Bir umut masalı

 


İnsan çok büyük bir evrende yaşardı. O kadar büyüktü ki evren insan bu hiçbir zaman anlayamadı. Evrenin içinde ufacık bir nokta bile değildi dünya ve o bile insan için fazlasıyla büyüktü. Bu kadar büyük bir evrende insan kendisi gibi milyarlarca farklı kişiyle yaşadı ama gariptir ki insan hep yalnız olduğuna inandı. Her zaman insanın yanında birileri vardı ama onları asla görmedi.

Kişi hep yalnız olduğunu düşündü çünkü yüreğinin derinliklerinde kimse yoktu. Her birey beyninde veya kalbinde tek başınaydı ve bunun baki kalacağını düşünürdü. Oysa o yapayalnız, kurak yere başkalarını da gelebilirdi. Ancak insan başka birisinin ruhuna ulaşmanın yolları uzun zaman önce unutmuştu. Herkes kendi içine kapanır, bilincinin ıssız sokaklarında hıçkıra hıçkıra ağlardı. Kişi yalnız kaldığı müddetçe hep gece olurdu ve hep yağmur yağardı.

Ancak kocaman bir evrende kocaman bir dünya insana asla yetmezdi. Hissettiği yalnızlık o kadar büyük olurdu ki evrene sığmazdı insan. Kendi içinde kapana kısılmış, zincirlenmişti ya hani evrende de aynı hissederdi. İnsanın yalnızlığı kendi içinde başlardı ve kâinata yayılırdı. Tam da bu noktada insanın hayal gücü ortaya çıkardı ve kişiye daha büyük bir evren oluşturma fırsatı verirdi. Masallarda bu ihtiyaçtan ortaya çıkardı. İnsan daha sınırsız bir yerde yaşamak isterdi ve masalların bir sınırı yoktu. Bu sebeple masal evreni akla gelebilecek her şeyden daha büyüktü. İnsan sadece masallarda özgür olabilirdi.

Şimdi size sınırların olmadığı bir masal anlatacağım. Lütfen dikkatlice dinleyin.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde adam tek başına oturduğu koltuktan kalktı. Derin bir nefes alıp yürümeye başladı. Uzun zamandır aynı koltukta oturduğu için her yeri ağrımıştı. Artan ağrılarını ilerleyen yaşına bağladı. O gençken hiç böyle sorunları olmazdı. Ancak şimdi sızlayan kemikleri ona hem yaşını hem de sınırlarını hatırlatıyordu.

Ayağa kalktıktan sonra kapının pervazına tutunup sağa ve sola döndü. Kıtırdayan kemikleri anlık bir ağrı yaysa da bir parça olsun rahatlama sağladı. Salondan çıktıktan sonra kısa adımlarla mutfağa doğru ilerledi. Sabaha az kalmıştı ve daha yapacak çok işi vardı. Önce kahvaltı yapmalı sonrasında ilaçlarını içmeliydi. Kahvaltı yapmadan günün sonunu göremezdi büyük ihtimalle.

Demliğe biraz su koyduktan sonra ocağı yaktı. Suyun kaynamasını beklerken buzdolabını açıp biraz peynir çıkardı. Küçük bir tabağa biraz vişne reçeli koyduktan sonra ufak bir domates yıkadı. Zeytin tabağını da yerleştirdi küçük masasına. Daha sonra bir parça buğday ekmeği alıp çayı demledi ve küçük iskemlesine oturup onun demlenmesini bekledi.

Kahvaltısını hiç acelesi yokmuşçasına yaptı. Hayatta keyif alabileceği pek bir şey kalmamıştı ve bu yüzden kahvaltının keyfini çıkarmaya çabaladı. Demli çayını yavaşça içti. Ağzı buruşurken pek bir şey düşünmedi. Zaten geriye çok fazla düşünecek bir şey kalmamıştı. Düşünmek istese de yapamazdı artık. Sadece geçmişin rüzgârlarına kapılıp gidebilirdi. Ama artık geçmiş onu kabul etmiyordu. Geleceğe doğru baksa ne kadar yaşayacağı da belli değildi. Kahvaltısının ardından ilaçlarını içerken bunları düşündü. Gelecek de kabul etmiyordu onu.

Mutfaktan çıktıktan sonra banyoya doğru yürümeye başladı. Çok büyük bir evi yoktu onun. İki oda bir salon, yalnız bir adam için fazlasıyla yeterliydi. Ayrıca evi en üst kattaydı. Bu ona sokaktan ve hayattan uzaklaşma fırsatı sunuyordu. Ayrıca evinin büyük, güzel bir balkonu vardı. Balkon ona uzaklaştığı hayatı seyretme fırsatını sunuyordu. Hayattan çok uzak kalamıyordu ve gideceği yer balkonuydu.

Balkona çıktığında önce terliklerini giydi ve ardından balkonun pervazına doğru yürüdü. Pervazın yanına vardığı zaman, ki çok fazla yürüme mesafesi yoktu aralarında, avuç içlerini pervaza dayayıp şehri seyretmeye başladı. Şehrin en çok bu halini seviyordu; sessiz, kimsesiz ve savunmasız. Geceleri uykuya dalıyordu şehir ve büyük ihtimalle rüya görüyordu. Şehrin rüyasında ne gördüğünü merak etti o an “acaba o da geçmişini görüyor muydu? Acaba şehrin de değiştiremediği bir geçmişi var mıydı?” diye sordu kendine. Cevap gelmeyeceğini bilmesine rağmen ihtimalleri hesapladı oysa olasılıklara inancı kalmamıştı.

Bir anda kendini şehrin gökdelenlerine bakarken bulmuştu. Onların karanlığı bölen ışıklarının etrafında dönen martıları seyretti bir süre boyunca. Kuşların sahte bir ışığın etrafını durmaksızın tavaf etmeleri içini acıtmıştı. O kuşları seyrederken bir anda konu değişmiş ve kendini aynı metafor üzerinden insanları ve hayatı sorgularken bulmuştu. Evet, herkes sahte, yapay bir ışığın etrafında dönüp duruyordu etrafları karanlıkla çevrili olmalarına rağmen. Bu karanlıkta yaşamanın bir anlamı yoktu ona göre. Ancak yaşamamanın da bir anlamı yoktu.

Biraz daha şehri izledikten sonra saatine baktı ve artık zamanı geldi diye düşündü. Yere eğilip görünmeyen bir halat aldı. Daha sonra tekrardan doğrulup derin bir nefes aldı. Her sabah olduğu gibi yeniden başlamıştı zorlu mücadelesi. Görünmeyen ipi elinde tutarken avucunu açıp tanrıya yardımcı olması için dua etmeye başladı. İçinde başaramayacağına dair o kadar büyük bir korku vardı ki dua etmek haricinde hiçbir şey azaltamıyordu içindeki korkuyu. Ya başaramazsam ile ilgili düşünceler zihnini doldurmuştu. Başaramazsa eğer dünyanın sonunun geleceğini, yaşamın o an biteceğini çok iyi biliyordu.

Görünmez ipin ucunu havada birkaç tur çevirdikten sonra ileriye doğru fırlattı. Bir süre boyunca ipin havada ilerlemesini seyretti. Daha sonra ip istediği yere gitmeyip aşağıya düşünce yüzünde büyük bir üzüntü ifadesi oluştu. Yaşlanıyordu ve yaşlandıkça da güçsüzleşiyordu. Eskiden ilk seferde başarılı olurdu ama şimdi tekrar ve tekrar denemesi gerekliydi. Tekrar ve tekrar denedi. Her başarısız olduğunda içindeki korku giderek arttı. Bir gün gelecek ve başaramayacaktı, bunu çok iyi biliyordu ama o günde değildi ve tekrar denedi.

Altıncı denemesinde artık yorgun düşmüştü. Ancak son seferinde halatın çok uzağa gittiğini biliyordu. Şimdi halatın güneşin etrafına dolanması için dua edecekti. Eğer halat güneşin etrafına dolanmazsa denemeye devam edecekti. Ancak şanslıydı ve başarmıştı. Şimdi sıra bütün gücünü kullanarak güneşi çekmeliydi. O çekmezse eğer güneş doğmazdı. Bundan yıllar önce güneşin doğmak için bir nedeninin kalmadığını görmüştü rüyasında. O geceden beni her alacakaranlıkta bu ayini tekrarlardı. Güneşe doğması için fazladan bir sebep vermesi gerekiyordu.

Sıra güneşi çekmeye gelmişti ve en zor olanı da buydu. Yaşlanmıştı ve güneşi çekmek gittikçe zorlaşmıştı. Ayaklarını yere sertçe basıp hafifçe eğildi ve tüm gücüyle çekmeye başladı. Sanki güneş gelmemek için direniyordu ve onu ikna etme zamanı gelmişti. “Ey güzel güneş” dedi sevecen ve anlayışlı bir tonda “sen olmasan bu hayatın hiçbir anlamı kalmaz inan bana. Milyarlarca canlı karanlıkta kalır ve biz karanlıkta yaşayamayız. Sensiz devam edemeyiz. Sana yalvarırım lütfen gel.”

Güneşin direnci bir parça kırılmıştı ve onun yaklaşmaya başladığını hissediyordu. Ancak o yalvarmaya devam ediyordu “Ey güzel güneş, seni çok seviyoruz. Her sabah seni gökyüzünde görebilmek kadar güzel bir şey yok şu hayatta. Mutluluğumuzsun sen. Lütfen bizi bırakma” yalvarmaya başladığında kelimelerinin arasında boşluklar yerleşti. Güneşe yakarırken bir yandan da geçmişini düşünüyordu. Bir zamanlar çok hastalanmıştı ve ayağa kalkacak gücü bile kalmamıştı. Ancak yattığı yerden ona yalvarmayı sürdürmüştü. Güneş doğmuştu ama renkler yoktu. Gri bir dünya vardı ve o dünya çok korkunçtu. O zaman anlamıştı yaptığının ne denli önemli olduğunu.

O günden beri ne kadar hasta olursa olsun mevsimlere aldırmadan her gece sabaha karşı çıkmıştı balkonuna. Güneşi çekmeye devam ediyordu ve tüm kasları çoktan ağrımaya başlamıştı. İçinden sürekli olarak biraz daha dayanması gerektiğini tekrarlıyordu kendine. Artık az kaldığını biliyordu “ey yüce güneş” dedi “sana yalvarırım” belki de dünya üzerinde güneşe sevgi sözcüklerini söyleyen bir o vardı ama o bile yeterli olabiliyordu belki. Yarın ne durumda olacağını, bedeninin izin verip vermeyeceğini bilmiyordu. Zaten yarını düşünerek hareket edemezdi.

Artık güneş kendi başına yükselmeye başladığında attığı görünmez halatı balkonunda topladı. Kendini o kadar yorgun hissediyordu ki biran önce uyuması gerekliydi. Ancak emin olmak için güneşin ilk ışıklarını görene kadar bekledi. Işıkları görmezse eğer başardığından emin olamazdı. Başarmış olmak ona inanılmaz bir mutluluk veriyordu. Sadece bunun için bile devam edebilirdi. Bir günü daha kurtarmıştı. Sıra uzanmaya ve uyumaya gelmişti. Her sabah böyle olurdu. Erkenden uyur ve güneş batana kadar asla uyanamazdı. Yıllardır görmemişti güneşin ışıkları altındaki dünyayı.

Tekrardan salona geçtiği vakit artık fazla zamanının kalmadığını biliyordu.

Koltuğuna uzandı ve beklemeye başladı. Fazla düşünmemeye çabaladı. Nasıl olsa düşünceleri yarım kalacaktı. Gözlerini kapatacak ve saatler sonra açacaktı. Aslında o uyumuyordu, bayılıyordu. Eskiden güneşin doğmasını sağladıktan sonra hemen yatmazdı. Ancak o zamanlarda bayılmaya devam ederdi. Ayaktayken bir anda yere düştüğü, kendini ciddi bir şekilde incittiği çok olmuştu. Zarar görmemek için uzanırdı. Gözlerini kapattı ve düşünmemeye çabalamaya devam etti.

Bir an içinde göz kapakları kapandı ve nefes alışverişi yavaşladı. Simsiyah bir hiçlikteydi. Buraya sıklıkla gelir ve hiçbir şey yapmadan otururdu. Bazen ise bir şeyler olurdu. Uyandığında çoğunu hatırlamazdı gördüklerinin. Birçok insan rüya derdi yaşadıklarına, bazılar içinse kâbustu. Onun için ise hatırlamadığı yaşanmışlıklardı sadece.

Bir anda karşısında altın rengi bir kaldırım belirmişti. Aslında kaldırımın sadece üzerinde olduğu kısmı altın rengiydi. Geriye kalan yerler ise renksizdi. O ilerledikçe renkleniyordu kaldırım ve sonra tekrardan renksizleşiyordu. Çok garip hissediyordu kendini. İleriye doğru yürüdükçe renksiz dünyadan ne kadar korktuğunu hatırladı. Siyah, beyaz bir hayat yaşamak istemiyordu. İlerlemeye devam ettiğinde kaldırım genişleyip büyük bir meydan halini aldı. Meydanın etrafı zifiri siyah binalarla çevriliydi. Meydanın tam ortasında beyaz, eski model bir araba duruyordu O arabayı tanıyordu. Hatta çok iyi tanıyordu. Arabaya doğru hızlı adımlarla yaklaştığı sırada beyaz bir ışık her yeri kapladı. Tam bu sırada şiddetli bir çarpışma sesi duydu. Işık kaybolurken arabanın parçalanmasını seyretti.

Araba parçalandıktan sonra bir karanlık bulutu her yeri kapladı. Karanlık gittiğinde iki tane mezarın yanı başındaydı. Mezar taşlarında isim yoktu. Sadece tarih vardı “13.03.1993” tarihi gördüğü zaman dizlerinin bağı çözüldü ve yere kapaklanıp ağlamaya başladı.

Ne kadar süre boyunca ağladığını bilmiyordu. Sadece içindeki acı dinmedi. Acısı dinmedikçe de durduramadı gözyaşlarını. Sanki bir şey kalbinin derinliklerine girmiş ve onu parçalamaya çalışıyordu. Sanki o şey canını almak istiyordu. Acısı o denli artmıştı ki yerde yatıp kıvranmaya başlamıştı. Tam bu sırada hemen arkasından gelen bir uluma sesi duydu. Dönüp baktığında büyükçe kahverengi bir kurt gördü.

Kurt ile arasında fazla bir mesafe yoktu. Onun gözlerinin içine bakıyordu ve bu bakışma içinde büyük bir korku oluşmasını sağlıyordu. Onun sivri dişlerine, kırmızımsı gözlerine bakarken ne yapacağını bilemiyordu. Kaçmaya kalksa onu kolaylıkla yakalayabilirdi. Hep beklediği sonun bu şekilde olması oldukça ironikti.

Bir süre boyunca bakıştıktan sonra kurt ona doğru birkaç adım atıp yere oturdu. Galiba ona saldırmayacaktı. Hatta duruşu oldukça dostçaydı. Bir parça olsun rahatlamıştı. Daha sonra kurt başını sağa doğru çevirdi ve baktığı yönde altın rengi bir kaldırım oluştu. Kurt tekrardan adama baktıktan sonra kaldırıma doğru ilerlemeye başladı.

Uzun bir süre boyunca takip etti kurdu. Kurt onu takip edebilmesi için bazen hızlanıyor adam geride kalınca yavaşlıyordu. Arada onu takip ettiğinden emin olmak için durup geriye doğru bakıyordu. Kurt durup yere oturduğunda yemyeşil bir bahçenin içinde buldu kendini. Etrafında her yerde rengârenk çiçekler vardı. O kadar güzel bir koku vardı ki çevresinde büyülenmiş gibi hissediyordu.

Adam çiçeklerin arasında dolaşırken kurt tekrardan uludu. O tarafa baktığında parçalanan güneşi gördü. Sanki dağılıyor, yavaşça kayboluyordu güneş. O kayboldukça tüm çiçekler soluyordu. Öyle bir zamandaydı ki her şey sırası ile yok oluyor, tüm renkler soluyordu.

Güneşin yok olmasını kısa bir süre boyunca daha izledi. Sonrasında her yer tekrardan karardı. Ne yapacağını bilemez halde beklerken kurt tekrardan uludu. O tarafa baktığında ahşap bir kapı gördü. Kapıyı açıp içinden geçtiğinde gözlerini açtı. Salonda, koltuğa uzanmış bir haldeydi ve hava kararmıştı.

Koltukta uyumayı sevmiyordu. Uyandığı zaman her yanında ağrı oluyordu. Yaşlandığının göstergelerinden biriydi bu. Bazı zamanlar uyku bile ağır geliyordu ona. Öyle ki artık giderek zorlaşıyordu yaşamak. Her ne kadar uyanmış ve gözlerini açmış olsa da aklı rüyasında gördüklerindeydi. Her zaman rüya görürdü o ancak rüyaları zenginleşmiş ve detaylanmıştı.

Eski arabasını görmüştü rüyasında. Mezar taşları eşine ve oğluna aitti. Tarih onların ölüm tarihiydi. Arabanın parçalanması onların geçirdiği trafik kazasını gösteriyordu. Hem karısını hem de oğlunu kaybetmişti o kazada. Bir kendisi sağ çıkmıştı o arabadan. Çok dilemişti ölmeyi ama bir türlü becerememişti. Onlar olmadan yıllar geçmişti. Kaç yıl geçtiğinin bir önemi yoktu aslında. Bilmiyordu da. Tüm takvimleri atmıştı. Asla gazete okumaz, televizyon seyretmezdi aynı nedenle. Zamana baktığı her seferinde hatırlıyor ve hatırladıkça da yaşayamıyordu.

Bir süre boyunca daha koltukta oyalandıktan sonra kalktı ve yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Kafasındaki düşüncelerden kurtulmalıydı bir an önce. Hatırlayarak yaşayamazdı. Bu yüzden atmıştı tüm fotoğrafları, onlardan kalan tüm eşyaları. Bir süre boyunca geçmişine tutunmaya çalıştı hep. İşten eve geldiğinde akşam karısı ve çocuğuyla konuştu satırlarında. Her akşam sayfalar dolusu yazdı konuşmalarını ve her akşam canı o kadar yandı ki tüm sayfaları yırttı. O şekilde yaşayamıyordu. Geçmişine tutunmaya ne kadar çabalarsa çabalasın yapamıyordu.

Geçmişte olmak istedikçe şimdiki zamanı kaybediyordu. Şimdi gittikçe gelecekte kaçıyordu ellerinin arasından. Bu yüzden ölmeliydi. Çok düşündü intihar etmeyi. Ancak o inançlı birisiydi ve ölmeyi başaramıyordu. Güneşi kurtarma görevini alana kadar her gün düşündü ölümü. Belki rüyalarında görebilseydi karısını veya çocuğunu, duyabilseydi seslerini bu hale gelmezdi.

Banyoya girdiğinde lavabonun yanına gidip musluğu açtı. Daha sonra iki eliyle lavabonun kenarlarından tutup başını soğuk suyun altına soktu. Daha fazla düşünmemeliydi. Düşünürse eğer sabah olduğunda güneşi çekecek gücü kendinde bulamazdı. Eğer güneşi çekemezse anlamı kalmazdı yaşadıklarının.

Bir süre daha suyun altında kaldıktan sonra saçlarını kuruladı. Zaten çok fazla saçı olmadığı için kısa sürdü kurulama işlemi. Daha sonra mutfağa gitti. Karnı acıkmıştı ve bir şeyler yemeliydi. Dolaptan dün yaptığı çorbayı çıkardı bir de makarnayı aldı. Ona yeterdi, zaten fazla yemezdi o. Yemek yemesinin de bir anlamı yoktu eşinin o güzel yemekleri olmadıktan sonra. Tekrardan düşünmeye başlamıştı ve beyninin bu şekilde çalışmasından nefret ediyordu. Avucunun içiyle kafasına birkaç kez vurdu belki zihnin çalışmayı bırakır diye ama bu hiçbir işe yaramadı.

Yemeğini yedikten sonra daha fazla evde kalmak istemediğini fark etti. Önünde oldukça uzun bir gece vardı ve geceyi evinde düşünerek geçirmek istemiyordu. Masadan kalktıktan sonar elbisesini giydi. Eski zamanların alışkanlığıydı ve o her zaman takım elbise giyerdi. Her şey garipti aslında. Aynaya baktığında kendini tanıyamazdı çoğunlukla. Evden çıkmadan önce tekrardan aynaya baktı ve tekrardan tanıyamadı. Çıkmadan önce ayakkabılığın yanında duran bastonunu da aldı. Ona çok fazla ihtiyacı olmazdı ama bazen dengesini kaybettiği olurdu. Böyle zamanlarda baston güzel bir kurtarıcıydı.

Evinden çıktıktan sonra merdivenlerden aşağıya doğru indi. Asansörü kullanmayı pek sevmezdi. O kadar farklı bir durumdaydı ki merdivenlerden aşağıya doğru indikçe sanki düşüncelerinde de derinliklere doğru yolculuk yapıyordu. Hep kaçtığı o geçmiş karşısındaydı ve ondan kaçamıyordu. Ona bakıyor, onu görüyor ama ona dokunamıyordu. “Artık bitsin” diyordu sürekli olarak. Daha fazla acı çekmek, daha fazla kendini kandırmak istemiyordu.

Apartmanın dış kapısına geldiğinde kapıyı açtı ve bir anda her yer karardı. Kapının pervazından geçtikten sonra karlı bir tepedeydi.

Kar oldukça hızlı yağıyordu ve hava fazlasıyla soğuktu. Bir anda kendini soğuğun içinde bulmak kendini oldukça garip hissettirmişti. Üşüyordu, hatta donuyordu. Donmamak için hareket etmesini bilecek kadar çok yaşamıştı hayatı ve hızlı bir tempoda yürümeye başladı. Nerede olduğuna veya neden burada olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu ama bunları düşünmedi. Önemli olan yaşamasıydı.

Bir süre daha ilerledikten sonra ki yürüme hızı diz kapaklarına yaklaşan kar yüzünden oldukça zayıflamıştı içindeki bir ses ona asla vazgeçmemesi gerektiğini söylüyordu. O da devam etti her zaman yaptığı gibi. İleride ahşap bir ev görüyordu ve ona ulaşması gerekliydi.

Evin kapısının önüne geldiği zaman daha fazla yürüyemeyecek haldeydi. Soğuktan donmaya yüz tutan parmaklarını hareket ettirmek zor olsa da kapıya iki kere vurdu. İçeriden hiçbir ses gelmeyince elini kapı koluna uzatıp açtı.

Kapı açıldığı zaman ilk gördüğü şey ışıktı. İçerisi fazlasıyla aydınlıktı ve bembeyazdı. Gözleri ışığa alışana kadar geçen zamanda gözlerini kıstı. Evin içi çok büyüktü ve içinde hiçbir şey yoktu. Sadece kocaman bir oda vardı. Odanın ortasında eski bir sallanan sandalyeye oturmuş genç bir kız ona bakıyordu. Kız oldukça güzeldi hatta şimdiye kadar gördüğü en güzel kızdı. Kızıl saçları beline kadar inerken rengârenk elbisesi ile tüm bakışları kendine çekiyordu ve kız gülümsüyordu.

“Hoş geldin” dedi kız. Sesi o kadar güzeldi ki onun sesini duyan birisi tüm sorunlarını unutup onu hayran bir şekilde dinleyebilirdi hayatı boyunca. “Zorlu bir yoldan geldin. Lütfen otur, dinlen biraz” kızın eliyle işaret ettiği yerde çok güzel bir koltuk belirdi.

Adam hemen arkasında beliren koltuğu gördüğünde oldukça şaşırdı. Ancak söyleyecek söz bulamadı. Ancak “neredeyim?” veya “sen kimsin?” demesinin anlamı olacağına inanmıyordu. Bunların haricinde söyleyebileceği her şey zaten tamamıyla anlamsızdı. Kızın gözlerinin içine bakarken “20 yaşından daha fazla olamaz” diye düşündü. Tam bu anda kız tekrarda gülümsedi ve odanın içi bir anda ısındı.

“Soruların var biliyorum” dedi kız “merak etme hepsini cevaplayacağım. Sadece biraz dinlen, nefes al, rahatla. Bana dilek perisi derler. Gerçek adımın çok bir önemi yok. Aynı dileği o kadar fazla diledin ki onu gerçekleştirmek istedim” kızın yüzü bir anda ciddileşmişti. Bakışları keskinleşmiş bir jilet edasına bürünmüştü.

“Artık bitsin diye tekrarladın defalarca. Acını, sebeplerini, neler hissettiğini biliyorum. Hatta senin bilmediğin birçok şeyi biliyorum. Dileğini duydum ve onu kabul ediyorum. Bundan sonra hayatında bazı şeyler değişecek. Asla öğrenmemen gerekenleri öğrenecek ve bileceksin. Bu yol senin için oldukça zor olacak ama eğer başarırsan istediğin her şeye kavuşacaksın” diyerek konuşmaya devam etti kız. Ses tonu buzullar kadar soğuktu.

Adam ise kızın konuşmalarını şaşkınlık içerisinde dinlemeye devam etti. Kız cümlesini bitirdiğinde “kabul ediyorum” dedi bir an bile düşünmeden yeni bir umuda sahip olmanın heyecanıyla.

“Sana sadece şunu söyleyebilirim. Yaşadıkların güneş ile alakalı ve onun sonu gelecek. Güneş ölüyor bunu sende çok iyi biliyorsun. Belki çok geç kaldık ama bunu düşünmek bile istemiyorum. Hala zaman var ve unutma karşındaki kötülük tahmin ettiğinden çok daha büyük” dedi kız yüzünde acıyla karışık bir merhamet ifadesiyle.

“Peki ya benim ne yapmam gerekecek?” adam heyecandan titreyen sesi ile konuşmuştu. Bir yandan da içini büyük bir korku sarmıştı. Ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini bilmiyordu ve bu bilinmezlik onun tüm düşüncelerini kaplamıştı.

“İnançlı olmalısın ve asla vazgeçmemelisin. Şimdi evine dön ve güneşe güzel bir karşılama hazırla. Unutma onu senden başka kimse umursamıyor, onun senden başka kimsesi yok. Bir dilek diledin ve bende onu gerçekleştirdim. Artık her şey senin elinde” dilek perisinin yüzünde tekrardan çok güzel bir gülümseme yerleşti. O gülümsediğinde aklındaki tüm soruları unuttu ve sadece onun güzelliğini seyretti.

Dilek perisinin “hadi git” dediğini duyduğu sırada bir anlığına her yer karardı ve hemen sonra tekrardan aydınlandı. Apartmanın dış kapının önünde duruyordu ve “güneşin hayatını kurtarmalıyım” diye bağırdı. Sonrasında merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başladı. Güzel bir kahvaltı hazırlamalıydı güneş için.

 

 

Bir umut masalı, ikinci bölüm

Evren o kadar büyüktü ki herhangi bir insanın onun büyüklüğünü anlama ihtimali yoktu. Düşüncelerinde bile tasarlayamazdı onun büyüklüğünü. İki şehir arasındaki mesafeye uzak derken iki galaksi arasındaki mesafe elbette insan için anlamsızdı. Aslında sonsuz büyüklükteki bir evrende yaşayan insan için sınırlar kendi yaşam alanından ibaretti.

Aslında evren ne kadar büyük olursa olsun insan etkileşime girdiği alanda yaşardı. O alanın dışarısında ne olursa olsun insan için yeteri kadar önemli değildi. Bu yüzden evrene sığamazdı insan. Çünkü onun evreni kendi yaşam alanıyla sınırlanmıştı. Etrafına ördüğü duvarların arasında bir hapis hayatı yaşardı. Duvarların dışında kalan bölümü ise hayal gücü ile doldururdu çünkü oraları göremez, bilemez, yaşayamazdı. Ancak bir hapis hayatı yaşadığı için evrenini büyütmesi gerekiyordu.

Bu şekilde erişemediği soyut bir gerçeği somutlaştırırdı. Bu somutlaştırmanın bir diğer ismi ise masallardı. Evet, masallar somut bir gerçeklikti. Onlara dokunulamaz, koklayanamazdı ama aynı zamanda sevilebilir veya acı çekilebilirdi. Masalların gerçekliği başka hiçbir şeye benzememeyecek biçimde farklıydı. Onlar asla ulaşılamayacak bir imkânsızlıkta yaşanırdı. Öyle ki masallarda yaşanan bir olayı hisseder, düşünür, yaşardı ama onlara dokunamazdı insan. Bu yüzden masalların gerçekliği sadece kendine aitti. Ancak bazı zamanlarda gerçeklikler kesişir ve yer değiştirirdi. Size anlattığım tüm masallar bu kesişim noktasında yaşanmıştı.

Lütfen dikkatlice dinleyin yaşlı bir adamın masalını ve hayata farklı bir gözle bakmaya çalışın.

Adam evine geçip koltuğuna oturduğu sırada yaşadıklarını düşünüyordu. Birisi ona yaşadıklarını anlatsa kesinlikle inanmazdı. Ancak her şeyi kendisi deneyimlediği için inanmama şansı kalmamıştı. Peri ve anlattıkları, kısaca her şey onun hayal gücü için bile fazlaydı. Anlamakta zorlanıyordu aslında. Bundan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Güneşi nasıl kurtaracağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Ancak önemsemedi bunları. Peri ona bir yolunu bulacağını söylemişti o da çok endişelenmedi.

İçindeki büyük korkuya rağmen aynı büyüklükte bir heyecanda taşıyordu. Çok uzun zamandır hiç bu şekilde hissetmemişti. Sanki bir anda yirmi yıl gençleşmiş gibiydi. Bedeni izin verse saatlerce koşabilirdi. Ancak yaşlı bedeni ona engel çıkarmaya devam ediyordu. İçinde çok büyük bir enerji vardı ama nereden başlayacağını bilmiyordu. Bu bilinmezlik ise onu korkutmak için yeterliydi. İki tane birbirine tamamen zıt duygu hissediyordu. Bu sebeple kıpırdayamıyor, oturduğu eskimiş koltuktan kalkamıyordu.

Saat gece yarısını geçeli fazla olmamıştı. Bu da ne yapacağına karar vermesi için önünde oldukça uzun zaman olduğunu gösteriyordu. Aklında sadece güneş için çok güzel bir kahvaltı hazırlaması gerektiği vardı. Bunun haricinde başka bir şey yapması gerektiğini biliyordu ama ne yapacağına dair en ufak bir fikri bile yoktu. Hatta o kadar uzun zamandır tek başına yaşıyordu ki güzel bir kahvaltının nasıl hazırlanacağına dair hiçbir fikri yoktu.

Eski zamanları hatırlamaya çabaladı. Eskiden eşine kahvaltı hazırlardı. Ancak onun üzerinden oldukça uzun zaman geçmişti. İlk önce bol çeşitli bir kahvaltı hazırlamalıydı. Ardından güzel bir çay demlemeliydi. Acaba güneş çay sever miydi? Belki de portakal suyu olmalıydı masada. Kahve de olabilirdi. Masada bir tek kırmızı gül de güzel olurdu. Elbette güzel mumlar da olmalıydı hatta balkonun her yanını mumlarla süslemeliydi.

Güzel bir müzik olmazsa olmazdı. Acaba güneş ne tür müzik severdi? Klasik müzik, jazz, blues, hangisi daha doğru bir seçim olurdu. Eski plakçalarını da balkona çıkartmalıydı. Acaba o çalışmıyorsa ne yapmalıydı? Eski bir radyosu vardı. Eğer radyoyu çalıştırırsa hangi radyo kanalını seçmeliydi? O kadar uzun zamandır radyo dinlememişti ki kanalları unutmuştu. Radyo da çalışmıyorsa oğlunun gitarı vardı. Belki birkaç şarkıyı hatırlayabilirdi. Sahi güneş nelerden hoşlanırdı.

Güneşin nelerden hoşlanacağını düşünürken farkında olmadan koltuğundan kalkmış ve salonun içinde tur atmaya başlamıştı. Sesli bir şekilde düşünüyor, bazen heyecanlandığında sesi oldukça yükseliyordu. En azından bir planı vardı ve o plan sayesinde korkularından bir parça olsun kurtulmuştu. Korkuları azalınca da içindeki enerjiye yenik düşmüş ve yerinde duramaz hale gelmişti.

Neler yapacağını kurguladıktan sonra sıra hazırlıklara gelmişti. İlk önce plakçalarını bulmalıydı. Onu diğer tüm atmaya kıyamadığı eşyalarla birlikte oğlunun eski odasına koymuştu. Daha sonra o odayı kilitlemiş ve bir daha oraya girmemişti. Orayı görmek bile acı veriyordu ve geçmişinden kaçarak o acıdan kurtulacağını düşünmüştü. Ancak şimdi o odaya girmesi gerekiyordu.

Odaya girebilmesi için ilk önce sakladığı anahtarı bulmalıydı. Anahtarı bulamazsa kapıyı kırarak açması gerekiyordu ancak bunun için yeteri kadar güçlü hissetmiyordu. Bu yüzden yatak odasına gitti ve yatağının altındaki kutuları çıkardı. Anahtar o kutulardan birisinde olmalıydı. Şanslıydı ki anahtarı açtığı üçüncü kutuda buldu. Anahtarı bulduğuna göre oldukça zor olan bir şey yapacak ve yirmi yıldır kaçtığı geçmişinin yanına gidecekti.

Oğlunun odasına doğru yürürken “ayakları geriye gidiyor” tabirine uygun bir şekilde ilerliyordu. Zihninde iki ses vardı. Bunlardan ilki devam et derken ikincisi geri dön diyordu. Bu yüzdendi iki ileri bir geri adımları. En sonunda kapının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. Artık geri dönüşü yoktu ve anahtarı kapının deliğine soktu.

Kalbi göğüs kafesini parçalarmışçasına atmasına rağmen durmadı ve anahtarı saat yönünde yarın tur çevirdi. Kilidin açılma sesi ile birlikte nefes alış verişleri de durmuştu. Sol eliyle kapının kulpundan tutup aşağıya doğru çekti ve kapı açıldı. Kapıyı yarıya kadar açmasıyla yere kapanması aynı anda olmuştu. Çok yoğun bir toz ve küf kokusunun etkisiyle bir öksürük krizine girdi. Ciğerleri parçalanıncaya kadar aralıksız bir şekilde öksürdü.

Bir süre boyunca yere kapaklanmış bir şekilde öksürdükten sonra hızlı bir şekilde ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı. Öksürmeye devam ederken önce evin tüm camlarını açtı. Bu esnada nefesi tıkanmıştı ve onun için astım ilaçlarını kullandı. Hem nefesinin tekrardan normale dönmesi hem de öksürüğünün geçmesi için bir süre bekledi. Onu öksürtenin toz veya küf kokusu olmadığını çok iyi biliyordu. Yere kapanmasının tek bir sebebi vardı. O da bir anda yüzüne çarpan geçmişiydi.

Nefesi normale döndüğünde tekrardan odaya doğru ilerledi ve gömleğinin kolunu ağzına siper yapıp içeriye girdi. Hızlı bir şekilde camın yanına gidip onu açmalıydı. Böylece içerisi havalanmış olacaktı. Zaten kapıyı açmış olduğu için kokunun bir bölümü gitmişti ancak kalanlar bile onu hastaneye götürmek için yeterliydi. Bu esnada attığı her adımla birlikte yerden bir toz kütlesi kalkıyordu. Camı açtıktan sonra kafasını dışarıya çıkardı ve temiz havayı içine çekti. Onca toz astımı için hiç iyi olmayacaktı ve ilacını tekrardan içine çekti.

Uzun bir süre boyunca pencereden dışarıyı seyretti. Oda havalanmadan önce içeriye girmek istemiyordu. Eğer çok kötüleşirse ilaçlar ona yardımcı olamazdı ve ona hastane yolu gözükürdü. Daha önce çok başına gelmişti ve tekrarlamasını istemiyordu. Bu yüzden biraz daha bekledi. Sıklıkla saatine baktı bu süreçte. En sonunda saati 01.37 yi gösterdiğinde kafasını içeriye soktu ve etrafına baktı.

Tüm eşyaları kolilere koymuştu. İrili ufaklı onlarca koli odanın her yerinde duruyordu. İşin en zor bölümüne gelmişti sıra çünkü hangi kolide ne olduğunu hatırlamıyordu. Odanın havası bir parça temizlenmiş olmasına rağmen biraz fazla toz çıkarırsa tekrardan kötüleşebilirdi. Bu yüzden yavaş hareket etmeli ve her yeri kaplayan parmak kalınlığında tozu havalandırmamalıydı.

Büyük ihtimalle plakçaları da büyük bir kutuya koymuştu. Bu yüzden aramaya büyük kutulardan başladı. İlk kutunun kapağını açarken bir süre boyunca öksürdü. Kutuyu açtığında eski kitaplarının, eşinin kitaplarının bir kısmını gördü. Eşinin altını çizdiği cümleleri okudu. Sevdiği cümlelerin altını çizmeyi çok severdi eşi. Kitapları okumayı sonsuza kadar devam ettirebilirdi ama zamanı daralıyordu ve acele etmeliydi.

Bir sonraki kutunun içinden fotoğraf albümleri ve eşinin günlükleri çıktı. O günleri asla okumamıştı. O öldükten sonra bile anısına saygılı olmak için elini bile sürmemişti. Günlüklerin içinde bir tanesi vardı ki onu görmek bile gözlerinin dolmasına sebep olmuştu. Eşi o günlükte hamile kaldığını öğrendikten sonra geçen zamanı anlatmıştı. Onu daha önce okumuştu, neler yazdığını hatırlıyordu. Ancak tekrar okuyacak gücü yoktu. Zaten ağlamak ile arasındaki sınırı geçmek üzereydi. Hele evlenmeden önce eşine yazdığı yazıları, hikâyeleri bulmuştu ki artık dayanacak gücü kalmamıştı ve fotoğraflara bakmadan kutuyu kapattı.

Bir sonraki kutunun içinden oğlunun çocukluk oyuncakları çıkınca gözlerinin arkasında biriken yaşlar akmaya başladı. Onun kokusunu taşırlar diye tüm oyuncaklarını saklamıştı ve hepsini teker teker koklamaya başladı. Oğlunun oyuncaklarla oynarkenki görüntüsü geldi gözlerinin önüne. Onu tutmak, ona sarılmak istedi ama yapamadı. Eşi koltukta oturmuş ve onları seyrediyordu gülümsemeler içinde. Eşinin yanına gidip ona sarılmak istedi kokusunu zihnine kazımak için ama yapamadı. En kötüsü de buydu nasıl koktuklarını, ses tonlarını unutmuştu aradan geçen yıllardan sonra. Hep bunu istemişti ama şimdi unutmakla ne kadar büyük bir yanlış yaptığını görüyordu. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ederken o küçük bir çocuk edasıyla gömleğinin kollarına siliyordu gözyaşlarını.

Birkaç kutu daha açtıktan sonra plakçaları ve gitarı bulmuştu. Plaklar için biraz daha aramak zorunda kaldı ancak sonunda hepsini toparlayıp salona geçti. Bir süre boyunca derin nefes aldıktan sonra plakları araştırmaya başladı. Acaba güneş ne tarz müzikleri severdi. Klasik müzik severdi büyük ihtimalle. Herkes klasik müzik severdi. Ay ışığına adanan bir şarkı güzel giderdi.

Plakçaların çalıştığını görünce oldukça mutlu oldu. Ne çalağını da seçtiğine göre artık mutfağa geçme vakti gelmişti. Dolabın kapağını açıp içindekilere baktı. Peynir, zeytin, reçel, yumurta, biber, domates, bal ilk gözüne çarpanlar olmuştu. Bunlarla güzel bir kahvaltı hazırlayabilirdi. Mumları parçalara bölüp balkonun her yanına dağıttığı zaman o sorun da çözülürdü. Kırmızı gül bulamazdı gecenin bir vaktinde ama saksıdaki çiçekleri balkona koyabilirdi. Her şeyi hazırladığında salona geçip koltuğuna oturdu. Saat üçü yirmi yedi geçiyordu.

Hazırlıkları tamamladığında üzerinde bunun rahatlığı vardı ama yine de emin olamıyordu. Başaramayacağına dair çok büyük bir korku vardı içinde. Saat ilerledikçe mutfaktaki küçük masayı balkona çıkardı. Daha sonra masayı donattı. Mumları yanmaya hazır bir şekilde balkona dizdi. Saatine baktığında fazla zamanının kalmadığını gördü. Artık hazırdı korkudan bacakları titrese de.

Önce mumları yaktı daha sonra müziği başlattı. Son bir kez masaya baktığında her şeyin hazır olduğunu gördü. O sabah için en güzel takım elbisesini giymişti. Yüzüne büyük bir gülümseme yerleştirdi ve seslenmeye başladı “ey güzel güneş, sana yalvarırım. Lütfen bu sabah gel ve misafirim ol.”

“Ey güzel güneş” dedi adam yüzündeki gülümseme giderek büyürken “lütfen gel ve kahvaltımı renklendir. Lütfen gel ve anlamsız hayatımın anlamı ol.” Aslında güneşin gerçekte gelmeyeceğini çok iyi biliyordu aynı onu çekemeyeceğini bildiği gibi. Ancak bu şekilde ona doğması için fazladan bir sebep vermiş oluyordu. “lütfen güzel güneş sen yaşamsın ve gel bu yaşlı bedene hayat ver. Sensiz yaşayamam ben” adam tam cümlesini bitirdiği sırada her yer aydınlandı. O kadar aydınlandı ki etrafını göremez oldu. Gözleri acımaya başladığında göz kapaklarını kapattı. Geldiği gibi bir anda kayboldu ışık. Gözlerini açtığında karşısında beyazlar giymiş bir kadın gördü.”

Uzun bir süre boyunca nefes alamadı. Gözleri ardına kadar açılmış bir şekilde hemen karşısında beliren kadına baktı. Bir zamanlar kesinlikle çok güzeldi. Ancak yüzü kırışıklarla dolmuştu ve saçları beyazlamıştı. Yüzü o kadar çökmüştü ki kimse yaşını tahmin edemezdi. Ancak elleri genç bir kızın elleri gibiydi. Bir şey onu yaşlandırmıştı belli ki. O kırışıklarla dolu olan yüz o kadar ifadesizdi ki ona bakmak bile kanını donduruyordu.

“Beni niye çağırdın?” diye sordu güneş sert bir ses tonuyla. Göz kapaklarını kısmıştı ve oldukça sert bakıyordu.

“Ben, şey” adam güneşin ses tonunu duyunca kekelemeye başlamış, hazırlamış olduğu tüm cümleleri karıştırmıştı “Senin için çok endişeleniyordum. Bir daha asla doğmayacağından korktum hep.”

“Neler yaptığının da farkındayım. Sadece sen çağırıyorsun diye geliyorum. Ancak bunu neden yaptığını bilmiyorum. Neden sende herkes gibi değilsin” güneşin yüzüne bir gülümsemenin tohumları atılmıştı sanki.

“Şu hayatta sevdiğim bir sen kaldın Güneş. Sen de gidersen hiçbir şeyim kalmaz ve ben yaşayamam. Ölürüm ben” adam konuşurken hatıraları gözlerinin önünden geçiyordu ve acı içinde büzülmüştü.

“Yaptıkların için minnettarım ama benimde hiçbir şeyim kalmadı. Yok olmak o kadar güzel geliyor ki anlatamam. Ölmek hep dinlemek istediğim bir masal gibi sanki. Tebrik ederim bir günü daha kurtardın ama yarın ne olacak bilmiyorum. “Hoşça kal” dedi ve geldiği gibi bir anda kayboldu.

Balkonda tek başına kalmıştı ama bu yüzündeki garip gülümsemeyi silmeye yetmemişti. Masanın yanındaki sandalyelerden birisine oturdu. Demek ki güneş şarkıları sevmişti. Sevmeseydi gelmezdi. Bir yandan kahvaltısını yaparken bir yandan bundan sonra ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Belki yarın yine kahvaltı hazırlardı.

Kahvaltısını bitirmeden bayılma vaktinin yaklaştığını gördü saatine baktığında. Sandalyesinden hızlı bir şekilde kalkarak salona doğru ilerledi. Bayılıp yere düşmek istemiyordu. Kendini koltuğa bıraktıktan sonra çok bir şey hatırlamadı. Koltuğa oturduğu zaman soluğu oldukça hızlanmıştı. Daha sonra her yer karardı ve kendini zifiri bir karanlığın içinde buldu. Dilek perisini bulmalıyım diye düşündü.

Karanlıkta bir süre boyunca ilerlemesinin ardından genç bir kadın sesi duydu. “beni arıyorsun galiba” dedi ses neşeli bir tonda. Sesi duyan adam dönüp baktı ve Dilek Perisi karşısındaydı.

Ne diyeceğini bilemedi bir süre boyunca. Aklındaki cümlelerden herhangi birisini seçemedi. Karşısındaki kız herhangi bir insanın olabileceğinden çok daha güzeldi. Onu görünce sadece seyretmek ve hayran kalmak istiyordu ve onun gözlerine bakarak konuşmak mümkün değildi. Sadece onu seyretmek bile bir insanın kurduğu tüm hayallerden daha büyüktü. Bu yüzden Dilek Perisi konuştu “bugün güzel bir şey yaptın. Ancak hiçbir şey daha bitmedi. İstersen sana neler olduğunu anlatayım. Bu gün karşılaştığın kadın güneş değildi. Ondan ve evrendeki tüm yıldızlardan sorumlu ışık perisiydi. Benim kardeşimdir. Kötülük onu zehirledi ve o ölüyor. Bizim yapabileceğiz hiçbir şeyimiz yok.”

“Ben ne yapabilirim?” diyerek araya girdi adam. Bunun üzerine kız gülümsedi. O gülümsediğinde sanki evrenler yeniden yaratılıyordu.

“Bende bunu sormanı bekliyordum. Bilmen gerekir ki sen harika bir insansın. Ne yapman gerektiğine gelince o zehrin tek bir tedavisi var. Kaf dağında yetişen bir ot var. Görünce tanırsın onu, mor yaprakları vardır. Onu alıp Işık Perisine yedirmen gerekiyor. Oraya biz gidemeyiz. Kafdağı hayallerdedir sadece ve hayaller sadece insanlara aittir. Ne yapacağını biliyorsun. Arkandaki kapıdan geç ve o otu bul. Bu arada lütfen dikkatli ol” adam kızın işaret ettiği yere baktığında altın işlemeli bir kapı gördü. Tam bu esnada Dilek Perisinin dudakları boynuna değip küçük bir öpücük bıraktı ve peri ortadan kayboldu. Onun kokusu şu dünyadaki en güzel şeydi. Adam kapıya doğru ilerledi.

Kapıdan geçtikten sonra kendini siyah beyaz bir dağda buldu. Şiddetli bir şekilde kar yağıyordu. Öyle ki önünü bile görmekte zorlanıyordu. Yerde biriken kar neredeyse dizlerine kadar geliyor ve yürümesini oldukça yavaşlatıyordu. Hava oldukça soğuktu. Keşke daha kalın giyinseydim diye düşündü ama içindeki bir ses elbiselerin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini söylüyordu.

Karda yürümeye devam etmek akıntıya karşı kulaç atmak gibiydi. Bazen çok şiddetli bir rüzgâr esiyor ve yerdeki karın içine gömülüyordu. Kalkmaya çabalaması bile onun için fazlasıyla yorucuydu. O kadar üşüyordu ki hiçbir şeyi düşünemiyordu. Bunun vermiş olduğu rahatlık da vardı. En azından korkmuyordu. Zaten kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı. En kötü ihtimalle ondan güzel bir buzdan heykel olurdu ve bu düşüncenin etkisiyle gülümsedi.

Kara bata çıka biraz daha ilerledi. Başaramayacağının korkusu yüreğine kadar inmişti. Başaramazsam kaybedecek bir şeyin yok diye teselli ediyordu kendini. Siyah beyaz bir dünyada ne kadar ilerlemesi gerektiğini bilmiyordu. Zaten renklerin olmaması onu yeteri kadar huzursuz ediyordu ve bir an önce geri dönmek istiyordu.

Biraz daha ilerledikten sonra bir kadın sesi duyduğunu zannetti. Ses o kadar uzaktan geliyordu ki tanıyamamıştı. Rüzgâr uğultuları arasında bir ses duymasının ihtimali yoktu aslında. Sesi tekrardan duyduğunda emin olmak için arkasına baktı ve döndüğünde ölen eşini gördü.

Öyle bir andaydı ki yirmi yıl boyunca onun fotoğraflarına bile bakmamıştı. Şimdi ise karşısında durmuş gözlerinin içine bakıyordu. Bir saniye bile yaşlanmamıştı. Koşup ona sarılmak istiyordu ama bir gariplik vardı, o ölmüştü. Onu toprağa kendi elleri ile vermişti.

“Gitme” dedi karısı “bir daha terk etme beni.” O terk gitmemişti ki. Hep beklemişti ve yaşamaya çalışmıştı. Bunlar gerçek değildi. Hem karşısındaki karısı olsa renkler olurdu. “Gitme” diye tekrarladı karısı “bir daha terk etme beni.” “Sen gerçek değilsin” diye haykırdı adam ve yukarıya doğru koşmaya başladı. Arkasından karısının “gitme” dediğini duyuyordu. Zaman kaybedemezdi. Güneşi kurtarması gerekiyordu.

Çok uzun bir süre boyunca karısının sesini duymaya devam etti. Defalarca kez onun yanına dönmek istese de bir şekilde bu isteğini dizginledi. Defalarca kez geri adım atması, duraklaması da hep bu yüzdendi. Kaf dağının zirvesine vardığında soluk soluğaydı. İleriye doğru baktığında bambaşka, rengârenk bir dünya görüyordu. Hayretler içinde seyretti bulutların mor olduğu o dünyayı. Kar durmuş, güneş açmıştı. Yere doğru baktığı zaman dilek perisinin bahsettiği mor yapraklı otu gördü. Onu kopardığı zaman karşısında bir kapı oluştu. Artık eve dönme vakti gelmişti.

Kapıdan geçtikten sonra ışık perisinin karşısındaydı. Loş bir odada eskimiş bir yatakta yatıyordu. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş ve gözlerini kapatmıştı. Oldukça yavaş bir şekilde nefes alıyordu. Onun fazla zamanının kalmadığını düşündü. Işık perisine doğru ilerledi hızlı adımlarla. Bir eliyle perinin ağzını araladı diğer eliyle cebine koyduğu otu çıkardı. Otu perinin ağzına doğru uzatırken bir şey eline dolandı ve onu geriye doğru fırlattı. Havada geriye doğru giderken son gördüğü simsiyah giyinen bir kadının ona baktığıydı. Yere çarptığında küf kokulu bir zindanda olduğunu fark etti.

Yerde yatarken çarpışmanın şiddeti yüzünden doğrulmakta zorlanıyordu. Tam kendini toparlamış ve kalkmaya hazırken şeytani bir kahkaha duydu ve sesin geldiği yere baktığında siyah giyen kadını gördü. Elinde siyah çelikten bir kılıç tutuyordu. Kılıcını adama doğru savurdu. Adam ise kendini diğer tarafa doğru fırlatarak kılıçtan kurtuldu.

Adam hızlı bir şekilde kalkmaya çalışırken siyah giyen kadın tekrardan kahkaha attı ve kılıcını savurdu. Adam dizlerinin üzerinde doğrulmaya çalışırken gelmişti kılıç. Sol omzunun birkaç parmak aşağısında boydan boya bir kesik oluştu ve kan solu boyunca akmaya başladı.

Siyahlı kadın ise gülüyordu “oyunlarımızı yeteri kadar bozdun” dedi “şimdi yaptıklarının bedelini ödeme vakti geldi.” Kılıcını tekrar savurdu ve tekrar. Her seferinde adamın tenine ufak bir kesik daha atıyordu. Adamın onu savunacak hiçbir şeyi yoktu ve siyahlı kadın bununla çok eğleniyordu.

Fazlasıyla kan kaybetmişti ve daha fazla direnecek gücü kalmamıştı. Bunun farkında olan kadın son bir hamle için hazırladı kendini. Kılıcı iki eliyle sıkıca kavradı ve olanca gücüyle savurdu. Sonunun geldiğin farkında olan adam ise sonu görmemek için başını yana doğru çevirdi ve kılıç boynuna çarptı.

O an öyle bir olay oldu ki buna kimse inanamadı. Tam dilek perisinin öptüğü yere çarpan kılıç parçalara ayrıldı. Adam ve kadın şaşkınlıklar için kıpırdamadan durdu. Etrafındaki kırık kılıç parçalarını fark eden adam en keskin kısmını sağ eliyle kavradı ve kadına doğru atıldı.

Bu hareketi beklemeyen kadının şaşkın bakışları arasında adam kılıcı kadının karnına sağladı ve yukarıya doğru çekti. Daha sonra sağa doğru çekip kadını geriye doğru itti. Kadın tek bir ses bile çıkaramadan yere yığıldı. Ardından güçsüz düşmüş adam kendini karanlığa bıraktı.

Gözlerini açtığında Işık Perisinin yatağında yatıyordu ve Işık perisi onun elini sıkıca tutuyordu.

Aslında yaşlı adamın başına gelen her şey kötü kraliçenin güneşi veya Işık Perisini öldürüp evreni karartma planının bir parçasıydı. Eğer yaşlı adam araya girmemiş olsaydı başaracaktı da. Onun başına gelen ve ailesinin ölümü ile başlayan her şey onların eseriydi. Size tüm dünyayı karşısına alıp mücadele eden bir adamın hikâyesini anlattım.

Adamın ütün çabalarının sebebi ise aşktı. O güneşe büyük bir aşkla bağlıydı. Aynı zamanda bu aşk onu hayata da bağlıyordu. Hiçbir amacı kalmadığı zaman bile aşk için yaşamış ve sonunda onun için ölmeyi göze almıştı. Hissettiklerini herhangi bir şekilde, herhangi birine anlatması mümkün değildi. Ölmeyi göze almıştı ya kraliçe öldükten sonra kötü kral onun peşine düşecekti. Ancak bunun önemi yoktu. Aşk için atan bir kalbi kimse durduramazdı.

Size aşkın farklı bir biçimini anlatmak istedim. Bilin istedim, görün istedim aşkın sadece insanlara karşı olacak kadar küçük olmadığını. Anlayın istedim.

 

 

 

 

 

 

 

 

0/Post a Comment/Comments