her ne kadar uyanmış ve gözlerini açmış olsa da aklı rüyasında
gördüklerindeydi. Her zaman rüya görürdü o ancak rüyaları zenginleşmiş ve
detaylanmıştı.
Eski arabasını görmüştü rüyasında. Mezar
taşları eşine ve oğluna aitti. Tarih onların ölüm tarihiydi. Arabanın
parçalanması onların geçirdiği trafik kazasını gösteriyordu. Hem karısını hem
de oğlunu kaybetmişti o kazada. Bir kendisi sağ çıkmıştı o arabadan. Çok
dilemişti ölmeyi ama bir türlü becerememişti. Onlar olmadan yıllar geçmişti.
Kaç yıl geçtiğinin bir önemi yoktu aslında. Bilmiyordu da. Tüm takvimleri
atmıştı. Asla gazete okumaz, televizyon seyretmezdi aynı nedenle. Zamana
baktığı her seferinde hatırlıyor ve hatırladıkça da yaşayamıyordu.
Bir süre boyunca daha koltukta
oyalandıktan sonra kalktı ve yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Kafasındaki
düşüncelerden kurtulmalıydı bir an önce. Hatırlayarak yaşayamazdı. Bu yüzden
atmıştı tüm fotoğrafları, onlardan kalan tüm eşyaları. Bir süre boyunca
geçmişine tutunmaya çalıştı hep. İşten eve geldiğinde akşam karısı ve çocuğuyla
konuştu satırlarında. Her akşam sayfalar dolusu yazdı konuşmalarını ve her
akşam canı o kadar yandı ki tüm sayfaları yırttı. O şekilde yaşayamıyordu.
Geçmişine tutunmaya ne kadar çabalarsa çabalasın yapamıyordu.
Geçmişte olmak istedikçe şimdiki zamanı
kaybediyordu. Şimdi gittikçe gelecekte kaçıyordu ellerinin arasından. Bu yüzden
ölmeliydi. Çok düşündü intihar etmeyi. Ancak o inançlı birisiydi ve ölmeyi
başaramıyordu. Güneşi kurtarma görevini alana kadar her gün düşündü ölümü.
Belki rüyalarında görebilseydi karısını veya çocuğunu, duyabilseydi seslerini
bu hale gelmezdi.
Banyoya girdiğinde lavabonun yanına gidip
musluğu açtı. Daha sonra iki eliyle lavabonun kenarlarından tutup başını soğuk
suyun altına soktu. Daha fazla düşünmemeliydi. Düşünürse eğer sabah olduğunda
güneşi çekecek gücü kendinde bulamazdı. Eğer güneşi çekemezse anlamı kalmazdı
yaşadıklarının.
Bir süre daha suyun altında kaldıktan
sonra saçlarını kuruladı. Zaten çok fazla saçı olmadığı için kısa sürdü
kurulama işlemi. Daha sonra mutfağa gitti. Karnı acıkmıştı ve bir şeyler
yemeliydi. Dolaptan dün yaptığı çorbayı çıkardı bir de makarnayı aldı. Ona
yeterdi, zaten fazla yemezdi o. Yemek yemesinin de bir anlamı yoktu eşinin o
güzel yemekleri olmadıktan sonra. Tekrardan düşünmeye başlamıştı ve beyninin bu
şekilde çalışmasından nefret ediyordu. Avucunun içiyle kafasına birkaç kez
vurdu belki zihnin çalışmayı bırakır diye ama bu hiçbir işe yaramadı.
Yemeğini yedikten sonra daha fazla evde
kalmak istemediğini fark etti. Önünde oldukça uzun bir gece vardı ve geceyi
evinde düşünerek geçirmek istemiyordu. Masadan kalktıktan sonar elbisesini
giydi. Eski zamanların alışkanlığıydı ve o her zaman takım elbise giyerdi. Her
şey garipti aslında. Aynaya baktığında kendini tanıyamazdı çoğunlukla. Evden
çıkmadan önce tekrardan aynaya baktı ve tekrardan tanıyamadı. Çıkmadan önce
ayakkabılığın yanında duran bastonunu da aldı. Ona çok fazla ihtiyacı olmazdı
ama bazen dengesini kaybettiği olurdu. Böyle zamanlarda baston güzel bir
kurtarıcıydı.
Evinden çıktıktan sonra merdivenlerden
aşağıya doğru indi. Asansörü kullanmayı pek sevmezdi. O kadar farklı bir
durumdaydı ki merdivenlerden aşağıya doğru indikçe sanki düşüncelerinde de
derinliklere doğru yolculuk yapıyordu. Hep kaçtığı o geçmiş karşısındaydı ve
ondan kaçamıyordu. Ona bakıyor, onu görüyor ama ona dokunamıyordu. “Artık
bitsin” diyordu sürekli olarak. Daha fazla acı çekmek, daha fazla kendini
kandırmak istemiyordu.
Apartmanın dış kapısına geldiğinde kapıyı
açtı ve bir anda her yer karardı. Kapının pervazından geçtikten sonra karlı bir
tepedeydi.
Kar oldukça hızlı yağıyordu ve hava
fazlasıyla soğuktu. Bir anda kendini soğuğun içinde bulmak kendini oldukça
garip hissettirmişti. Üşüyordu, hatta donuyordu. Donmamak için hareket etmesini
bilecek kadar çok yaşamıştı hayatı ve hızlı bir tempoda yürümeye başladı.
Nerede olduğuna veya neden burada olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu ama
bunları düşünmedi. Önemli olan yaşamasıydı.
Bir süre daha ilerledikten sonra ki yürüme
hızı diz kapaklarına yaklaşan kar yüzünden oldukça zayıflamıştı içindeki bir
ses ona asla vazgeçmemesi gerektiğini söylüyordu. O da devam etti her zaman
yaptığı gibi. İleride ahşap bir ev görüyordu ve ona ulaşması gerekliydi.
Evin kapısının önüne geldiği zaman daha
fazla yürüyemeyecek haldeydi. Soğuktan donmaya yüz tutan parmaklarını hareket
ettirmek zor olsa da kapıya iki kere vurdu. İçeriden hiçbir ses gelmeyince
elini kapı koluna uzatıp açtı.
Kapı açıldığı zaman ilk gördüğü şey
ışıktı. İçerisi fazlasıyla aydınlıktı ve bembeyazdı. Gözleri ışığa alışana
kadar geçen zamanda gözlerini kıstı. Evin içi çok büyüktü ve içinde hiçbir şey
yoktu. Sadece kocaman bir oda vardı. Odanın ortasında eski bir sallanan
sandalyeye oturmuş genç bir kız ona bakıyordu. Kız oldukça güzeldi hatta
şimdiye kadar gördüğü en güzel kızdı. Kızıl saçları beline kadar inerken
rengârenk elbisesi ile tüm bakışları kendine çekiyordu ve kız gülümsüyordu.
“Hoş geldin” dedi kız. Sesi o kadar
güzeldi ki onun sesini duyan birisi tüm sorunlarını unutup onu hayran bir
şekilde dinleyebilirdi hayatı boyunca. “Zorlu bir yoldan geldin. Lütfen otur,
dinlen biraz” kızın eliyle işaret ettiği yerde çok güzel bir koltuk belirdi.
Adam hemen arkasında beliren koltuğu
gördüğünde oldukça şaşırdı. Ancak söyleyecek söz bulamadı. Ancak “neredeyim?”
veya “sen kimsin?” demesinin anlamı olacağına inanmıyordu. Bunların haricinde
söyleyebileceği her şey zaten tamamıyla anlamsızdı. Kızın gözlerinin içine
bakarken “20 yaşından daha fazla olamaz” diye düşündü. Tam bu anda kız tekrarda
gülümsedi ve odanın içi bir anda ısındı.
“Soruların var biliyorum” dedi kız “merak
etme hepsini cevaplayacağım. Sadece biraz dinlen, nefes al, rahatla. Bana dilek
perisi derler. Gerçek adımın çok bir önemi yok. Aynı dileği o kadar fazla
diledin ki onu gerçekleştirmek istedim” kızın yüzü bir anda ciddileşmişti.
Bakışları keskinleşmiş bir jilet edasına bürünmüştü.
“Artık bitsin diye tekrarladın defalarca.
Acını, sebeplerini, neler hissettiğini biliyorum. Hatta senin bilmediğin birçok
şeyi biliyorum. Dileğini duydum ve onu kabul ediyorum. Bundan sonra hayatında
bazı şeyler değişecek. Asla öğrenmemen gerekenleri öğrenecek ve bileceksin. Bu
yol senin için oldukça zor olacak ama eğer başarırsan istediğin her şeye
kavuşacaksın” diyerek konuşmaya devam etti kız. Ses tonu buzullar kadar
soğuktu.
Adam ise kızın konuşmalarını şaşkınlık
içerisinde dinlemeye devam etti. Kız cümlesini bitirdiğinde “kabul ediyorum”
dedi bir an bile düşünmeden yeni bir umuda sahip olmanın heyecanıyla.
“Sana sadece şunu söyleyebilirim.
Yaşadıkların güneş ile alakalı ve onun sonu gelecek. Güneş ölüyor bunu sende
çok iyi biliyorsun. Belki çok geç kaldık ama bunu düşünmek bile istemiyorum.
Hala zaman var ve unutma karşındaki kötülük tahmin ettiğinden çok daha büyük”
dedi kız yüzünde acıyla karışık bir merhamet ifadesiyle.
“Peki ya benim ne yapmam gerekecek?” adam
heyecandan titreyen sesi ile konuşmuştu. Bir yandan da içini büyük bir korku
sarmıştı. Ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini bilmiyordu ve bu
bilinmezlik onun tüm düşüncelerini kaplamıştı.
“İnançlı olmalısın ve asla
vazgeçmemelisin. Şimdi evine dön ve güneşe güzel bir karşılama hazırla. Unutma
onu senden başka kimse umursamıyor, onun senden başka kimsesi yok. Bir dilek
diledin ve bende onu gerçekleştirdim. Artık her şey senin elinde” dilek
perisinin yüzünde tekrardan çok güzel bir gülümseme yerleşti. O gülümsediğinde
aklındaki tüm soruları unuttu ve sadece onun güzelliğini seyretti.
Dilek perisinin “hadi git” dediğini
duyduğu sırada bir anlığına her yer karardı ve hemen sonra tekrardan
aydınlandı. Apartmanın dış kapının önünde duruyordu ve “güneşin hayatını
kurtarmalıyım” diye bağırdı. Sonrasında merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya
başladı. Güzel bir kahvaltı hazırlamalıydı güneş için.
Bir
umut masalı, ikinci bölüm
Evren o kadar büyüktü ki herhangi bir
insanın onun büyüklüğünü anlama ihtimali yoktu. Düşüncelerinde bile
tasarlayamazdı onun büyüklüğünü. İki şehir arasındaki mesafeye uzak derken iki
galaksi arasındaki mesafe elbette insan için anlamsızdı. Aslında sonsuz
büyüklükteki bir evrende yaşayan insan için sınırlar kendi yaşam alanından
ibaretti.
Aslında evren ne kadar büyük olursa olsun
insan etkileşime girdiği alanda yaşardı. O alanın dışarısında ne olursa olsun
insan için yeteri kadar önemli değildi. Bu yüzden evrene sığamazdı insan. Çünkü
onun evreni kendi yaşam alanıyla sınırlanmıştı. Etrafına ördüğü duvarların
arasında bir hapis hayatı yaşardı. Duvarların dışında kalan bölümü ise hayal
gücü ile doldururdu çünkü oraları göremez, bilemez, yaşayamazdı. Ancak bir
hapis hayatı yaşadığı için evrenini büyütmesi gerekiyordu.
Bu şekilde erişemediği soyut bir gerçeği
somutlaştırırdı. Bu somutlaştırmanın bir diğer ismi ise masallardı. Evet,
masallar somut bir gerçeklikti. Onlara dokunulamaz, koklayanamazdı ama aynı
zamanda sevilebilir veya acı çekilebilirdi. Masalların gerçekliği başka hiçbir
şeye benzememeyecek biçimde farklıydı. Onlar asla ulaşılamayacak bir
imkânsızlıkta yaşanırdı. Öyle ki masallarda yaşanan bir olayı hisseder,
düşünür, yaşardı ama onlara dokunamazdı insan. Bu yüzden masalların gerçekliği
sadece kendine aitti. Ancak bazı zamanlarda gerçeklikler kesişir ve yer
değiştirirdi. Size anlattığım tüm masallar bu kesişim noktasında yaşanmıştı.
Lütfen dikkatlice dinleyin yaşlı bir
adamın masalını ve hayata farklı bir gözle bakmaya çalışın.
Adam evine geçip koltuğuna oturduğu sırada
yaşadıklarını düşünüyordu. Birisi ona yaşadıklarını anlatsa kesinlikle
inanmazdı. Ancak her şeyi kendisi deneyimlediği için inanmama şansı kalmamıştı.
Peri ve anlattıkları, kısaca her şey onun hayal gücü için bile fazlaydı.
Anlamakta zorlanıyordu aslında. Bundan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Güneşi
nasıl kurtaracağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Ancak önemsemedi bunları. Peri
ona bir yolunu bulacağını söylemişti o da çok endişelenmedi.
İçindeki büyük korkuya rağmen aynı
büyüklükte bir heyecanda taşıyordu. Çok uzun zamandır hiç bu şekilde
hissetmemişti. Sanki bir anda yirmi yıl gençleşmiş gibiydi. Bedeni izin verse
saatlerce koşabilirdi. Ancak yaşlı bedeni ona engel çıkarmaya devam ediyordu.
İçinde çok büyük bir enerji vardı ama nereden başlayacağını bilmiyordu. Bu
bilinmezlik ise onu korkutmak için yeterliydi. İki tane birbirine tamamen zıt
duygu hissediyordu. Bu sebeple kıpırdayamıyor, oturduğu eskimiş koltuktan
kalkamıyordu.
Saat gece yarısını geçeli fazla olmamıştı.
Bu da ne yapacağına karar vermesi için önünde oldukça uzun zaman olduğunu
gösteriyordu. Aklında sadece güneş için çok güzel bir kahvaltı hazırlaması
gerektiği vardı. Bunun haricinde başka bir şey yapması gerektiğini biliyordu
ama ne yapacağına dair en ufak bir fikri bile yoktu. Hatta o kadar uzun
zamandır tek başına yaşıyordu ki güzel bir kahvaltının nasıl hazırlanacağına
dair hiçbir fikri yoktu.
Eski zamanları hatırlamaya çabaladı.
Eskiden eşine kahvaltı hazırlardı. Ancak onun üzerinden oldukça uzun zaman
geçmişti. İlk önce bol çeşitli bir kahvaltı hazırlamalıydı. Ardından güzel bir
çay demlemeliydi. Acaba güneş çay sever miydi? Belki de portakal suyu olmalıydı
masada. Kahve de olabilirdi. Masada bir tek kırmızı gül de güzel olurdu.
Elbette güzel mumlar da olmalıydı hatta balkonun her yanını mumlarla
süslemeliydi.
Güzel bir müzik olmazsa olmazdı. Acaba
güneş ne tür müzik severdi? Klasik müzik, jazz, blues, hangisi daha doğru bir
seçim olurdu. Eski plakçalarını da balkona çıkartmalıydı. Acaba o çalışmıyorsa
ne yapmalıydı? Eski bir radyosu vardı. Eğer radyoyu çalıştırırsa hangi radyo
kanalını seçmeliydi? O kadar uzun zamandır radyo dinlememişti ki kanalları
unutmuştu. Radyo da çalışmıyorsa oğlunun gitarı vardı. Belki birkaç şarkıyı
hatırlayabilirdi. Sahi güneş nelerden hoşlanırdı.
Güneşin nelerden hoşlanacağını düşünürken
farkında olmadan koltuğundan kalkmış ve salonun içinde tur atmaya başlamıştı.
Sesli bir şekilde düşünüyor, bazen heyecanlandığında sesi oldukça yükseliyordu.
En azından bir planı vardı ve o plan sayesinde korkularından bir parça olsun
kurtulmuştu. Korkuları azalınca da içindeki enerjiye yenik düşmüş ve yerinde
duramaz hale gelmişti.
Neler yapacağını kurguladıktan sonra sıra
hazırlıklara gelmişti. İlk önce plakçalarını bulmalıydı. Onu diğer tüm atmaya
kıyamadığı eşyalarla birlikte oğlunun eski odasına koymuştu. Daha sonra o odayı
kilitlemiş ve bir daha oraya girmemişti. Orayı görmek bile acı veriyordu ve
geçmişinden kaçarak o acıdan kurtulacağını düşünmüştü. Ancak şimdi o odaya
girmesi gerekiyordu.
Odaya girebilmesi için ilk önce sakladığı
anahtarı bulmalıydı. Anahtarı bulamazsa kapıyı kırarak açması gerekiyordu ancak
bunun için yeteri kadar güçlü hissetmiyordu. Bu yüzden yatak odasına gitti ve
yatağının altındaki kutuları çıkardı. Anahtar o kutulardan birisinde olmalıydı.
Şanslıydı ki anahtarı açtığı üçüncü kutuda buldu. Anahtarı bulduğuna göre
oldukça zor olan bir şey yapacak ve yirmi yıldır kaçtığı geçmişinin yanına
gidecekti.
Oğlunun odasına doğru yürürken “ayakları
geriye gidiyor” tabirine uygun bir şekilde ilerliyordu. Zihninde iki ses vardı.
Bunlardan ilki devam et derken ikincisi geri dön diyordu. Bu yüzdendi iki ileri
bir geri adımları. En sonunda kapının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı.
Artık geri dönüşü yoktu ve anahtarı kapının deliğine soktu.
Kalbi göğüs kafesini parçalarmışçasına
atmasına rağmen durmadı ve anahtarı saat yönünde yarın tur çevirdi. Kilidin
açılma sesi ile birlikte nefes alış verişleri de durmuştu. Sol eliyle kapının
kulpundan tutup aşağıya doğru çekti ve kapı açıldı. Kapıyı yarıya kadar
açmasıyla yere kapanması aynı anda olmuştu. Çok yoğun bir toz ve küf kokusunun
etkisiyle bir öksürük krizine girdi. Ciğerleri parçalanıncaya kadar aralıksız
bir şekilde öksürdü.
Bir süre boyunca yere kapaklanmış bir
şekilde öksürdükten sonra hızlı bir şekilde ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı.
Öksürmeye devam ederken önce evin tüm camlarını açtı. Bu esnada nefesi
tıkanmıştı ve onun için astım ilaçlarını kullandı. Hem nefesinin tekrardan
normale dönmesi hem de öksürüğünün geçmesi için bir süre bekledi. Onu
öksürtenin toz veya küf kokusu olmadığını çok iyi biliyordu. Yere kapanmasının
tek bir sebebi vardı. O da bir anda yüzüne çarpan geçmişiydi.
Nefesi normale döndüğünde tekrardan odaya
doğru ilerledi ve gömleğinin kolunu ağzına siper yapıp içeriye girdi. Hızlı bir
şekilde camın yanına gidip onu açmalıydı. Böylece içerisi havalanmış olacaktı.
Zaten kapıyı açmış olduğu için kokunun bir bölümü gitmişti ancak kalanlar bile
onu hastaneye götürmek için yeterliydi. Bu esnada attığı her adımla birlikte
yerden bir toz kütlesi kalkıyordu. Camı açtıktan sonra kafasını dışarıya
çıkardı ve temiz havayı içine çekti. Onca toz astımı için hiç iyi olmayacaktı ve
ilacını tekrardan içine çekti.
Uzun bir süre boyunca pencereden dışarıyı
seyretti. Oda havalanmadan önce içeriye girmek istemiyordu. Eğer çok
kötüleşirse ilaçlar ona yardımcı olamazdı ve ona hastane yolu gözükürdü. Daha
önce çok başına gelmişti ve tekrarlamasını istemiyordu. Bu yüzden biraz daha
bekledi. Sıklıkla saatine baktı bu süreçte. En sonunda saati 01.37 yi
gösterdiğinde kafasını içeriye soktu ve etrafına baktı.
Tüm eşyaları kolilere koymuştu. İrili
ufaklı onlarca koli odanın her yerinde duruyordu. İşin en zor bölümüne gelmişti
sıra çünkü hangi kolide ne olduğunu hatırlamıyordu. Odanın havası bir parça
temizlenmiş olmasına rağmen biraz fazla toz çıkarırsa tekrardan
kötüleşebilirdi. Bu yüzden yavaş hareket etmeli ve her yeri kaplayan parmak
kalınlığında tozu havalandırmamalıydı.
Büyük ihtimalle plakçaları da büyük bir
kutuya koymuştu. Bu yüzden aramaya büyük kutulardan başladı. İlk kutunun
kapağını açarken bir süre boyunca öksürdü. Kutuyu açtığında eski kitaplarının,
eşinin kitaplarının bir kısmını gördü. Eşinin altını çizdiği cümleleri okudu.
Sevdiği cümlelerin altını çizmeyi çok severdi eşi. Kitapları okumayı sonsuza
kadar devam ettirebilirdi ama zamanı daralıyordu ve acele etmeliydi.
Bir sonraki kutunun içinden fotoğraf
albümleri ve eşinin günlükleri çıktı. O günleri asla okumamıştı. O öldükten
sonra bile anısına saygılı olmak için elini bile sürmemişti. Günlüklerin içinde
bir tanesi vardı ki onu görmek bile gözlerinin dolmasına sebep olmuştu. Eşi o
günlükte hamile kaldığını öğrendikten sonra geçen zamanı anlatmıştı. Onu daha
önce okumuştu, neler yazdığını hatırlıyordu. Ancak tekrar okuyacak gücü yoktu.
Zaten ağlamak ile arasındaki sınırı geçmek üzereydi. Hele evlenmeden önce eşine
yazdığı yazıları, hikâyeleri bulmuştu ki artık dayanacak gücü kalmamıştı ve
fotoğraflara bakmadan kutuyu kapattı.
Bir sonraki kutunun içinden oğlunun
çocukluk oyuncakları çıkınca gözlerinin arkasında biriken yaşlar akmaya
başladı. Onun kokusunu taşırlar diye tüm oyuncaklarını saklamıştı ve hepsini
teker teker koklamaya başladı. Oğlunun oyuncaklarla oynarkenki görüntüsü geldi
gözlerinin önüne. Onu tutmak, ona sarılmak istedi ama yapamadı. Eşi koltukta
oturmuş ve onları seyrediyordu gülümsemeler içinde. Eşinin yanına gidip ona
sarılmak istedi kokusunu zihnine kazımak için ama yapamadı. En kötüsü de buydu
nasıl koktuklarını, ses tonlarını unutmuştu aradan geçen yıllardan sonra. Hep
bunu istemişti ama şimdi unutmakla ne kadar büyük bir yanlış yaptığını
görüyordu. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ederken o küçük bir çocuk edasıyla
gömleğinin kollarına siliyordu gözyaşlarını.
Birkaç kutu daha açtıktan sonra plakçaları
ve gitarı bulmuştu. Plaklar için biraz daha aramak zorunda kaldı ancak sonunda
hepsini toparlayıp salona geçti. Bir süre boyunca derin nefes aldıktan sonra
plakları araştırmaya başladı. Acaba güneş ne tarz müzikleri severdi. Klasik
müzik severdi büyük ihtimalle. Herkes klasik müzik severdi. Ay ışığına adanan
bir şarkı güzel giderdi.
Plakçaların çalıştığını görünce oldukça
mutlu oldu. Ne çalağını da seçtiğine göre artık mutfağa geçme vakti gelmişti.
Dolabın kapağını açıp içindekilere baktı. Peynir, zeytin, reçel, yumurta,
biber, domates, bal ilk gözüne çarpanlar olmuştu. Bunlarla güzel bir kahvaltı
hazırlayabilirdi. Mumları parçalara bölüp balkonun her yanına dağıttığı zaman o
sorun da çözülürdü. Kırmızı gül bulamazdı gecenin bir vaktinde ama saksıdaki
çiçekleri balkona koyabilirdi. Her şeyi hazırladığında salona geçip koltuğuna
oturdu. Saat üçü yirmi yedi geçiyordu.
Hazırlıkları tamamladığında üzerinde bunun
rahatlığı vardı ama yine de emin olamıyordu. Başaramayacağına dair çok büyük
bir korku vardı içinde. Saat ilerledikçe mutfaktaki küçük masayı balkona
çıkardı. Daha sonra masayı donattı. Mumları yanmaya hazır bir şekilde balkona
dizdi. Saatine baktığında fazla zamanının kalmadığını gördü. Artık hazırdı
korkudan bacakları titrese de.
Önce mumları yaktı daha sonra müziği
başlattı. Son bir kez masaya baktığında her şeyin hazır olduğunu gördü. O sabah
için en güzel takım elbisesini giymişti. Yüzüne büyük bir gülümseme yerleştirdi
ve seslenmeye başladı “ey güzel güneş, sana yalvarırım. Lütfen bu sabah gel ve
misafirim ol.”
“Ey güzel güneş” dedi adam yüzündeki
gülümseme giderek büyürken “lütfen gel ve kahvaltımı renklendir. Lütfen gel ve
anlamsız hayatımın anlamı ol.” Aslında güneşin gerçekte gelmeyeceğini çok iyi
biliyordu aynı onu çekemeyeceğini bildiği gibi. Ancak bu şekilde ona doğması
için fazladan bir sebep vermiş oluyordu. “lütfen güzel güneş sen yaşamsın ve
gel bu yaşlı bedene hayat ver. Sensiz yaşayamam ben” adam tam cümlesini
bitirdiği sırada her yer aydınlandı. O kadar aydınlandı ki etrafını göremez
oldu. Gözleri acımaya başladığında göz kapaklarını kapattı. Geldiği gibi bir
anda kayboldu ışık. Gözlerini açtığında karşısında beyazlar giymiş bir kadın
gördü.”
Uzun bir süre boyunca nefes alamadı.
Gözleri ardına kadar açılmış bir şekilde hemen karşısında beliren kadına baktı.
Bir zamanlar kesinlikle çok güzeldi. Ancak yüzü kırışıklarla dolmuştu ve
saçları beyazlamıştı. Yüzü o kadar çökmüştü ki kimse yaşını tahmin edemezdi.
Ancak elleri genç bir kızın elleri gibiydi. Bir şey onu yaşlandırmıştı belli
ki. O kırışıklarla dolu olan yüz o kadar ifadesizdi ki ona bakmak bile kanını
donduruyordu.
“Beni niye çağırdın?” diye sordu güneş
sert bir ses tonuyla. Göz kapaklarını kısmıştı ve oldukça sert bakıyordu.
“Ben, şey” adam güneşin ses tonunu duyunca
kekelemeye başlamış, hazırlamış olduğu tüm cümleleri karıştırmıştı “Senin için
çok endişeleniyordum. Bir daha asla doğmayacağından korktum hep.”
“Neler yaptığının da farkındayım. Sadece
sen çağırıyorsun diye geliyorum. Ancak bunu neden yaptığını bilmiyorum. Neden
sende herkes gibi değilsin” güneşin yüzüne bir gülümsemenin tohumları atılmıştı
sanki.
“Şu hayatta sevdiğim bir sen kaldın Güneş.
Sen de gidersen hiçbir şeyim kalmaz ve ben yaşayamam. Ölürüm ben” adam
konuşurken hatıraları gözlerinin önünden geçiyordu ve acı içinde büzülmüştü.
“Yaptıkların için minnettarım ama benimde
hiçbir şeyim kalmadı. Yok olmak o kadar güzel geliyor ki anlatamam. Ölmek hep
dinlemek istediğim bir masal gibi sanki. Tebrik ederim bir günü daha kurtardın
ama yarın ne olacak bilmiyorum. “Hoşça kal” dedi ve geldiği gibi bir anda
kayboldu.
Balkonda tek başına kalmıştı ama bu
yüzündeki garip gülümsemeyi silmeye yetmemişti. Masanın yanındaki
sandalyelerden birisine oturdu. Demek ki güneş şarkıları sevmişti. Sevmeseydi
gelmezdi. Bir yandan kahvaltısını yaparken bir yandan bundan sonra ne yapması
gerektiğini düşünüyordu. Belki yarın yine kahvaltı hazırlardı.
Kahvaltısını bitirmeden bayılma vaktinin
yaklaştığını gördü saatine baktığında. Sandalyesinden hızlı bir şekilde
kalkarak salona doğru ilerledi. Bayılıp yere düşmek istemiyordu. Kendini
koltuğa bıraktıktan sonra çok bir şey hatırlamadı. Koltuğa oturduğu zaman
soluğu oldukça hızlanmıştı. Daha sonra her yer karardı ve kendini zifiri bir
karanlığın içinde buldu. Dilek perisini bulmalıyım diye düşündü.
Karanlıkta bir süre boyunca ilerlemesinin
ardından genç bir kadın sesi duydu. “beni arıyorsun galiba” dedi ses neşeli bir
tonda. Sesi duyan adam dönüp baktı ve Dilek Perisi karşısındaydı.
Ne diyeceğini bilemedi bir süre boyunca.
Aklındaki cümlelerden herhangi birisini seçemedi. Karşısındaki kız herhangi bir
insanın olabileceğinden çok daha güzeldi. Onu görünce sadece seyretmek ve
hayran kalmak istiyordu ve onun gözlerine bakarak konuşmak mümkün değildi.
Sadece onu seyretmek bile bir insanın kurduğu tüm hayallerden daha büyüktü. Bu
yüzden Dilek Perisi konuştu “bugün güzel bir şey yaptın. Ancak hiçbir şey daha
bitmedi. İstersen sana neler olduğunu anlatayım. Bu gün karşılaştığın kadın
güneş değildi. Ondan ve evrendeki tüm yıldızlardan sorumlu ışık perisiydi.
Benim kardeşimdir. Kötülük onu zehirledi ve o ölüyor. Bizim yapabileceğiz
hiçbir şeyimiz yok.”
“Ben ne yapabilirim?” diyerek araya girdi
adam. Bunun üzerine kız gülümsedi. O gülümsediğinde sanki evrenler yeniden
yaratılıyordu.
“Bende bunu sormanı bekliyordum. Bilmen
gerekir ki sen harika bir insansın. Ne yapman gerektiğine gelince o zehrin tek
bir tedavisi var. Kaf dağında yetişen bir ot var. Görünce tanırsın onu, mor
yaprakları vardır. Onu alıp Işık Perisine yedirmen gerekiyor. Oraya biz
gidemeyiz. Kafdağı hayallerdedir sadece ve hayaller sadece insanlara aittir. Ne
yapacağını biliyorsun. Arkandaki kapıdan geç ve o otu bul. Bu arada lütfen
dikkatli ol” adam kızın işaret ettiği yere baktığında altın işlemeli bir kapı
gördü. Tam bu esnada Dilek Perisinin dudakları boynuna değip küçük bir öpücük
bıraktı ve peri ortadan kayboldu. Onun kokusu şu dünyadaki en güzel şeydi. Adam
kapıya doğru ilerledi.
Kapıdan geçtikten sonra kendini siyah
beyaz bir dağda buldu. Şiddetli bir şekilde kar yağıyordu. Öyle ki önünü bile
görmekte zorlanıyordu. Yerde biriken kar neredeyse dizlerine kadar geliyor ve
yürümesini oldukça yavaşlatıyordu. Hava oldukça soğuktu. Keşke daha kalın
giyinseydim diye düşündü ama içindeki bir ses elbiselerin hiçbir şeyi
değiştiremeyeceğini söylüyordu.
Karda yürümeye devam etmek akıntıya karşı
kulaç atmak gibiydi. Bazen çok şiddetli bir rüzgâr esiyor ve yerdeki karın
içine gömülüyordu. Kalkmaya çabalaması bile onun için fazlasıyla yorucuydu. O
kadar üşüyordu ki hiçbir şeyi düşünemiyordu. Bunun vermiş olduğu rahatlık da
vardı. En azından korkmuyordu. Zaten kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı. En kötü
ihtimalle ondan güzel bir buzdan heykel olurdu ve bu düşüncenin etkisiyle
gülümsedi.
Kara bata çıka biraz daha ilerledi.
Başaramayacağının korkusu yüreğine kadar inmişti. Başaramazsam kaybedecek bir
şeyin yok diye teselli ediyordu kendini. Siyah beyaz bir dünyada ne kadar
ilerlemesi gerektiğini bilmiyordu. Zaten renklerin olmaması onu yeteri kadar
huzursuz ediyordu ve bir an önce geri dönmek istiyordu.
Biraz daha ilerledikten sonra bir kadın
sesi duyduğunu zannetti. Ses o kadar uzaktan geliyordu ki tanıyamamıştı. Rüzgâr
uğultuları arasında bir ses duymasının ihtimali yoktu aslında. Sesi tekrardan
duyduğunda emin olmak için arkasına baktı ve döndüğünde ölen eşini gördü.
Öyle bir andaydı ki yirmi yıl boyunca onun
fotoğraflarına bile bakmamıştı. Şimdi ise karşısında durmuş gözlerinin içine
bakıyordu. Bir saniye bile yaşlanmamıştı. Koşup ona sarılmak istiyordu ama bir
gariplik vardı, o ölmüştü. Onu toprağa kendi elleri ile vermişti.
“Gitme” dedi karısı “bir daha terk etme
beni.” O terk gitmemişti ki. Hep beklemişti ve yaşamaya çalışmıştı. Bunlar
gerçek değildi. Hem karşısındaki karısı olsa renkler olurdu. “Gitme” diye
tekrarladı karısı “bir daha terk etme beni.” “Sen gerçek değilsin” diye
haykırdı adam ve yukarıya doğru koşmaya başladı. Arkasından karısının “gitme”
dediğini duyuyordu. Zaman kaybedemezdi. Güneşi kurtarması gerekiyordu.
Çok uzun bir süre boyunca karısının sesini
duymaya devam etti. Defalarca kez onun yanına dönmek istese de bir şekilde bu
isteğini dizginledi. Defalarca kez geri adım atması, duraklaması da hep bu
yüzdendi. Kaf dağının zirvesine vardığında soluk soluğaydı. İleriye doğru
baktığında bambaşka, rengârenk bir dünya görüyordu. Hayretler içinde seyretti
bulutların mor olduğu o dünyayı. Kar durmuş, güneş açmıştı. Yere doğru baktığı
zaman dilek perisinin bahsettiği mor yapraklı otu gördü. Onu kopardığı zaman
karşısında bir kapı oluştu. Artık eve dönme vakti gelmişti.
Kapıdan geçtikten sonra ışık perisinin
karşısındaydı. Loş bir odada eskimiş bir yatakta yatıyordu. Ellerini karnının
üzerinde birleştirmiş ve gözlerini kapatmıştı. Oldukça yavaş bir şekilde nefes
alıyordu. Onun fazla zamanının kalmadığını düşündü. Işık perisine doğru
ilerledi hızlı adımlarla. Bir eliyle perinin ağzını araladı diğer eliyle cebine
koyduğu otu çıkardı. Otu perinin ağzına doğru uzatırken bir şey eline dolandı
ve onu geriye doğru fırlattı. Havada geriye doğru giderken son gördüğü simsiyah
giyinen bir kadının ona baktığıydı. Yere çarptığında küf kokulu bir zindanda
olduğunu fark etti.
Yerde yatarken çarpışmanın şiddeti
yüzünden doğrulmakta zorlanıyordu. Tam kendini toparlamış ve kalkmaya hazırken
şeytani bir kahkaha duydu ve sesin geldiği yere baktığında siyah giyen kadını
gördü. Elinde siyah çelikten bir kılıç tutuyordu. Kılıcını adama doğru savurdu.
Adam ise kendini diğer tarafa doğru fırlatarak kılıçtan kurtuldu.
Adam hızlı bir şekilde kalkmaya çalışırken
siyah giyen kadın tekrardan kahkaha attı ve kılıcını savurdu. Adam dizlerinin
üzerinde doğrulmaya çalışırken gelmişti kılıç. Sol omzunun birkaç parmak
aşağısında boydan boya bir kesik oluştu ve kan solu boyunca akmaya başladı.
Siyahlı kadın ise gülüyordu “oyunlarımızı
yeteri kadar bozdun” dedi “şimdi yaptıklarının bedelini ödeme vakti geldi.”
Kılıcını tekrar savurdu ve tekrar. Her seferinde adamın tenine ufak bir kesik
daha atıyordu. Adamın onu savunacak hiçbir şeyi yoktu ve siyahlı kadın bununla
çok eğleniyordu.
Fazlasıyla kan kaybetmişti ve daha fazla
direnecek gücü kalmamıştı. Bunun farkında olan kadın son bir hamle için
hazırladı kendini. Kılıcı iki eliyle sıkıca kavradı ve olanca gücüyle savurdu.
Sonunun geldiğin farkında olan adam ise sonu görmemek için başını yana doğru
çevirdi ve kılıç boynuna çarptı.
O an öyle bir olay oldu ki buna kimse
inanamadı. Tam dilek perisinin öptüğü yere çarpan kılıç parçalara ayrıldı. Adam
ve kadın şaşkınlıklar için kıpırdamadan durdu. Etrafındaki kırık kılıç
parçalarını fark eden adam en keskin kısmını sağ eliyle kavradı ve kadına doğru
atıldı.
Bu hareketi beklemeyen kadının şaşkın
bakışları arasında adam kılıcı kadının karnına sağladı ve yukarıya doğru çekti.
Daha sonra sağa doğru çekip kadını geriye doğru itti. Kadın tek bir ses bile
çıkaramadan yere yığıldı. Ardından güçsüz düşmüş adam kendini karanlığa
bıraktı.
Gözlerini açtığında Işık Perisinin
yatağında yatıyordu ve Işık perisi onun elini sıkıca tutuyordu.
…
Aslında yaşlı adamın başına gelen her şey
kötü kraliçenin güneşi veya Işık Perisini öldürüp evreni karartma planının bir
parçasıydı. Eğer yaşlı adam araya girmemiş olsaydı başaracaktı da. Onun başına
gelen ve ailesinin ölümü ile başlayan her şey onların eseriydi. Size tüm
dünyayı karşısına alıp mücadele eden bir adamın hikâyesini anlattım.
Adamın ütün çabalarının sebebi ise aşktı.
O güneşe büyük bir aşkla bağlıydı. Aynı zamanda bu aşk onu hayata da
bağlıyordu. Hiçbir amacı kalmadığı zaman bile aşk için yaşamış ve sonunda onun
için ölmeyi göze almıştı. Hissettiklerini herhangi bir şekilde, herhangi birine
anlatması mümkün değildi. Ölmeyi göze almıştı ya kraliçe öldükten sonra kötü
kral onun peşine düşecekti. Ancak bunun önemi yoktu. Aşk için atan bir kalbi
kimse durduramazdı.
Size aşkın farklı bir biçimini anlatmak
istedim. Bilin istedim, görün istedim aşkın sadece insanlara karşı olacak kadar
küçük olmadığını. Anlayın istedim.