Umudun bittiği yer 4. bölüm - yeni roman

 Güneşin doğmasına birkaç saat kaldığı sırada Lucian elbiselerini giymişti. Siyah bir gömlek, siyah bir kot pantolon yeterliydi onun için. Zaten renkli elbiseleri hiç sevmemişti o, hayatı siyahken onu renklendirmeye çalışmak çok boşuna bir çabaydı. Evden çıkmadan önce kulaklığını taktı ve telefonundan bir şarkı açtı. İlk şarkı "Shamrain, to leave"di. Şarkıyı tekrar aldı bir süre boyunca başka bir şarkı dinlemek istemiyordu. Şarkı başladığı sırada evinden dışarıya çıkan merdivenlerden aşağıya doğru iniyordu.

Beykoza gitmek için yaklaşık 1 saat yürümesi gerekiyordu. Sahile doğru inmek için bayır aşağıya gidecek sonra tekrar tırmanacak ve tekrar inecekti. Sabaha karşı evden çıktığında sıklıkla gittiği bir yoldu onun. Yürümeyi severdi, belki o hariç en çok sevdiği şeylerden birisiydi. İnsanları sevmezdi ama ona göre hepsi aptal bir rüyanın içindeydi. Hiçbiri uyanmak istemiyordu, o ise o rüyadan uyanmış ve kendini bir kabusun içinde bulmuştu. O zamanları çok iyi hatırlıyordu. Uyuduğu zamanları düşündüğü zaman ne kadar sahte bir mutluluğa sahip olduğunu düşündü. Şimdi ise en azından acıları gerçekti. Mutluluk ise onun hikayesine yabancı bir kelimeydi.

"Ben neden uyandım?" diye sorduğunda cevabın gelmesi fazla uzun sürmedi "Çünkü sen her şeyin sahte olduğunu biliyordun. Gerçeği bulmak istedin."

"Sonra o çıktı karşıma yanin onun düşüncesini buldum, hayalini buldum. Sonra bir anda tüm renkler soldu, kendime inanır mıyım bilmiyorum ama tüm insanları yüzü aktı. O anda kimseyi tanıyamaz oldum ben."

"Bu yolda çok göz yaşların düştü benim. Tüm renkler sahte aslında, sadece siyah var bir de o var. O tüm renklerin anahtarı, gözlerini görseydim eğer belki öğrenebilirdin onları. Her şey seni kandırmak için var."

"Evet, evet çok haklıyım yine. Onun gözleri ne renktir acaba? Onu görmüş olsaydım sorabilirdim belki yani o gördüm ama gerçekte görmedim, hayalini gördüm onun yani onu başka bir gerçeklikte gördüm yani onun hayalini başka bir gerçekte gördüm. Kendime neden bağırıyorum ben, neden bağırıyorsun bana. Bak böyle olmaz şurada iki tatlı sohbet etmek istiyorum. Kendimi kendimden kovarım beni buna zorlama sonra yok olur giderim hayattan."

"Tek kalmayı ben istedim ama kendinden de giderse kendinden tek bile kalamazsın. Kendini bu şekilde tehdit etmen çok saçma. Çeneni kapat da yürümeye devam et. Bu geceden bir şiir çıkarmak istiyorsun biliyorum ama boşuna uğraşma."

"Onun hayalinin olduğu her an şiirdir benim için. Tamam susuyorum."

Lucian kendisi olan münakaşasını bitirdiği sırada fazla zarar almadan atlattığını düşündü. Normalde kendisi ile kavga ettiği zamanlarda kendisi kendinin ağzını burnunu kırardı. Kendisi çok acımasız olurdu bazen. Paşabahçe'de deniz kenarına geldiği sırada bir süre boyunca bankta oturup İstanbul boğazını seyretmeye başladı. 

Şehrin ışıkları gökyüzünü kaplamıştı. Bu yüzden yıldızlar görünmüyordu ve bu durum hep küfür etmesini gerektirirdi. Küfür etmek tek başına yeterli gelmez ve yumruklarını sıkar, tırnaklarını avuç içine batırırdı. Bu nedenle bir çok kez kesmişti tırnakları avuç içini.

Beykoza olan mesafenin azalmış olması onu rahatlatıyordu. Güneşin doğmasına daha zaman vardı ve onun doğmasını bekleyecekti. Her ne kadar renkler sahte olsa da güneşin doğuşunu izlemek onu rahatlatıyordu.

Hızlı adımlarla bir süre daha ilerledikten sonra Beykoz sahiline gelmiştir. Beykoz'u seviyordu o, neden sevdiğini bilmiyordu zaten nedenlerin pek bir önemi yoktu. Belki de nedensiz sevmek daha güzeldi, sevgiyi hep nedenlere sıkıştırdığı için kaybetmişti o. İnsanlara öğretilen yanlış bir bilgiydi, sevmenin nedenleri olmazdı. Nedenler varsa eğer sevilen onlar olurdu. 

Denizin kıyısında banka oturduğu zaman bir süredir tekrar eden şarkı yeniden başlamıştı. Gözlerini kapattı ve kendini notaların dansına bıraktı. Birkaç şarkı tekrarı boyunca hiç açmadı gözlerini. Daha sonra gözlerini açtı, güneş hafif bir kızarıklıkla doğuyordu. Şarkıyı değiştirme zamanının işaretiydi bu ve "Poets of Fall, Angel" dinlemeye başladı. Eve dönene kadar o şarkı çalacaktı.

Güneş biraz daha yükseldikten sonra ayağa kalktı artık orada olmasının bir anlamı yoktu. Güneşin ilk ışıklarını görmüş, ona bir selam vermişti. Güneşten bir cevap beklemiyordu elbette ancak bazı zamanlar onunla konuşurdu. Cevap beklentisi olmayan bir konuşmaydı bu ve içindekileri anlatmak ona iyi geliyordu. O sabah güneşle konuşmadı ama başka planlar vardı.

Beykoz'a doğru ilerlerken ağaçlık bir yoldan geçiyordu. Ağaçları severdi o, onlar çok güzel bir dinleyiciydi. Derdine bir tek ağaçlar çare olabilir diye düşünürdü hep. Yoldan ayrılıp Beykoz Korusuna giden yola saptı ve korunun içine doğru ilerlemeye başladı. 

Biraz yürüdükten sonra hep derdini anlattığı büyük bir çınar ağacının yanına geldi ve köklerinin üzerine oturdu. "Yine ben geldim ağaç, daha kötüyüm biliyor musun. Beni bir uçurumdan aşağıya attılar elimde bir ip var ve ip bir kayaya bağlı. İpi tutacak gücüm kalmadı, ip giderek inceliyor yakında kopacak ve ben düşeceğim. Biliyor musun onu yine rüyamda gördüm ve o yine gitti. Neden gidiyor ki o? Neden beni bu saçma hayatla baş başa bırakıyor. Ya gelsin şimdi yanıma ya da alsın beni yanına. Arada kalmak çok kötü inan bana. İki tane devasa duvar var her biri milyar, trilyon ton ağırlığında ve beni sıkıştırıyorlar. Yavaş yavaş, azar azar eziyorlar beni. Sonum belli zaten.

"Sen, oradaki!"

"Kim var orada?"

"Senin için geldim. Sadece şiirlerde gelmek olmaz ki!"

Lucian kafasını çevirdiği zaman onun geldiği anlamıştı. Siyah saçlarından anlamıştı, güzel gözlerinden anlamıştı, onu gülümsemesinden tanımıştı. "Sen geldin!"

"Evet, geldim ama yine fazla zamanım yok. Ayağa kalmalısın, güçlü olmalısın. Sen pes edersen ben dayanamam. Benim için savaşmalısın."

"Senin için her şeyi yaparım ben. İstersen al şimdi canımı."

"Şiir çıkarmaya çalışıyorsun yapma bunu. Şimdi değil. Benim gitme vaktim geldi, sadece seni görmek istedim. Sakın unutma sen nasıl bekliyorsan bende seni bekliyorum. Az kaldı buluşmamıza."

Lucian ve kız sarıldıkları sırada onun parmakları arasından kaybolduğunu hissetti. Onun gitmesinin en kötü tarafı da buydu aslında. Bir an vardı ve bir diğer an yoktu. Artık gerçeğin ne olduğunu bilmiyordu. Bir damla yaş yanağından süzülürken yerde bir kağıt parçası gördü ve onu alıp okumaya başladı. Kağıdın üzerinde sadece "Bul beni!" yazıyordu. Ondan bir hediyeydi ve bu hediye yüzünde büyük bir gülümsemenin oluşmasını sağlamıştı.

"Onu bulmam gerek!" Lucian hızlı adımlarla Beykoza doğru giderken her köşeye, her taşın altına bakmak istiyordu.

0/Post a Comment/Comments