Hayal Karavanı 1-52 - Fantastik Roman


Başlangıç

Saat gece yarısıın geçeli çok olmuştu. Küçük kasabada gökyüzüne bakan herkes yıldızları görebilirdi. Hatta yıldızların çokluğuna hayran kalanlar bile olabilirdi. Ysiera ismindeki küçük bir kasabadaki fazla olmayan evlerden birisinde iki yakın dost karşılıklı oturuyordu. Dışarıda yeni son bulan yağmurun ardında ortaya çıkan toprak kokusu vardı.
Odadaki iki kişi uzun sessizliklerin ardından konuşuyor ancak konuşmaları çok uzun sürmüyordu. Konuştukça acıları artıyor bunun yanında içtikleri kırmızı sıvılar ise acılarını azaltmıyor aksine arttıyordu.
Konuşmaya ilk başlayan Lucian oldu. “Biz nerede hata yaptık be Nas.”
Nas aslında Naserious’un lakabıydı ve onu o lakapla sadece birkaç kişi çağırırdı. “Belki de biz hata yapmadık. Diğer herkesti hata yapan.”
· Kendimizi masuma çıkarmak için ne kadar da güzel bir söylem. Mutlaka bir şey yapmış olmalıyız. Yoksa başımıza bunlar gelmezdi.
· Ah be dostum. Bazen bazı şeyler sadece olur senin bir şey yapman hiçbir şeyi değiştirmez.
· Yani ben ne yaparsam yapayım Melvenia gidecekti.
· Gidecek olan birisini tutmak mümkün değildir.
· 4 yıldan fazla oldu Mel gideli. Hatta 1675 gün şu anda son buluyor ve 1676. güne giriyoruz. Ancak ondan hiçbir ses yok hala.
· Unutamadın dimi onu? Benim hatam sormamam lazımdı, her konuştuğumuzda ondan bahsetmenden belli oluyor.
· Unutmam mümkün değil ki? Herşey harika bir şekilde giderken bir anda ortadan kayboldu. Sanki o gerçek değilmiş de bir hayalmiş gibi yok oldu hatta.
· Sana ne söyleyeceğimi bilmiyorum be Luci. Söylemem gereken herşeyi daha önce söyledim zaten. Ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sanki acı çekmeyi seviyorsun!
· Ondan geriye bir tek acı kaldı. Acıyı sevmeyeyim de ne yapayım.
Lucian ve Naserious tekrardan sessizliğe bürünmüştü. İkisine de konuşmak anlamsız geliyordu. Kırmızı sıvıyı tekrardan kadehlerine doldurdular ve bir süre daha sessizlikte yaşadıklar.
Bir süre sonra konuşan Lucian oldu.
· Keşke hayallere ulaşmanın bir yolu olsaydı. Düşünsene bir karavan olsa ve ona binen herkes en büyük hayaline ulaşşa. Öyle bir karavanı yapmayı çok istiyorum. Sence de harika olmaz mıydı?
· Kesinlikle harika olurdu. Bu arada en büyük hayalin nedir ki senin?
· Beni terk etmeyecek, yarı yolda bırakmayacak gerçek aşkı hayal ediyorum.
· Herkes bir gün gider be Luci. Sen ne yaparsan yap giderler hatta. Hayal karavanını beraber yapmak istiyorum ama benim gücüm onu yapmaya yetmez. Nasıl yapılacağını bile bilmiyorum hatta.
· Boşver be Nas. Bizim hayalimiz de bu olsun.
· Öyle olsun bakalım. Bir ara en büyük hayalim Melvenia’ya kavuşmak diyeceksin diye çok korktum ama.
· O beni terk edip gitti. Hayalim neden tekrar terk edilmek olsun. Yok yok o kadar salak değilim veya kafayı da yemedim daha.
· Bunu duyduğuma çok sevindim işte. Normalleşmeye başlamış olabilirsin bu hızla devam edersen 5000 yıl sonra normale dönebilirsin.
· Şu halde bile beni güldürüyorsun ya helal olsun sana. Boşver ya hadi gel biraz daha içelim. Şarap kaldı mı bu arada.
· Oğlum sen önüne ne koyarsak bitiriyorsun. Durma sınırın da yok senin. iki kadeh daha çıkar bundan.
· O değil de şarap çok güzelmiş. Nereden aldıysan söyle de bundan birkaç tane daha alalım.
· Sende durmaksızın iç. Nereden aldığımı söylemem sana. Her gelişte bir tane getiririm ben.
· Hala beni kendimden korumaya çalışıyorsun.
Onlar son kadehlerini içmeye devam ederken odada yine sessizlik hakimdi. Odada tek çıkan ses yanan sobadan çıkan çatırdılardı. Lucian içinden hayal karavanını düşünmeye devam ediyordu. Bu sayede Melvenia’ya dair düşünceleri zihninden uzak tutmaya çalışıyordu. Ne yazık ki Bu taktik hiçbir işe yaramıyordu ve her düşüncesinin arkasında o yatıyordu.
· Gerçekten sevse beni gitmezdi değil mi? Beni bu şekilde bırakmazdı.
· Sevse gitmezdi ama belki gitmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde düşünme. Belki geri gelir.
· Yapma be Nas geri gelse şimdiye kadar gelirdi. 4 seneden fazla oldu. Yoksa o da 5000 yıl sonra mı gelecek.
· Benim cümlelerimle beni vur tabi helal olsun sana. Sen beklemeyi seçtin öyleyse devam etmelisin beklemeye. Bunu sen seçtin yoksa başka kızları da bulabilirdin. Ancak sen onların yüzüne bile bakmadın, bir şans bile vermedin onlara.
· Nasıl bir şans vereceğim ki onlara. Kalbime daha fazla yara açsınlar diye mi uğraşacaktım. Hatta tanışacağım ilk kıza bir tane kılıç vereyim orada öldürsün beni bitsin bu işkence.
· Sana daha fazla içirmemek lazım. Biraz kendine gel. Neden seni öldürmek istesinler? Manyağa bak.
· O lafın gelişi, daha kolay olacağı kesin.
Lucian ve Naserious kalan şaraplarını içerken acele etmiyorlardı. Bunun sebebin şarabın artık sona yaklaşmasıydı ve bunun yanında o andan kuralabilecek cümlelerden korkmalarıydı. Öyle bir yerdeydiler ki tek bir cümle bütün umutları o an için yok edebilirdi. Umutları kalmayan herkes gibi o an ölebilirlerdi ve ikiside bunu o an istemiyordu. Ölümü düşünüyorlardı elbette ancak hala bekledikleri şeyler vardı hayattan.
“İyiki varsın be Nas. Sen olmasan…” Lucian cümlesini bitirmeye hazırlanırken eski dostuna güzel şeyler söylemek istemişti. Ancak cümlesi kapıdan gelen bir sesle kesildi “Tak, tak.”
Kapıdan gelen ses o kadar cılız bir şekilde gelmişti ki ikisinin de şaşkın bir şekilde birbirlerine bakmalarına sebep oldu.
· “Gecenin köründe kim gelebilir Luci?”
· “Galdor gelmiştir derdim ama o gelseydi kapıyı kırarcasına yumruklardı. Aranhil’de olamaz bu gece köyün dışında avlanmaya gidecekti.”
· “Sanırım gelen kişiyi fazla bekletmek istemezsin.”
· “Kimin geldiği o kadar umurumda değil ki benim. Sen açar mısın kapıyı?”
· “Tamam kapıyı da açarım, başka bir şey ister misin benden. İstersen yemek yapayım, yerleri temizleyeyim.”
· “Onlara gerek yok be dostum, kapıyı açsan yeter. Sanırım kafam biraz güzel oldu.”
Naserious oturma odasından çıkıp kapıya doğru yavaş adımlarla yürüdü. O saatte kim gelmiş olabilirdi ki? Kafasından geçen onca olasılığı umursamadan elini kapının kulbuna koydu ve onu yavaşça aşağıya doğru çevirdi.
Karşısında bir kız duruyordu. Kızıl saçları beline kadar uzanıyordu. İşin ilginç tarafı ise onu tanıyor olmasıydı. En son gördüğünden bu yana 4 yıldan fazla zaman olmuştu. Gelen kişi Melvenia’ydı. Yüzünde bir burukluk ve üzgün bir ifade vardı. Yeşil gözlerinden aşağıya doğru ıslaklıklar göze çarpıyordu. Ağlamış olmalı diye düşündü Naserious. En garip tarafı ise aklındaki binlerce soruya aldırmadan “Hoşgeldin” demesi gerektiğiydi.
· “Hoş geldin Melvenia.” Konuşurken kısık sesle konuşmuştu çünkü Lucian’ın konuşulanları duymasını istemiyordu. Melvenia’nın yıllar sonra geldiğini ona nasıl söyleyebilirdi ki?
· “Teşekkür ederim Nas. Çok özlemişim seni. Nasılsın?”
· “Melvenia günlük konuşmaların çok uzağındayız şimdi. Neden buraya geldin?”
· “Daha önce de gelmeyi istemiştim ancak bir türlü fırsatım olmadı.” Cümlenin devamında Naserious’un kulağına doğru eğilip o şekilde devam etti. “Yıllardır kaçıyorum. Babam geri geldi ve benim peşime düştü. Hayatımı zor kurtardım onun elinden yıllardır kaçıyordum.”
· “Sen ne diyorsun Mel? Neden bizden yardım istemedin ki? Senin için herşeyi yapardık.”
· “Yapamazdım. Yanına birkaç askeri almış. O zamanlar hepimiz gençtik, onları durduramazdık biliyorsun bunu. Neyse boşver bunları. Lucian nasıl?”
· “Korkunç durumda. Şu anda içeride şarap içiyor. Son zamanlarda yaptığı tek şey içmek onun. Sen gittiğinden beri çok kötü bir durumda. Ona sorarsan iyi olduğunu söyleyecektir sana ama gerçek öyle değil. Onu görmek için geldin değil mi?”
· “Evet, özür dilemeye geldim ve beni affetmesi için yalvarmaya.”
· “İşin çok zor olacak baştan söyleyeyim. Seninle birlikte içeriye girerim ve bir süre boyunca beklerim bu arada Luci ilk şoku atlatır ve siz konuşmaya başladığınızda ben çıkarım.”
· “Sen her zaman benim en iyi dostum olacaksın Nas.”
Naserious arkasına Melvenia’yı alarak içeriye doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda kafasındaki düşüncelerin sayısı da artıyordu. Salonun kapısının oraya geldiği zaman “Luci kalk bir misafirin geldi. Hadi toparla kendini.
Lucian ise bu esnada kalan şarabın tamamını içmişti ve neşeli bir şekilde “Kim geldi Nas? Umarım şarap getirmiştir yanında” dedi. Kanında dolaşan alkol neşesinin sebebiydi ve gözlerinin kenarındaki ıslaklıkların.
“Kendini hazırlasan iyi olur. Bence ayağa kalkma düşebilirsin çünkü.” Naserious elinin ufak bir hareketi ile Melvenia’ya içeriye gelmesini işaret etti. Bu arada kendisi de odanın içine doğru birkaç adım attı.
Lucian kimin geldiğini görebilmek için kapının girişine doğru bakıyordu. İlk önce Naserious’u gördü ve onun birkaç adım arkasında ilk önce kızıl, dalgalı saçları gördü. Hemen ardından bileklerini gördü. O bilekliği tanıyordu. Hatta öyle bir zamandan tanıyordu ki o zamanları hatırlamak istemiyordu.
Bu gerçek olamazdı. O karşısındaydı. Aradan geçen 4.5 yıla rağmen karşısındaydı. Öyle bir andaydı ki ne yapacağını bilmiyordu. Sanki bedenindeki kasların kontrolünü kaybetmişti, sanki bir daha asla hareket edemeyecekti. Ne olmuştu ki ona? Yoksa gördüklerinin hepsi bir rüya mıydı? Evet, rüya olmalıydı yoksa başka bir açıklama olamazdı. Rüya görüyor olmalıydı. Konuşmak istiyordu ama konuşamıyordu bile. Sadece göz kenarlarından yaşlar süzülüyordu.
“Lucian” Melvenia özlem dolu bir haykırışla ileriye doğru bir adım attı ancak Naserious elini açarak onu durdurdu ve ona acele etmemesini söyleyen bir bakış attı.
“İyi misin Lucian? Kendinde misin?” dedi Naserious.
Ancak Lucian ne konuşabiliyor ne de kıpırdayabiliyordu.
Lucian hala kıpırdayamıyordu. Sanki bedeni hareket etmeyi reddediyordu. Öyle bir andaydı ki içinden milyonlarca kelime geçerken tek bir tanesini bile söylemiyordu. Nasıl yanına gelebilirdi ki yaptığı onca şeyden sonra hiçbir şey olmamış gibi nasıl gelebilirdi ki? Melvenia ile geçen onca şey, yılları gözünün önünden geçiyordu ve en çok onun gülümsediği anlarda takılıp kalıyordu aklı. Sahi neden bu kadar güzeldi onun gülümsemesi.
Melvenia, Naserious onu durdurmaya çalışssada ileriye doğru bir kaç adım daha attı. Bu esnada Naserious da ileriye doğru birkaç adım atmış ve Lucian’ın omuzundan tutmuştu. Lucian ise Melveni’dan başka bir yere bakamıyordu. “Lucian bak Mel geldi ve seninle konuşmak istedikleri var. Hadi kendine gel biran önce.”
Ancak Lucian hala kıpırdayamıyordu. Hatıralar geçinde Melvenia ile olan güzel anlar bittikten sonra onun gittiği geceye gelmişti sıra ve Lucian geçmişi tekrar yaşamaya başladı. O olmadan geçen günleri hatırladı önce sonra onun yokluğunun yarattığı büyük boşluğu ve acıyı hatırladı. Bir anda yılların acısınu tekrar yaşarken o gerçek hayattan giderek uzaklaşıyordu. 4.5 yıl boyunca onun gelmesini beklemişti ama geçen her gün inancı da azalmıştı. Artık onun geri geleceğine inanmıyordu. İçinde ona karşı bir nefret oluşmuştu. Her gece o gelirse söyleyebileceklerini düşünüyor ve en güzel cümleleri sıralıyordu ancak o gerçekten geldiği anda tek kelime bile söyleyemiyordu.
Bu esnada Naserious ise Lucian’ı hafifçe sallamaya başladı. Amacı onu kendine getirmekti. Ancak değişen hiçbir şey yoktu.
“Nas çok teşekkür ederim ama benim Luci ile başbaşa konuşmamız gerekiyor sanırım. Bize biraz müsade edebilir misin?”
“Sanırım öyle olması gerekiyor. Ben eve geçiyorum şimdi. Bir şey olursa beni nerede bulacağını biliyorsun.”
“Çok teşekkür ederim Nas.”
Naserious büyük adımlarla dışarıya çıkarken Melvenia ne söyleyebileceğini düşünüyordu. O kadar büyük bir pişmanlık içindeydi ki onun da söyleyebileceği fazla bir şey yoktu. Bu yüzden gülümsemeye çalışmıyordu. Sadece Lucian’ın onun da acı çektiğini sörmesini istiyordu. Belki affedebilirdi onu, belki bağışlayabilirdi. Tek bildiği şey gerekirse onun ayaklarına kapanıp yalvarması gerektiğiydi.
Naserious’un kapattığı dış kapının sesi içeride yankılandığı zaman Melvenia’da aynı şeyi yapıp Lücian’ın ayakların dibine oturdu ve konuşmaya başladı. “Çok özür dilerim Lucian. Gerekirse hayatımın sonuna kadar aynı cümleyi tekrar edebilirim sana. Sadece beni biraz dinlemeni istiyorum. Babamı biliyorsun, annemi öldüren, hayatımızı cehenneme çeviren babamı. Sıra bendeydi sadece ne zaman geleceğini bilmiyordum. O gece geldi, ben hayatımı zor kurtardım. Yanında 4 tane askeri vardı, onların hepsini alt edemezdim ve bende kaçmaya başladım. Aylar boyunca kaçtım, taşların üzerine yattım. Doğru dürüst uyuyamadım bile. Ancak ben ne kadar kaçarsam kaçayım o peşimi asla bırakmadı. Beni takip eden askerlerin sayısını arttırdı ve ben ağaçların üzerinde, mağaralarda uyumaya başladım. Bu arada aradan yıllar geçti tabi ki. Daha sonra babamın bir savaşta öldüğünü öğrendim ve senin yanına koştum özür dilemek için, yalvarmak için geldim. İstersen giderim şimdi. Bir daha haber almazsın ben.”
“Lütfen gitme.” Lucian’ın söylebildiği tek söz buydu. Melvenia konuştukça hissettiği acı sürekli olarak artmaya başladı. Melvenia konuşmasını bitirdiği zaman Lucian çoktan ağlamaya başlamıştı bile. “Hep bekledim seni.”
“Bende hep yanına geri geleceğim günü bekledim.”
“Neden benim yanıma gelmedin. Senin için canımı vereceğimi biliyorsun.”
“Evet, bunu çok iyi biliyorum. Ancak onları durduramazdın. Sen ölürdün, bu köyü yakarlardı. Hiçbir anlamı kalmazdı yaşadıklarımızın.”
“En azından haber verebilirdin. Geleceğini söyleyen küçük bir not bile bırakabilirdin. Paramparça oldum ben. Hiçbir şeyden zevk alamadım, hele bir de senin öldüğünü düşünmek vardı ki her an ölmeyi arzuladım. Belki ölünce seni tekrar görebilirdim. Nas olmasaydı çoktan ölmüştüm ben.”
“Tahmin edebiliyorum bunu ama hepiniz için yapmam gerekeni yaptım ben.”
Melvenia onun gözyaşlarını silmek için elini uzattığında Lucian onun elini tuttu. Onun ısısını tekrardan hissetmek kabuk tutmuş tüm yaralarının tekrar açılması gibiydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Tek bildiği şey onun elini hiç bırakmamaktı ama bunu yapamayacağını çok iyi biliyordu. “Bu benden isteme, Mel. Seni bir anda affetmemi, sensiz geçen yılları unutmamı bekleme benden. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum ama deneyeceğim. Şimdi lütfen beni yalnız bırak. Düşünmem gerekli, kendimle başbaşa kalmalıyım. Sonra tekrardan görüşelim ama şimdi bunu yapamam.”
Aslında Lucian’ı görmek tahmin ettiğinden daha iyi bir sonuç vermişti. En azından ona saldırmamış, küfürler yağdırmamıştı. Ona biraz zaman vermesi gerektiğini çok iyi biliyorsun. “İstediğin kadar zamanın var, senden bir daha uzaklaşmayacağım ben. Sadece bunu aklından çıkarma.Bu gece Heyrina veya Deian’da kalabilirim. Görüşmek üzere.”
Melvenia Lucian’a son bir kez bakıp odadan çıktı. Fazla geçmeden dış kapının sesi duyuldu. Şimdi ne yapması gerekiyordu? Öyle bir andaydı ki hiçbir içki acısına çare olmazdı. Tekrardan onu görmek çok farklı hissettirmişti. Sanki kaybettiği hayatı ona geri dönmüştü ama o hayatı kabul edebilip edemeyeceğini bilemiyordu. Başını oturduğu koltuğa yasladı. Sonsuz sayıda düşünce aklından geçiyordu. Onların sayısını azaltması gerekiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Birkaç saat boyunca sadece düşündü. Bir yandan Mel’in yanına gidip elini sıkıca tutmak isterken bir diğer yandan ondan kaçmak istiyordu.
Ne yapacağını bilmediği her zaman yaptığı gibi dışarıya çıkıp yürümeye karar verdi. Köyün dışına doğru ilerleyecekti. Gecenin bir vakti olduğu için kılıçlarını kınlara yerleştirdi. Özellikle o gece vakşi bir hayvan tarafından yenmek istemiyordu. Hızlı adımlarla evden çıktı ve ormana doğru yürümeye başladı.
Lucian’ın o andaki umursamazlığının sebebini kimse bilmiyordu aslında. Eğer birisi ona nereye gittiğini veya gecenin bir köründe ne işi olduğunu sorsa hiçbir cevap veremezdi. Ne yaptığını kendisi bile bilmiyordu. Cevapların önemsiz olduğu bir andaydı. Tam kendini toparlamaya bir adım kadar yaklaşmışken herşey eskisinden çok daha beter olmuştu.
Bir taraftan Melvenia’yı sürekli görmek isterken içindeki bir diğer taraf onu sonsuza kadar unutmak istiyordu. Ona yaptıkları aklına geldiği zaman ona olan öfkesi giderek artıyor, tüm bedenini kaplıyordu. İşte tam bu an onun gülümsemesini tekrar hatırlıyor ve bir anlığına her şeyi unutuyordu. Neden böyle oluyordu? Neden hiçbir zaman toplarlayamıyordu kendini?
Ormanın içinde ilerlerken böyle bir ruh hali içindeydi. Ne yapacağını bilmiyordu. O an için yaptığı herşey o kadar anlamsız geliyordu ki ona içinde kopan fırtınayı durdurmak bile istemiyordu.
Anlatmak istediği o kadar çok şey vardı ki. Yıllarca içinde biriken ve her geçen an büyüyen o kadar çok şey vardı ki. Kimsenin onları tam olarak bilme ihtimali yoktu. Bu nedenle asla bilemeyecek birisine anlatmalıydı. Bu nedenle karşısına çıkan bir çınarı kendisine kurban seçmişti. En azından çınarın anlattıklarından sıkılma ihtimali olmazdı.
Yüzlerce yıllık çınarın karşısına geçmişti. Onun büyüklüğü karşısında hayret etmiyordu ama veya onun neleri gördüğünü bir an için bile düşünmüyordu. O an sadece içindekileri anlatmak istiyordu.
“Söylesene yüce çınar ben nerede hata yaptım. Yüzyıllara varan bir tecrüben var en iyi sen bilirsin bence. Kaç kişi geçmiştir gölgenden, kaç kişi oturmuştur hemen yanına, kaç hikayeye tanıklık etmişsindir şimdi sen, kaç çift öpüşmüştür senin yanında? Söylesene ben nerede hata yaptım? Neden bunlar geldi benim başıma? Neden hep ağlamaklı benim gözlerim? Neden asla gülemiyorum? Neden bunların hepsi benim başıma geliyor?”
Tahminlerine göre anlattıkça rahatlayacaktı ancak öyle olmamıştı. Bunun yerine daha fazla anlatmaya hazırlıyordu kendini.
“Ben biliyorum ben hatayı Mel’i sevmekle hata yaptım. Başka birisini sevseydim bu kadar acı çekmezdim. Hatırlıyor musun bir gün ikimizde senin yanına gelmiştik. Evet, o gün aşkın tohumlarını ekmiştik her yere. Meğerse onların hiçbiri aşkın tohumları falan değilmiş. Meğerse kara lahanaymış hep onlar. Büyümediler zaten. Söylesene be çınar insan sevdiğini hiç haber vermeden bırakıp gider mi? Onun yıllar boyunca acı çekmesine hiç müsade eder mi? Hiç mi düşünmez sevdiğini? Cevaplarını biliyorum bu yüzden hiç söyleme onları, boşver be çınar. Bu gece ben anlatayım sen dinle.”
O esnada inceden bir rüzgar çıkmıştı ama Lucian bunu fark etmedi bile. Hatta rüzgarın yavaşça şiddetlendiğini de fark etmedi. Öyle bir andaydı ki hiçbir şeyi fark etmek istemiyordu. Bu yüzden gözlerini kapatıp ağacın gövdesini yumrukluyordu başlangıçta. Daha sonra ayakta duracak gücü kalmadığı için dizlerinin üzerine çökmüş ve daha yüksek sesle ağlamaya başlamıştı.
Cevap beklemiyordu aslında. Zaten bir çınardan cevap beklemesi saçma olurdu. Tek amacı içindekileri birisine anlatmaktı.
Ağaçtan gelen “Ne oldu aldattı mı seni?” cümlesini duyduğu zaman şaşkınlıktan kendini toprağın üzerine attı.
Biraz korkak, biraz çekingen bir sesle “Hayır, beni aldatmadı ama daha kötüsünü yaptı.”
“Hadi söyle ne yaptı sana?”
Lucian bu esnada iyice delirdiğini düşünüyordu. Ancak bu garip, ürkütücü konuşma fırsatını kaçırmak istemiyordu. “Beni bırakıp gitti, haber bile vermeden. Yıllarca onu bekledim hep, çektiğim acıları umursamadan gitti ve sonra aradan 4.5 sene geçtikten sonra geri geldi.”
Çınar ağacı konuşmaya devam ediyordu “Genelde öyle yaparlar. Sen ne istediğini söyle bana.”
“Bilmiyorum ve bu bilinmezlik canımı yakıyor, hatta beni paramparça ediyor. Şu anda rüzgarla etrafa savrulan kül gibi hissediyorum kendimi.”
“Bana ne istediğini söyle?”
“Hayal karavanını yapmak ve buradan gitmek istiyorum. Kimsenin bilmediği bir yere gidip en büyük hayalime ulaşmak istiyorum.”
“Nedir senin en büyük hayalin?”
“En büyük hayalim beni terk edip gitmeyek bir sevgili. Daha doğrusu en büyük hayalim gerçek aşk.”
“Sende en zorunu istiyorsun. Bunu ayarlamak zor olabilir.”
Ben ne yapıyorum diye düşündü Lucian. Bu yüzden cevap vermeden önce birkaç an boyunca düşündü. Sadece bir ağaç ile konuşuyordu ve bu son derece normal bir durumdu. Kimi kandırıyordu ki yaşadıkları kesinlikle normal değildi. Hala bir ağaçla konuşuyordu ve ağacın sabırsızlandığına yemin edebilirdi.
“Şu an bir ağaçla konuşuyorum. Pardon çınar ağacı ile konuşuyorum. Daha zor ne olabilir ki? Gördüğün gibi zoru hatta imkansızı başarabiliyorum.”
“Eğer delirmediysen çok haklısın. Ancak şu an delirmiş isen durumun çok vahim.”
“En son delirmemiştim sanırım veya delirmek üzereydim. Kafam çok karışık.”
“Şunu farkettim ki bu şekilde konuşarak bir yere varamayacağız. Sana yardım etmek için uğraşıyorum biliyorsun ve hala bir ağacım, çınar ağacı.”
“Sanırım bunun için bir şey yapamam, seni insan yapamam.”
Lucian cümlesini bitirdiği zaman bir an süren bir sessizlik oldu. Daha sonra Lucian arkasından bir ses duydu “Gerek yok insan olmak benim için çok kolay.”
Lucian sesin nereden geldiğni anlamak için kafasını çevirdiğinde hemen arkasında durmuş siyah elbiseler giymiş ve siyah bir çapka takan birini gördü.
“Sen kimsin?”
“Benim kim olduğumu boşver sen. Gel şuraya oturalım, yanımda çok güzel bir şey getirdim. Tam 200 yıllık, harika bir ürün.” Şapkalı adam konuşmasını bitirdiğinde Lucian adamın elindeki 200 yıllık şarabın etkisiyle ağacın köklerinin üzerine oturdu. Şapkalı adam da aynısını yapıp Lucian’ın hemen yanına oturdu. Daha sonra kadehleri doldurdu ve içmeye başladılar.
“Beni en çok ne yıprattı biliyor musun? O gittikten sonra çok uzun zaman boyunca kendimi toplayamadım. Hayat o kadar anlamsız geliyordu ki bana, yazmayı denedim onu da başaramadım. O geri gelmeyecek diyemedim hiç. Sonra tam onun gelmeyeceğini kabul edip kendi hayatıma devam etmek istediğim zaman o geldi. Keşke oracıkta öldürseydi beni.”
“Kadınlar böyledir işte. Bir anları bir diğerini tutmaz. Bence gereksiz canlılar ama konumuz değil. Sen bu gidişle o kızı tekrar sevemeyeceksin. Onu her gördüğünde, adını her duyduğunda yaşadıkların aklına gelecek, canın yanacak sonra. Daha fazla dayanamayacaksın.”
“Bana yardım etmek istediğini söylemiştin işte sana fırsat bana hayal karavanını nasıl yapacağımı söyle.” Lucian son cümlesini büyük isekle söylemişti. Sanki hayal karavanı onun için önemli olan tek şeydi.”
“Sen ne istediğinin farkında mısın? Seni en büyük hayaline götürecek bir karavan. Bunu yapabilirim ama çok maliyetli olur.”
“Söyle ne istiyorsun?”
“İlk aşkını istiyorum.”
“Nasıl yani?”
“İlk aşkınla ilgili hatıralarını alacağım ve gideceğim bu arada hayal karavanını nasıl yapacağını da öğrenmiş olacaksın. Bence çok güzel bir anlaşma olur. Bir an para isteyeceğimi düşündün değil mi? Merak etme benim parayla işim olmaz.”
Lucian ilk aşkıyla yani Melveniz ile yaşadıklarını düşündü bir süre boyunca. Sonra çektiği acıları hatırladı. Daha sonra o olmazsa bunları yaşamayacağını düşündü ve elini şapkalı adama uzatak “Anlaştık” dedi.
“Harika o zaman. Bu gece evine gittiğin zaman nasıl yapacağını öğrenmiş olacaksın. Ancak biraz uyu, uyandığın zaman onu yapmaya başlayabilirsin. Hatta şu anda bile büyünün kelimeleri zihninde dolaşmaya başlamış olmalı. O zaman ben gidiyorum, şarap sende kalabilir.” “Bu arada her gittiğiniz yerde bir kitap bulmanız gerekiyor. Bu yolculuğa tek başına cıkmayacağını düşünüyorum. Her gittiğiniz yerde bir kitap bulacaksınız ve o kitabın içinde içinizden birisinin adı yazılı olacak ve kitabını bulan en büyük hayaline ulaşacak.”
Şapkalı adam konuşmasını bitirdiğinde bir anda ortadan kayboldu ve Lucian neler olup bittiğini anlamaya çabaladı. Sahi gerçektende çınardaki ses birisine dönüşüp ona yardım mı etmişti. En garip tarafı ise zihninden geçen kelimelerdi.
Her geçen an Lucian’ın zihninden geçen kelimelerin sayısı artıyordu. Onların ne olduğunu bile bilmiyordu ama içinde büyük bir gücün dolandığını hissediyordu. “Est, tamuri, zeythe” zihninden geçen kelimelerden bazılarıydı sadece. Hayal karavanını yapmaya yardımcı olacaksa diğer hiçbir şeyin bir önemi yoktu.
Oturduğu yerden kalkmayı hiç istemiyordu. Ona kalsa sonsuza kadar orada otururdu. Ancak kalkması ve hayal karavanını yapması gerekiyordu. Şapkalı o adamla yaptığı anlaşmanın neleri doğracağını bilmiyordu aslında ancak bunun da bir önemi yoktu. Onun ilk aşkı Melvenia’ydı ancak onu hatırlamaya devam ediyordu. Ancak onunla ilgili hatırladığı şeyler artık ona acı vermemeye başlamıştı. Sanki hepsinin içi boşalmıştı.
Lucian ayağa kalkıp yürümeye başladığında hala geceydi. Bu da demektir ki herkes uyumaya devam ediyordu. Evinden bayağı uzaklaştığında hızlı yürümeye karar vermişti. Şapkalı adamın getirdiği şarabı yanına almak istemedi. Uzun zamandan sonra ilk kez bir amacı varmış gibi geliyordu ona ve bu amaç için gerekli herşeyi yapabilirdi.
Evinin önüne geldiği zaman daha önceden yapmış olduğu karavana bir göz gezdirdi ve gülümsedi. Çok az kaldığını hissediyordu artık ve evin dış kapısını açıp içeriye girdi. Nas ve diğerleri ile sabah konuşabilirdi ancak şu an daha önemli işleri vardı.
Eve geçtiğinde ilk iş olarak yüzünü yıkadı. Belki bu ayılmasına yardımcı olurdu. Daha sonra içeriye geçti ve tek kişilik mor koltuğa oturdu. O koltukları da kendisi yapmıştı. Ona kalsa tüm evi siyaha boyayabilirdi ancak bunu yapmaktan son anda vazgeçmişti. Onun da renklere ihtiyacı vardı.
Koltuğa oturduğu zaman derin bir nefes alıp verdi. Sonra bir tane daha ve başka birisi. Gözlerini kapattı ve zihnini boşaltmaya çalıştı. Aslında Melvenia ile ilgili düşünceler zihninden çıktığı zaman oldukça hafiflemiş hissediyordu kendini. Öyle ki sanki hiçbir düşünce yoktu zihninde.
Aklından geçen garip kelimelerin başlangıcını bulmaya çabaladı. “Est” evet ilk kelime bu olmalıydı ve onu sesli bir şekilde söyledi. Daha sonra ikinci kelimeyi bulması hiç zor olmamıştı ve sonra üçüncüsünü. Kelimeleri söyledikçe rahatladığını hissediyordu ve söylediği her kelime onu daha yorgun düşürüyordu.
İlk cümleyi bitirdiği zaman tekrardan derin bir nefes aldı ve kelimeleri yüksek sesle söylemeye devam etti. İkinci cümlenin sonuna geldiği zaman terkardan derin bir nefes aldı. Artık fazla bir kelimenin kalmadığını düşünüyordu ve onları söyledi yüksek sesle. Söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyordu ve bunu hiç umursamadı kalan kelimeleri söylerken.
İçinden geçen kelimeleri söylemeyi bitirdiği zaman çok derin bir nefes aldı. Kendini çok yorgun hissediyordu ve yine de ayağa kalkıp karavana bakmak istedi. Dışarı çıktığı zaman hızlı adımlarla karavanın yanına gitti. Dışarısı tamamen aynıydı ve içine girdi.
İçeriye girdiği zaman karşılaştığı manzara oldukça farklıydı. Küçük karavanının içi artık o kadar da küçük değildi. Hatta eskisine göre devasaydı. İçeride birçok oda vardı ki saydığı zaman 5 tane odanın olduğunu gördü. Mutfak, banyo ve oturma alanı. Bunların hepsi söylediği sözler yüzünden mi olmuştu? Bunların hepsini o mu yapmıştı.
O an kendini o kadar yorgun hissediyordu ki tek istediği şey eve geçip uyumaktı. Eve geçtiği zaman kendini koltuklardan birisinin üstüne bıraktı. Uykuya dalması fazla uzun sürmemişti. Uyuyana kadar geçen kısa sürede olanları Naserious’a anlatmanın düşüncesi vardı zihninde. Ancak hepsini anlatamazdı ona yoksa Naserious hep yaptığı gibi kızar ve bir sürü söz söylerdi. Yıllar önce kendisine söylenen bir söz aklına geldi “Herkesin herşeyi bilmesine gerek yok.” Naserious’dan sonra diğerlerini de anlatır ve hep beraber yolculuğa çıkarladı.
Lucian kendini yukunun sakin kollarına bıraktığı sırada başka bir evde gözyaşları sessizce akıyordu.
Aslında Melvenia Heyrina’nın odasına gireli fazla olmamıştı. Lucian’ın yanından ayrıldıktan sonra gözyaşları içinde bir süre boyunca kasabanın içinde dolanıp durdu. İçindeki sesler ona geri dönerek yanlış yaptığını söylüyordu. O sesleri dinlemiyordu ama hep olmak istediği yerdeydi şimdi. Belki olmak istediği şekilde değildi ama olsun yıllardır hayalini kurduğu şeye tekrardan sahip olabilirdi.
Melvenia ağlamaktan bitap düşmeye yakın bir noktadaydı. Heyrina ise bir kolunu onun omuzuna atıp ağlamasını sessizce seyrediyordu.
“Mecburdum Heyrenia, bunu anlatmayı ne kadar anlatmak istesemde yapamayacağımı biliyorum. Hepinizin başını belaya sokamazdım ve kaçmaya mecburdum.”
“Anlamak istiyorum Mel, yıllara varan bir dostluğumuz var seninle biliyorsun. Peki bunca yıl boyunca ne yaptın sen?”
“Biliyorum kardeşim beni, bu yüzden buraya geldim zaten. Ne yaptığıma gelince başlangıçta sadece kaçtım. Sadece ağaçların yüksek dallarında uyudum. Zaman geçtikçe çok daha güçlü hissediyordum kendimi. Kaçarak sonsuza kadar yaşayamazdım ama ve gittiğim yerlerde işler bulmaya başladım. Onları yaparak güzel paralar kazanabiliyordum ama kaçmaya devam ettim. Bir süre boyunca ülkenin dışında yaşadım, orada herşey daha kolaydı. Angaria’nin kralının hizmetine girdim. Seri katil gibi çalıştım orada, düşmanları teker teker öldürdüm. Sonra babamın öldüğü haberini aldım ve geri geldim.”
“Neler yaşamışşın sen Mel. Lucian bunların ne kadarını biliyor peki?”
“Sadece küçük bir kısmını. Tamamını anlatmaya vaktim olmadı ki! Sence tekrar eskisi gibi olma şansımız var mı?”
“Luci’yi tanırsın. Merhametlidir, ona biraz zaman ver. Şu anda ne yapacağını bilmiyor o. Eskisi gibi olur musunuz bilemem ama bir süre sonra tekrar konuşmaya başlayacağını biliyorum.”
Melvenia bu sözlerin ardından başını yukarıya doğru kaldırdı ve Heyrina’nın gözlerinin içine baktı. Heyrina onda bir umut ışığını yakmıştı ve o ışık Melvenia’nın yeşil gözlerinin daha güzel görünmesini sağlıyordu.
“Umarım dediğin gibi olur, içimdeki suçluluk duygusu o kadar büyük ki bir gün ölürsem sebebinin o olacağını çok iyi biliyorum. Luci beni affetmeden daha fazla yaşayamam ben.”
“Merak etme, Lucian seni affedecektir. Sadece ona biraz zaman tanımalısın. Sen gittiğinden sonra hayalet gibi dolaştı ortalıkta. Hatta sana komik bir şey anlatayım. Bundan bir süre önce o Naserious, Lucian ve Galdor onun kafası dağılsın diye biraz uzaklaşmaya karar verdiler. Sonra üçü başka bir şehre gitmeye karar verdiler. Oraya gittikleri zaman gece olmuştu ve kalmak için bir han seçtiler. Bir tane de garson kız varmış orada, Lucian’dan hoşlanmış tabi bu kız ve ona ilgi göstermeye çalışıyormuş. Tabi kız o kadar ilgiliymiş ki o gece aralarında birşey olacağını bile düşünmüşler. Ancak Lucian ona gösterilmeye çalışılan ilginin farkında bile değilmiş. Kız da onun dikkatini çekmek için birayı onun üstüne dökmüş. Tabi Lucian buna bile tepki vermemiş ve üstünü değiştirmek için odasına geçmiş. Ertesi gün geri dönmüşler tabi. Sen birde bu hikayeyi Naserious’tan dinle. Çok daha komik anlatıyor.”
“Ne yapmışım çocuğa ben. Sayende tekrar gülebildim, hepinizi çok özledim ben.”
“Günlük ağlama limitini doldurduğuna göre hadi gel biraz uyuyalım. Yarın neler gösterecek bakalım, burada istediğin kadar kalabilirsin. Sen şu koltukta uyu bende burada uyurum.”
“Teşekkür ederim Heyrina. Evet biraz uyumam lazım benim.”
Bu esnada Lucian koltuğa kıvrılmış uyuyordu. Gece boyunca uyumaya devam etti. Sebebini bilmediği garip bir huzursuzluk vardı içinde. Salonun camlarından içeriye güneş ışığı girmeye başlamıştı ve çevreden gelen hayvan sesleri artmıştı. Ancak bunlar Lucian’ı uyandırmaya yetmedi. Kapının yumruklanması sesine uyandı.
Hızlı adımlarla kapıya doğru giderken aklındaki tek soru bu saatte kimin geldiğiydi. İkinci önemli soru ise dün gece gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğuydu. Melvenia gerçekten gelmiş miydi? Yoksa onun gelişini gördüğü başka bir rüya mıydı? İşin garip tarafı ise daha önce gördüğü rüyalardan sonra hissettiklerinin hiçbirini hissetmiyor olmasıydı. İşin daha da garip tarafı ise ona dair hiçbir şey hissetmiyor olmasıydı.
Lucian kapıyı açtığı zaman gelen kişinin Naserious olduğunu gördü. “Hoşgeldin Nas sabahın bu saatinde hangi rüzgar attı seni buraya?”
“Rüzgar falan atmadı beni seni kontrol etmeye geldim. Melvenia vurgunundan sonra nasılsın diye merak ettim, senin için kolay değil biliyorum.”
“İyiyim merak etme, sadece uyumak istiyorum şu anda. Daha önemli şeyler oldu dün gece. Rüyamda hayal karavanını nasıl yapacağımı gördüm ve sabaha kadar çalışıp bitirdim onu. Hadi gel göstereyim sana.”
“Yine ne manyaklıklar yaptın sen! Hadi bakalım.”
Lucian, Naserious’u dışarıya çıkartıp hayal karavanının yanına götürdü. “İşte bak, burada.” Cümlesini bitirdiği zaman Lucian’ın yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve Naserious onu uzun zaman sonra ilk kez bu kadar mutlu görüyordu.
“Aynı oğlum bu, zaten yapmıştın bu karavanı sen.”
“Sen içine bak öyle karar ver.”
İkisi birlikte içeriye girdiler ve Naserious’un yüzü şaşkınlıktan bembeyaz oldu.
“Nasıl yani, yaptığın karavan ufacık bir şeydi senin nasıl bu kadar büyüdü içi? Hayır dışarıdan da aynı ufaklıkta! Ne yaptın oğlum sen buraya.”
“Söylediğim gibi rüyamda nasıl yapılacağını gördüm. Büyü sözleri vardı onları söyledim oldu.”
“Sen ne anlarsın büyüden, büyücülükten. Bana doğruyu söyle ne oldu burada.”
“Sana hiç yalan söylemedim biliyorsun, dün olanları anlatıyorum sadece. Ben büyüden anlamam doğru ama sen anlarsın. Bak bakalım ne varmış burada.”
Naserious, Lucian konuşmayı bitirdiği zaman gözlerini kapattı ve kısık sesle bazı sözler söylemeye başladı. Nasıl bir büyünün yapıldığını anlamaya çalışıyordu ancak büyü onun bilgisinin çok ötesindeydi. Sanki yapılan büyü çok eskiydi, işin gerçeği büyünün hiçbir parçasını anlayamıyordu. Sanki büyü onun bildiği, duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu. Hatta herhangi bir yaşayanın onu anlayabileceğine ihtimal vermiyordu.Böyle
“Ne yaptın sen buraya. Burada kullanılan büyünün en ufak bir parçasını bile anlamadım ben. Böyle bir şeyi yapmaya senin gücün yetmez. Bana doğruları söyle nasıl yaptın bunları.”
Lucian, Naserious’un bu sert tepkisini bekliyordu zaten gece boyunca hazırlamıştı kendini. “Aynen dediğim gibi oldu. Gece rüyamda gördüm, büyünün sözleri sanki aklıma kazınmıştı ve uyanınca hepsini söyledim. Sonuç ortada. Hem sen en büyük hayaline kavuşmak istemiyor musun? Onca zaman boyunca hayal kurduğumuz şey şimdi karşında.”
“Bunun ne olduğunu anlamam gerekiyor. Sen büyünün sözlerini hatırlıyor musun peki?”
“Hayır Nas, hiçbirini hatırlamıyorum ve biliyorsun seni asla yalnız bırakmam. Bu yolun sonu nereye giderse gitsin hep yanındayım. Hem birinin arkanı kollaması gerekiyor senin.”
“Teşekkür ederim Nas beni yalnız bırakmayacağını biliyordum. İstersen sen anlamaya çalışırken bende içeride birşeyler atıştırayım ve Galdor’a gidelim. Sonra Aranhil’e ve diğerlerine. Hayallerimize çok yakınız” Lucian konuşurken neşesi giderek artıyordu ve birşeyler atıştırmak için içeriye geçti. Naserious ise hayal karavanının içinde kalıp büyüyü anlamaya çalıştı.
Lucian hızlı adımlarla eve girip mutfapa geçti ve birkaç birşey atıştırarak kahvaltısını yaptı. Ne yediğinin pek bir önemi yoktu biraz peksimet ve biraz peynir açlığını bastırmaya yeterliydi. Kahvaltısını birkaç dakika içinde hızlı bir şekilde yaptıktan sonra içinden kahvaltıyı zaten sevmediğini düşündü ve gülümsedi. Aynı şekilde hızlı adımlarla evden çıktığında Hayal Karavanının kapısının önünde durup Naserious’a seslendi “Hey Nas, ben Galdor’a doğru gidiyorum. İstersen sende katıl bize.”
“İşimi bitirirsem gelirim” dedi Naserius ve Lucian hızlı adımlarla Galdor’un evine doğru ilerlemeye başladı. Aslında ikisinin evleri birbirine oldukça yakındı. Sadece köyün orta yerinden geçen derenin diğer tarafına geçmeliydi. Şanslıydı ki uzun zaman önce derenin iki tarafı bir taş köprü ile birbirine başlanmıştı. Taş köprü olmadan önce derenin iki tarafı arasında küçük tekneler çalışıyordu. O tekneler ise köprüden sonra dere boyunca balık avlamaya başlamışlardı.
Lucian acelesi olduğu zamanlar gibi başkalarını görmüyordu. Görse bile umursamıyordu çünkü o an onun için önemli olan şey Galdor ile konuşmaktı. Ona içindeki mutluluğun tamamını anlatmak istiyordu ve beraber bu mutluluğu kutlamak. Galdor, Naserious gibi sorgulamayacağı için çok daha neşeli olacaktı onunla yapacağı konuşma. Bu nedenle ayrıca heyecanlıydı. Galdor’un onun mutluluğunu sorgulamadan kabul edeceğini ve paylaşacağını çok iyi biliyordu.
Galdorun evine yaklaştığı zaman onun evin dışında kütüklerin yanında elinde baltası ile gördü. Galdor’u odun keserken izlemeyi her zaman sevmişti Lucian. Özellikle bazen baltası oduna saplanmadığı zaman veya odunu istediği gibi kesemediği zaman tepkileri gerçekten oldukça komikti. O esnada söylediği şeyleri bir sonraki an hatırlayabilse kendisi bile gülmekten yerlere yatabilirdi.
“Hey Galdor, şu odunlarla kavganı bir türlü bitiremedin. Yakında bu yüzden çevrede ağaç kalmayacak.”
“Bir sus be Lucian, harbiden senin gelip işime engel olmak dışında bir uğraşın yok mu?”
“Engel olmaya gelmedim be, seninle konuşmamız lazım.”
“Evet, bende öyle düşünüyorum. Dün gece Naserious geldi buraya söylediklerine göre Melvenia gelmiş dün. Yüzünün güldüğüne göre güzel şeyler olmuş sanırım. Gel oturda dün olanları anlat bakalım. Dur hemen anlatma, ben biraz bira getireyim.”
“Bira kalsın şimdilik. Daha öğlen olmadı. Melvenia konusuna gelince dün geldi evet, konuştuk, bir şeyler anlattı bana. Babasından kaçıyormuş o yüzden haber verememiş. O gittikten sonra düşündüm ve ona hak verdim. O kendince doğru kararı vermişti.”
“Nasıl yani??” Galdor konuşurken şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı ve verdiği cevabı bağırarak söylemişti. “Kafana sert bir şeyle mi vurdu? Ne yaptı oğlum sana, sen Melvenia’nın gelişini bu kadar sakin karşılıyorsun. Yıllarca bunu anlattım sana ama en saçma zamanda kabul ediyorsun. Kim vurdu oğlum kafana?” Galdor cümlesini bitirdiği zaman uzun zakalını sıvazlayarak gözlerini gözyüzüne doğru çevirmişti. Bunu genellikle düşünürken yapardı.
“Nasıl anlatacağımı bilmiyorum sadece onu karşımda görünce bir anda ona karşı hissettiğim herşeyin bir anda bittiğini hissettim. O gittikten sonra ise artık acı çekmiyordum. Sanırım bu Mel’in benim bittiğini gösteriyor.”
“En güzeli be valla yıllarca hep bunu anlatmaya çalıştım sana. Gel seninle biraz uzaklaşalım, bak söz veriyorum çok acaip eğleneceksin.”
“Boşver şimdi onu, buraya daha önemli bir şey konuşmak için geldim. Hayal Karavanını bitirdim ben. Çok yakında hayallerimize kavuşuyoruz Galdor’um. Biricik kardeşim.”
Bunu duyan Galdor elindeki baltayı yere bıraktı ve Lucian’a doğru koşmaya başladı. İri cüssesi sebebiyle yapabilseydi toprağı sallayabilirdi. Lucian’ın yanına geldiği zaman kalın kollarını onun beline dolayıp havaya kaldırdı ve kahkahalar atarak çevirmeye başladı. Kendi etrafında o kadar hızlı dönüyordu ki Lucian ona durmasını ne kadar söylesede dönmeye devam etti. En sonunda durdukları zaman Lucian başı döndüğü için bir süre boyunca ayakta duramadı ve dizlerinin üzerine çöktü.
“Ne saçma bir adamsın lan sen. Bıraksak öldüreceksin bizi.”
“Yok be oğlum, bu haberler gerçekten harika. Biliyorsun seninle sonsuz ateşin dibine bile gelirim. Söyle hadi ne zaman gidiyoruz?”
“Herkese anlatmam lazım şimdi bunu. Sen ve Nas biliyorsunuz şu anda Aranhil’le konuşacağım sonra da diğerleriyle. Hazırlanmamız falan bir veya iki günü bulabilir. Tabi onları ikna etmem gerekecek.”
“Karşı çıkan olursa söyle ağzını burnunu kırarım onun, en sonunda zaten ikna olur.”
“Teşekkür ederim Galdor, ben şimdi Aranhil’e gideceğim ondan sonra diğerlerine. Hadi görüşmek üzere.” Lucian, Galdor ile vedalaştıktan sonra yine hızlı adımlarla Aranhil’in evine doğru yola çıktı.
Lucian Aranhil’in evine doğru ilerlerken onun evde olmasını diledi. Eğer evde değilse ormanı dolaşmalı ve onu bulmalıydı. Kesin yine bir yerlerde hayvan avlıyordur diye düşündü. Daha sonra içinden bu saatte daha çıkmamıştır o. Çıktıysa zaten onu bul, avladığı hayvanları taşımasına yardımcı ol bir sürü uzardı işi ve bu yüzden adımlarını daha da hızlandırdı.
Aradan geçen yaklaşık 10 dakika sonra Aranhil’in evinin önüne kadar gelmişti. İlk olarak hızlıca kapıyı çaldı, cevap gelmeyince evin etrafında dolaşmaya başladı. Şanslıydı ki Aranhil’i evinin arka tarafında oklarıyla uğraşırken buldu. “Hey, dostum yine mi avcılık işleri.”
Aranhil, Lucian’ı gördüğü zaman oturduğu kütüğün üzerinden kalktı ve “Ooo kimler de gelirmiş. Sen buraların yolunu bilir miydin?”
“Elbette bilirim sadece son zamanlarda pek evden çıkmadım. Neyse önemli konular konuşacağız seninle işini bırakta biraz oturalım.”
İkisi birlikte evin ön tarafındaki ahşap koltukların oraya geçtiler ve Aranhil “Anlat bakalım Luci, meraktan öldüreceksin galiba bizi.”
“Dün gece Hayal Karavanını bitirdim. Rüyamda nasıl yapcağımı gördüm, bazı büyü sözleri fısıldadım ve oldu. Artık hayallerimize kavuşacağız. Çok az kaldı.”
“Tamam da nasıl olacak bu iş. Hep böyle düşünmeden hareket ediyorsun sen ve başımıza binbir türlü bela geliyor. Sana kutların bize saldırdığı zamanı hatırlatmak isterim.”
“Onu hiçbir zaman unutmadım ben merak etme. Şu anda herkesle teker teker konuşuyorum. Naserious ve Galdor ile konuştum, diğerleri ile de konuşacağım. Sonra bir toplantı yapıp yola çıkacağız.”
“Ben gelirim, maceraya her zaman açığım biliyorsun. Kylana da gelmek ister böyle bir geziye. Daha önce konuşmuştuk ve keşke böyle bir şey olsa demişti bana. Onu da yanımıza almak isterim.”
Lucian cevap vermeden önce bir an düşündü. Daha sonra Aranhil’in gözlerinin içine baktı. Onu kırmayı hiçbir zaman düşünemezdi, hele onu hayal kırıklığına uğüratmayı asla düşünemezdi. “Kylana’yı pek sevemedim biliyorsun ama sen istiyorsan elbette gelebilir.”
“Biliyorum siz ikiniz bir türlü birbirinize ısınamadınız ancak onu tanıdıkça daha çok seversin merak etme. Özünde iyi kızdır ama zor şeyler yaşadı, hem kuzenim onu korumam ve mutlu olmasını sağlamam lazım.”
“Merak etme, anlaşırız umarım.”
“Bu arada Melvenia’nın döndüğünü duydum. Nasıl hissediyorsun sen?”
“Daha iyiyim. Sanırım içimdeki hayalet Melvenia dün öldü. Çok garip ama kendimi çok iyi hissediyorum şu anda.”
“Çok garip fakat senden normal bir şey beklemezdim. Melvenia’yı atlatmana sevindim. Zaten o kız seni yavaşça bitiriyordu. Daha sonra uzun uzun konuşuruz. Ben de kılıcımı, oklarımı bileyeyim. Hadi yolun uzun senin.”
“Teşekkür ederim Aranhil. Herkesle konuştuktan yanına gelirim hatta bizim orada buluşuruz akşama, bir şeyler içeriz beraber.”
Lucian ve Aranhil konuşma bittikten sonra sarıldılar ve vedalaştılar. Şimdi sırada Heyrina vardı. İşin garibi Mel’in onun yanında olabileceğini bilmesine rağmen onu görmekten hiç çekinmiyordu. Normalde onu tekrardan görmekten deli gibi korkması gerekirsen o an hiçbir şey hissetmiyordu ve Heyrina’nın evine doğru yola çıktı.
Şansına Heyrina’nın evi oldukça yakındı. Aslında onu severdi Lucian. Neredeyse bütün hayatında bir yerlerde o hep vardı. Onunla tanıştığı zaman oldukça küçüktü ikisi de. Ailesinden kaçıp gelmişti. Sebebini sorduğu zaman ise onun tarlada çalışmasını istediklerini söylemişti. O ise şarkı söylemek istediği için kaçmıştı evden. Yeni bir hayat kurmayı seçmişti kendisine. Onların yanına ilk geldiği günü hala hatırlıyordu Lucian. Kimsesiz bir şekilde öylece duruyordu. O zaman ona yardım etmişlerdi ve sonra arkadaş olmuşlardı. Bir süre boyunca Melvenia’da kalmıştı. Daha sonra ise bir handa şarkıcı olarak çalışmaya başlamıştı.
Aradan geçen yıllarda hep yakın’dı Heyrina. Hep önemliydi. Güzel bir kızdı aynı zamanda ama onu güzel yapan en önemli yanı sesiydi. Melekleri kıskandıracak kadar güzeldi onun sesi. O şarkılara aitti bunu herkes bilirdi.
Heyrina’nın kapısına geldiği zaman önce yumruğunu sıktı ve kapıya birkaç kere hafifçe vurdu. Yavaşça 3 kere vurmak onların arasında bir haberleşme şekliydi ve gelenin yabancı olmadığını gösterirdi.
Lucian fazla beklemeden kapı açıldı. Kapıyı açan Heyrina oldu. Lucian’ı ilk gördüğü anda yüzüne bir şaşkınlık ifadesi oluştu ancak bu ifade kısa zamanda yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı. “Hoş geldin Luci.”
“Hoş buldum Heyrina. Konuşmak istediğim bazı konular vardı da seninle. Hem belki bari çok güzel haberler verebilirim.” Lucian’da aynı şekilde gülümseyerek karşılık vermişti ona. Öyle bir andaydı ki mutluluğunu hiçbir şey bozamazdı.
“İçeriye davet ederdim seni ama biliyorsundur Mel burada. Dün gece neler olduğunu anlattı bana. İçeriye gelmek istediğine emin misin?”
“Evet, eminim hem onunla da konuşmak güzel olur.”
Lucian ve Heyrina hızlı adımlarla oturma odasına doğru ilerledi. İçeriye önce Heyrina gitdi ve hemen ardından Lucian. “Mel bak kim geldi!”
Bu sefer şaşırma sırası Melvenia’daydı. Normalde en son görmeyi beklediği kişiydi o ama nedense ilk gelen o olmuştu. Onunla yüzleşmeye gelmiş olamazdı, bu Lucian’dan bekleyebileği bir hareket değildi. Ayağa kalktı ve “hoşgeldin Luci” dedikten sonra hepsi birlikte oturdu.
Melveniz ve Heyrina yanyana oturdular Lucian ise onların hemen karşısında. Fazla zaman kaybetmeden Lucian konuşmaya başladı. Garip bir anın içindeydi, yani garip olması gerekirdi ki o an neden garip olması gerektiğini bilmiyordu. “Dün gece hayal karavanını bitirdim. Bu gün herkesle konuşuyorum kimler gelmek isterse yarın yola çıkmayı planlıyorum. Naserious, Galdor ve Aranhil ile Kylana tamam dedi. Şimdi sıra sizde.”
“O karavan bizi saçma sapan yerlere götürmez değil mi Lucian?” Heyrina konuşurken neşesi hala devam ediyordu. O an en büyük hayalini tekrardan hatırladı, çok başarılı bir şarkıcı olmak istiyordu o ve bunun için herşeyi yapabilirdi. O tam konuşmaya hazırlanırken Melveniz araya girdi ve neşeli bir şekilde “İkimiz de geliyoruz.” dedi. Lucian’a ne olduğunu bilmiyordu ama o an için fazlasıyla normal görünüyordu. Hatta gereğinden fazla normal gibiydi sanki. Ters giden birşeyler vardı ama ne olduğunu bilmiyordu. Belki de bilmemek daha iyiydi o an. Tekrar Lucian’ın yanında olacaktı, en kötü ne olabilirdi ki.
“O zaman çok sevindim ben. Şimdi kalanlarla konuşayım bu akşama bir toplantı ayarlayabilirim belki. Yarında yola çıkarız. Sonra gelsin hayaller.”
Lucian, Heyrina ve Melvenia’nın yanından ayrıldığı zaman kendine nelerin olduğu merak ediyordu. Birkaç saat önce onu gördüğü zamanı düşünüyordu. Neler hissettiği, ne derece çaresiz kaldığı ve hatta hareket bile edemediği aklına geliyordu ama o an hiçbiri yokmuş gibiydi. Normalde Mel’i görmüş olsaydı yine aynısı olacaktı bundan emindi. Daha kötüsü bile olabilirdi belki de. Gerçekten ona karşı hissettiği her şey alınmış mıydı ondan? Böylesi daha güzel diye düşünüyordu özellikle ona karşı yapılanlar aklına geldiği zaman. Hayatının 4 senesi sanki yok olmuştu ancak bu şekilde devam etmeyecekti. Melvenia artık gitmişti hayatından. İçinde kocaman bir boşluk vardı sanki Melvenia hayatının her bölümünü kaplıyormuş gibiydi ve onu çıkarınca geriye hiçbir şey kalmamıştı sanki. Boşluğa da alışırdı ama nelere alışmamıştı ki o, nelerin üstesinden gelmemişti.
Bu düşünceler bir an için donuklaşan yüzünün tekrar gülmesini sağlamıştı. Artık özgürleşmişti, artık zincirlerinden kurtulmuştu. Aslında hep hayal ettiği şeylerdi bunlar. Yavmie’nin evine doğru ilerlerken tek düşündüğü şey Derian’ın da orada olmasıydı. Eğer böyle olursa onun evine gitmekten kurtulurdu.
Aslında ikisini de severdi onların. Belki Derian’ı biraz daha fazla seviyor olabilirdi. Bunu hiç düşünmemişti aslında. İkisini neredeyse tüm hayatı boyunca tanıyordu. Derian biraz farklı bir kızdı, onu ne kadar yakından tanırsa tanısın sanki onunla ilgili bilmediği birşeyler vardı. Bazen onun gözlerinin içine baktığı zaman orada daha önce hiç görmediği bir renk görürdü sanki. Sanki onun içinde bambaşka birşey vardı.
Derian ise onlara daha sonradan katıldı. 7 yaşında olduğunu hatırlıyordu. Bir kız çocuğu onların yanına gelmişti, açtı susuzdu. Onu yedirmişlerdi, onunla ilgilenmişlerdi. Daha sonra ise onların bir parçası olmuştu Derian. Derian’da farklı birisiydi. Hayatına kaç kişinin girdiğini hiçbir zaman öğrenemedi. O birşeyler arıyordu ama ne aradığını bilemedi hiçbir zaman. Aslında güzel bir kızdı. Hem yüzü hemde fiziği oldukça çekiciydi. O ise bunları göstermekten hiçbir zaman çekinmezdi o.
Yavmie’nin evine yaklaştığı zaman ikisini bahçede otururken gördü. İşte bu sevindirici bir haberdi. Kesin yine dedikodu yapıyorlardır diye düşündü. Derian kesin Yavmie’ye yeni maceralarını anlatıyordu. “Selam kızlar.”
Derian, Lucian’ı gördüğü zaman hemen ayağa fırladı ve ona doğru koşar adımlarla ilerledi. “Hoşgeldin Luci, özlemiştim seni.”
“Hoşbuldum Derian, evet şu sıralar evden pek çıkmıyorum.” Lucian cümlesini bitirdiği zaman Derian kollarıyla onu sıkıca sardı. Öyleki Lucian onun bedenindeki tüm kıvları hissediyordu. Bunu hep yapardı o, insanları etkilemek için dişiliğini kullanırdı. Onun bu taktiğini çok iyi bildiği için hafiçe itip kendinen uzaklaştırdı. Ardından gülmeye devam etti. Yavmie’ye dönüp ikinizle de konuşmak istediğim bir konu var.
“Gel Luci, anlat bakalım.”
Derian ve Lucian, Yavmie’nin yanına doğru ilerlediler ve ikisi birlikte Yavmie’nin yanına oturdu. “Lafı çok fazla uzatmayacağım Hayal Karavanını yaptım ve şimdi yolcuları toparlıyorum. Siz geliyor musunuz? Benimle birlikte en büyük hayallerinize ulaşmak ister misiniz?”
“Bunu daha önce konuştuk be Luci. Her seferinde ikimizde o karavanı yaptığın zaman geleceğimizi söyledik sana. Şimdi de farklı bir şey söyleyebileceğimizi sanma lütfen.”
“İşte bunu duymak harika oldu.”
“Sizin için geliyoruz biliyorsun biz olmasak ne tadı tuzu olur o gezinin ne de en ufak bir heyecanı.”
“Bende bu yüzden sizin yanımda olmasını istiyorum.”
“Merak etme Luci, istersen seni bolca eğlendirebilirim.” Yavmie sözü Derian’dan alıp konuşmaya başlamıştı. Hatta konuşurken Lucian’a bir bakış atmıştı. Bu bakışı da çok iyi tanıyordu, tutku dolu bir bakıştı o. Bu bakışa karşı durabilecek erkek sayısı oldukça azdı. Lucian bu bakışı daha önce de görmüştü ve o zamanlarda da ona karşı koymuştu. Ancak o zaman bu karşı koyuşun sebebi Melvenia’ya karşı hissettikleriydi ancak şimdi Melvenia yoktu.
“Emin olun çok eğleneceğiz. Ben eve geçeceğim. Sizde hazırlıklarınızı yapın ve gece olduğu zaman bizim evde buluşalım. Toparlanırız ve sabaha doğru yola çıkarız.”
Lucian onları bırakıp uzaklaşırken diğerlerine buluşma saatini söylemediğini hatırladı. Neyse bu kolay işti nasıl olsa birçoğu karavanı görmek için onun evinde toplanmış olmalıydı.
Lucian evine doğru giderken aklında bir çok soru vardı. Bunlardan ilki Melveni ve onu görünce hiçbir şey hissetmemesiydi. Şikayetçi olduğu söylemezdi ancak bu sanki içinde büyük bir boşluk var gibi hissettiriyordu ona. Bir diğer taraftan gerçekten de hayal karavanı ile hayallerine nasıl ulaşacaklarını merak ediyordu. Aslında soruların birçoğu hayal karavanı ile ilgiliydi. Hele birde anlaşma yaptığı çınar görünümlü adam vardı ki onunla ilgili hiçbir sorunun cevabını bilmedi için düşünmek istemiyordu.
Evine yaklaştığı sırada tahmin ettiği gibi Naserious, Galdor ve Aranhil’i bahçede otururken gördü. Hepsinin keyfi yerinde gözüküyordu. Görünüşe göre Naserious hariç hepsi eşyalarını toparlamıştı bile. Galdor baltasını sırtına asmış, Aranhil ile yayını omuzuna asıp kısa kılıcını beline yerlertirmişti. Naserious ise henüz hazırlıklarını yapmamıştı. Elbette Galdor metal zırhını giyerek saavşa gideceklerini işaret ediyordu sanki. Aranhil ise ona göre daha temkinliydi, her zaman giydiği deri zırhı ve siyah pelerinini giyiyordu.
“Selam gençler” diyerek onlara doğru ilerlemeye başladı Lucian. Onu gördükleri zaman arkadaşlarının hepsi ayağa kaltı. “Oooo kimler gelmiş!”
Lucian cevap vermeye yeltendiği sırada ona doğru koşan Galdor Lucianı belinden tutup havaya kaldırdı ve olduğu yerde çevirmeye başladı. Galdor bunu yapmayı çok severdi, arkadaşlarına sevgisini en iyi bu şekilde ifade ettiğini düşünürdü. Elbette onun bu sevgi gösterisi arkadaşları içinde bir eğlence kaynağıydı. Bundan yıllar önce hepsi gençlik çağlarını yaşarken bir keresinde Galdor yine Lucian’ı çevirmeye başlamıştı. Ancak önceki gece Lucian fazsıyla içmiş olduğu için midesindeki herşeyi dışarıya püskürtmüştü. Tabi bu esnada onların etrafında olan herkesde mide sıvısından faydalanmıştı.
Bu yüzden Lucian, Galdor’un sevgi gösterisinden hiç hoşlanmazdı. Galdor’un sırtını yumruklaması da bu sebeptendi. “Yeter lan bırak artık beni.”
Galdor onu bir kaç kere daha çevirdikten sonra yere bıraktı. Lucian başlangıçta ayakta durmakta biraz zorlansa da arkadaşlarının yanına geçip oturdu. “Söyle bakalım Luci kimler bizimle?”
“Herkes geliyor. Eskisi gibi tekrar bir ekip olacağız.”
“Hatırlıyor musun bundan çok yıl önce kasaba işgal edilmişti. Ne deli savaşmıştık o zaman. Hala hatırlıyorum o zamanlar Aranhil oldukça zayıf bir çocuktu onu kaldırıp düşmanların üzerine atmıştım. Aslında o beni atmış olsa çok daha güzel oludu ama nerede onda beni kaldıracak güç?”
“Tabi Galdor sen kaya gibi adam olmasan kaldırırdım da oğlum sen ağırlıktan koşamıyorsun bile.”
Diğerleri kendi aralarında şakalaşırken Naserious düşünceli bir şekilde duruyordu. “Hey Nas, ne oldu sana? Yüzünden düşenler yere değmeden paramparça oluyor.”
“Bir şey olmadı Luci. Sadece sen gittiğinden beri karavanı anlamaya çalışıyorum. Ancak pek başarılı olamadım. Sadece onun içinde birçok büyü olduğunu anladım ancak onlar o kadar iç içe geçmiş ki birbirinden ayırmak mümkün değil. 50 tane kelimenin üst üste yazıldığını düşün. Anlamak mümkün değil hiç. Sadece bu karavanın bizi hayallerimize ulaştırabileceğini anladım ama nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Bir de şunu anladım hiçbir canlı bu büyüyü yapamaz. Bu bizim algımızın çok ötesinde bir şey.”
“Hoş bundan bir sürü yapıp satmayı düşünmüyoruz ki. Yapabilsek ne güzel olurdu, hayallere öyle de ulaşırdık sanki.” dedi Aranhil gülümser bir şekilde.
“Bizim işimiz parayla değil bunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Öyle olsaydı güneydeki savaşta ele geçirdiğimiz herşeyi etrafa dağıtmazdık.”
“Haklısın be Lucian. Keşke birkaç altın kendimize ayırsaydık oradan. Hele o altın kolye, ah o altın kolye, hani elmaslarla süslü olanı.. Yedi sülalemize yeterdi o.”
“Hep Galdor’un yüzünden. Kimseye bir şey söylemeden aşık olduğu kıza vermişti onu ve kız Galdor’u yanağından öptükten sonra kayıplara karışmıştı. Sahi amacın neydi senin, evlenecek miydin onunla?
“Çok seviyordum lan o kızı ben. Aynı benim dişi olanım gibiydi. Evlenme teklif edecektim ona, işte kolyeyi verdim. Babam beni çağırıyor dedi, yanağımdan öptü ve gitti. Gidiş o gidiş tabi.”
“Ne alem adamsın lan sen. Neyse güneş batmaya başladı sende istersen ufaktan hazırlan Naserious. Akşam yola çıkacağız.”
“Benim hazırlanmam çok kolay iş.”
“O değil de içeriye baktım ben 5 tane oda var ve her odada ikişer yatak. En baştan söylüyorum Galdor ile aynı odada yatmam ben. Hayvan ejderha gibi horluyor.”
Bu sözün üzerine hepsi birlikte kahkahalar içerisinde gülmeye başladılar. O an için keyifleri oldukça yerindeydi. Naserious gülmeyi bitirdiği zaman “Ben eşyalarımı hazırlamaya gidiyorum. Birazdan gelirim” dedi ve hızlı adımlarla onlardan uzaklaştı. Diğerleri ise gülmeye devam ediyorlardı.
Naserious onların yanından ayrıldığı zaman Lucian ve Aranhil Galdor’un geçmişte yaptıkları üzerine konuşmaya devam ediyordu. Bu ise kahkahalar içinde gülmelerine sebep oluyordu. “Bakın biraz daha dalga geçerseniz yemin ediyorum size bu baltayı yediririm.”
“Sakin ol be Galdor, sen olmasan bizi kim neşelendirecek. Tamam daha fazla hikaye anlatmıyoruz.” Lucian bu cümleyi kurarken bile gülmeye devam ediyordu. Galdor ise uzun sakalının arkasında dişlerini sıkmaya başlamıştı. Her ne kadar kendilerini tutmaya çalışsalar da ikisi de küçük, kesik kahkahalar atıyorlardı. Aslında gülmemeleri onların sağlığı için faydalıydı. Galdor daha önce ikisine de saldırmıştı ve onun gözü döndüğü zaman durdurulması neredeyse imkansız oluyordu.
Bu esnada gelecek arkadaşlarını bekleyen Lucian yolun biraz uzağında Derian ve Yavmie’yi gördü. Onların gelmesi güzel olacaktı.
“Selam gençlik.” dedi Derian yüzünde çekici bir gülümsemeyle.
“Hoşgeldiniz kızlar. Buyrun oturun.”
“Tabi ki oturacağız.” İçlerindeki neşe sayıları büyüdükçe giderek artıyordu.
Derian gözlerini Lucian’dan ayırmıyordu pek. O gün Derian’ın hedefi olmak için seçilen kişi Lucian’dı ve o bu durumdan kaçmak için elimden geleni yapıyordu.
“İsterseniz Aranhil size karavanı göstersin.”
“Ben karavanı çok fazla merak etmiyorum Luci. Burada kalabilirim.” dedi Derian.
Yavmie ise nelerin olup bittiğinin farkındaydı ve Lucian’ın yüzündeki utanma ifadesini görmüştü. “Yavmie hadi gel karavana bakalım biraz.” dediği zaman ikisi birlikte kalkıp Aranhili takip ettiler.
“Ulan Luci, güzeli kız senin içine düşüyor ama sende hala iş yok.” dedi Galdor şakayla karışık bir şekilde.
“Bırak artık bu işleri Galdor. Ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Hatta şu sakalları kesersen seninle birlikte olma ihtimalim ondan daha fazla.”
“Harbiden dayak istiyorsun sen. Bak etrafta tutacak kimse de yok. Ağzını burnunu kırarım yeminle.”
“Hey Luci, bu karavanın içi dışından daha büyük. Nasıl bir iş bu?” dedi Yavmie.
“Orasını kurcalamayacaksın. Küçücük karavana sığmazdık bile.”
“Ancak hepimize yetecek oda yok. Mecburen ikişer ikişer kalmak zorundayız.”
“Evet, onu planladım ben. Erkekler beraber yatacak, kızlar da aynı şekilde.”
“Bunun bizi en büyük hayallerimize ulaştıracağından emin misin” Derian’ın yüzündeki çekici ifade yerini daha ciddi bir duruşa bırakmıştı.
“Evet, eminim. Naserious bayağı inceledi onu ve herkesi en büyük hayaline ulaştırabileceğini söyledi.”
“İyi bari, kendimizi boş yere tehlikeye atmak istemem.”
“Tabi canım bunu Galdor hariç kimse istemez.” Lucian cümlesini bitirdiği zaman tekrardan kahkahalar atmaya başladılar. Galdor yapabilseydi burnundan ateşler çıkartabilirdi o anda.
“Hadi çocuğu bırakalım şimdi baksana öfkeden turp gibi oldu. Diğerleri ne zaman gelecek?”
“Naserious eşyalarını almaya gitti. Melvenia ile Heyrina da yakında gelecek. Aranhil’de Kylana’ya haber verdi o da gelir yakın zamanda. Çıkmadan önce birşeyler içeriz ve ay tepeye ulaştığı zaman yola çıkarız. Planların bu şekilde.”
“O zaman ben içeçek bir şeyler alayım hemen. Hatta fazla fazla alalım da yolda yanımızda bulunsun.”
“Ne alacaksın peki?” Derian gözlerini biraz büyüterek sormuştu soruyu.
“İki fıçı bira alacağım kendime. Kalanlara da bir kaç şişe şarap alırım.”
“Oğlum bari şuradaki el arabasını al yanına. İki fıçı bira al yanına da 15 tane falan şarap al. Kalabalık olacağız unutma.”
“Tamam alırım da en baştan söyleyeyim biramdan kimseye vermem.”
“Olurmu öyle şey Galdor efendi. Buradaki tüm gıdalar ve içecekler ortak olacak. Yoksa yeminle gece sen uyurken hepsini boşaltırım.”
“Tamam tamam birkaç kadeh veririm size. Hadi beni oyalamayın gidip alışveriş yapacağım.” Galdor sessizce uzaklaşırken geriye kalan herkes merak içinde Hayal Karavanına bakmaya başlamıştı.
“İsterseniz siz ufaktan eşyalarınızı yerleştirin. Odalarınızı kafanıza göre seçin, gerekli düzenlemeleri herkes gelince yaparız” Lucian hiç azalmayan neşeşi ile birlikte konuşmaya devam ediyordu.
“Tamam biz içeriye geçiyoruz o zaman.” dedi Yavmie ve Aranhil’i alarak ayağa kalktı.
“Ben bir süre daha burada kalacağım. Temiz hava almak istiyorum.”Herkes Derian bunları söylerken niyetinin ne olduğunu çok iyi biliyordu aslında. Bu yüzden Lucian’a bakarak gülümseyerek yürümeye başladılar.
Lucian ve Derian ayrı koltuklarda oturuyorlardı. Bu esnada Derian’ın gözü sürekli olarak Lucian’ın üzerindeydi. Yüzüne çekici bir gülümseme yerleştirmişti. Lucian bu gülümsemeyi de çok iyi biliyordu bu yüzden pek umursamıyormuş gibi davrandı.
“Luci biz niye böyle uzak oturuyoruz. Yanına geleyim de diğerleri geldiği zaman oturacak yer kalsın onlara.”
“Bence böyle güzel Derian. Hem gelenler yanımıza da oturabilir. ”
Derian’ın duymak istediği cevap bu değildi ama onun vazgeçmeye niyeti yoktu. Hafifçe öne doğru eğilerek vücudunun hatlarını ortaya çıkarttı. Ancak Lucian ona bakmıyordu. O esnada gözü yoldaydı ve gelecek arkadaşlarını bekliyordu. İleride onlara doğru gelen Melvenia ve Heyrina’yı gördüğü zaman heyecanlı bir şekilde ayağa kalktı ve Derian’a “Geliyorlar” dedi.
Melvenia ve Heyrina biraz daha yaklaştığı zaman Heyrina neşeli bir şekilde “Biz geldik Luci, diğerleri nerede?”
“Naserious ve Galdor birazdan gelecek. Aranhil ve Heyrina içeriye geçti eşyalarını yerleştiriyorlar. Haymana da gelir birazdan. ”
“O zaman tam zamanında geldik desene.”
“Selam Luci.” Melvenia konuşurken ses tonunda şaşkınlık vardı. Hala Lucian’ın nasıl bu kadar hızlı değiştiğine anlam veremiyordu. Ona ne olmuş olabilirdi ki?
“Hoşgeldin Mel, Hayal Karavanı karşınızda. Şimdiden söyleyeyim içi dışından daha büyük. Gelin size içeriyi göstereyim. Hemde sizde yerleşirsiniz.”
Lucian ikisini yanına alıp Karavana doğru yürümeye başladığı sırada “Derian sende gel istersen eşyalarını yerleştirirsin” dedi. Derian bu durumdan memnun olmasa da istediğini elde etmek için zamanı olacaktı ve onlarla birlikte yürümeye başladı.
Karavanın kapısından içeriye girdikleri zaman Lucian konuşmaya başladı “Size içi dışından daha büyül demiştim. 5 tane yatak odası var. Bir oda benim olacak ve siz ikişerli olarak odalarda kalacaksınız. Yolculuk detaylarını bu akşam anlatacağım hepinize. İsterseniz siz de kendinize bir oda seçin ve eşyalarınızı yerleştirmeye başlayın.”
“Tamam Luci, öyle yaparız biz. Sanırım sen beklemeye devam edeceksin.” konuşan Heyrina olmuştu çünkü Lucian’da bir gariplik olduğunun o da farkındaydı. Melvenia’nın yokluğunda paramparça olan adam gitmiş yerine bambaşka birisi gelmişti.
Kısa konuşmanın ardından Lucian Derian ve Aranhil’e sataştı ilk önce. Gülüşmeler devam ederken benim çıkmam lazım dedi ve dışarıya doğru yürümeye başladı.
Dışarıya çıktığı zaman ileride yürümekte olan Naserious’u gördü ve ona doğru koşmaya başladı. “Sakin ol Luci.”
Ancak Naserious konuşmaya devam edeceği sırada nefesi Lucian’ın sarılması ile kesildi. “Hoş geldin kardeşim.”
“Hoşbulduk da biraz serbest bırak sen beni, nefes alamıyorum sayende.”
“Çok mutluyum be abi, hepimiz hayallerimizden bir adım uzaktayız.”
“Evet, öyleyiz de bunun için beni öldürmene hiç gerek yok. Nedense içimde bir şüphe var bu karavanla alakalı ama şimdilik bunu yok sayıyorum. Hem ben gelmesem başınız belaya girdiği zaman sizi kim kurtaracak.”
“Sen olmasaydın adım bile atmazdım ben biliyorsun.”
“Çok iyi biliyorum ne zaman bensiz adım atmaya kalksan başını belaya soktuğunu da biliyorum.”
“Benim de huyum böyle biliyorsun bunu. İstersen içeriye git sende, bende buraada Galdor ve Kylana’yı bekleyeyim. Hem içeride eşyalarını yerleştitirirsin. Sanırım Aranhil ile kalacaksın.”
“Kiminle kalacağım çok önemli değil sadece Galdor ile kalmam, adam çok fena horluyor.”
Naserious karavana doğru ilerlerken Lucian tekrardan bankın üzerine oturup. Diğerlerini beklemeye başladı. Çok az kalmıştı.
Lucian bankın üzerinde otururken arkadaşlarını bekliyordu. Beklemeyi pek sevmezdi ancak hayat onu hep beklemeye yönlendirmişti. Arkadaşlarını beklerken ömrünün çok büyük bir bölümünde beklediğini düşündü. Beklemek ona hep acı verirdi çünkü beklediği hiçbir zaman gelmezdi. Gelse bile doğru zamanda gelmezdi. Zaten bu yüzdendi geceleri avizesi ile konuşması. Bu yüzdendi içindeki boşluğun sebebi.
Kendini çok heyecanlı hissediyordu Lucian. En çok beklediği şeye ulaşmasına çok az kalmıştı gerisinin pek bir önemi yoktu onun için. Artık beklemek istemiyordu, harekete geçmek ve beklediği her ne ise onu almak istiyordu. Melvenia’da da aynısı olmuştu. Yıllarca beklemişti onu ama o tamda beklmeyi bıraktığı zaman gelmişti. Beklemek hayattaki en acı verici şey diye düşündü içinden. İnsanın karşılabileceği en büyük zorluktu beklemek.
Lucian arkadaşlarını beklerken Melvenia karavandan dışarıya çıkıyordu. Tek amacı Lucian’la biraz konuşabilmek ve onun ani değişiminin sebebini öğrenmekti. Ona ne olmul olabilirdi ki? Sanki bir anda tamamen değişmişti, sanki ona tamamen yabancılaşmıştı.
“Hey Luci, seninle biraz konuşabilir miyiz?” Melvenia karavanın dışına doğru birkaç tane hızlı adım atarak Lucian’ın yanına gelmişti. Konuşmaya başladığı sırada başka bir banka oturmuş ve Lucian’a doğru bakmıştı.
“Hoşgeldin Melvenia. Elbette konuşabiliriz bende burada ekibin kalanını bekliyordum.”
“Neler olduğunu bana anlatmanı istiyorum Luci? Bir anda tamamen değişmişsin gibi geliyor bana. Eskiden tanıdığım o çocuk şimdi yok sanki.”
“Dün seni gördüğüm zaman çok düşündüm, sen gittikten sonra da düşünmeye devam ettim. Sen gittiğin zaman çok büyük acılar çektim ben. Her geçen seni bekledim, durmaksızın seni aradım. Paramparçaydım, sonra sen geri geldin ve ben bu sefer farklı bir şekilde düşünmeye başladım. Neden acı çekiyorum ki ben. Daha önce de savaşlara katıldım, yaralar aldım ama hiçbiri senin kadar acıtmadı. Bende acı çekmemeye karar verdim.”
“Çok özür dilerim Luci, sana bunları yaşatmayı hiç istemedim. Ben sadece seni korumak istemiştim. Sanırım hayatımın sonuna kadar senden özür dileyebilirim. Ancak bunun bir işe yaramayacağını biliyorum. Sadece anlamak istiyorum sana ne olduğunu?” Melvenia konuşurken gözlerinin dolduğunu hissetmeye başlamıştı. Sanki bir tele dokunsalar nehirler kadar ağlayacaktı. Ancak kimse o tele dokunmadı, hele Lucian o kadar uzaktaydı ki ondan.
“Özür dilemenin anlamı yok biliyor musun. Hatta şu anda hiçbir şeyin anlamı yok. Dün sen gittikten sonra neyi fark ettim biliyor musun ben seni beklemeyi sevmişim. Ben sadece beklemeyi sevmişim. Dün seni gördüğüm zaman sanki bir yıldırım düştü zihnime. Sanki o an herşeyi anlıyordum. İkimizde farklı yerlerde farklı acılar çektik ama ikimizin aynı yerde acı çekmesi çok saçma. Bu yüzden acı çekmemeyi seçtim ben.” Lucian konuşurken duygusuzca konuşuyordu. Sanki Melvenia’yı hiçbir zaman sevmemiş gibiydi.
“En azından birimizin acı çekmemesi çok güzel. Bende iyi olurum merak etme. İçeriye gidiyorum şimdi.” Melvenia hızlı adımlarla uzaklaşırken tek istediği gözlerinin kenarlarından aşağıya doğru düşen yaşları engellememek ve onları özgür bırakmaktı. Karavandan içeriye girdiği zaman kimseyle konuşmaması bu yüzdendi. Odaya hızlı bir şekilde girip kafasını yastığa bastırdı. Bu esnada içeriye Heyrina girdi ve konuşmaya başladılar.
Lucian ise Melvenia’nın gidişini takip bile etmemişti. Onun ağladığını çok iyi biliyordu ancak onun sorunu değildi sanki.
Şarkılar söyleyerek gelen Galdor’u gördüğü zaman ayağa kalktı. Galdor’un yanında Kylana da vardı. Onun da gelmesi güzel olmuştu. Artık herkes tamamlanmıştı.
“Nerede kaldın be Galdor, köyde içki bırakmadın galiba.”
“Yok canım daha neler iki fıçı bira aldım, 15 şişe de şarap. Gelirken Kylana ile karşılaştım.”
“İyi yaptınız, hoşgeldin Kylana. Bize katıldığına çok sevindim.” Kaylana geldiği zaman her zamanki ifadesiz bir şekilde duruyordu. Bu yüzden herkes ona karşı uzaktı biraz.
“Hadi Galdor ikiniz gidin ve eşyalarınızı yerleştirin. Daha sonra burada buluşup size gerekli bilgileri vereceğim. Sonra eğleniriz bolca, geceyi karavanda geçiririz ve sabah olunca yola çıkarız.”
Galdor ve Kylana karavana doğru giderken Galdor yüksek bir sesle “Hey içeridekiler gelin ve nevaleyi taşımama yardımcı olun diye bağırdı.
Onlar da içeriye girdikten sonra Lucian oturmaya devam ediyordu. Gece yarısı yaklaşmaya başlamıştı bu yüzden hava soğuyordu ve ateşe birkaç tane daha odun attı ve ateşi daha geniş bir alana yaydı. Biraz daha odun attı ve ateş artık oldukça gürültülü bir şekilde yanıyordu. Acaba ateş ne anlatmak istiyor diye düşündü bu esnada. Ateşin ısısı tenini yakmaya başladığı zaman ondan uzaklaştı.
Diğerlerine ne anlatacağını kararlaştırması gerekiyordu. Onlar yaşadıklarının ne kadarını bilmeliydiler? Onlara ne kadarlık bölümünü anlatabilirdi? Onlara herşeyi tam anlamıyla anlatsa bu yolculukta yalnız kalacağını biliyordu. Yalnızlığın ötesinde Galdor ve Aranhil tarafından güzel bir dayak yerdi. Dayak yemekten korkmuyordu aslında sadece onları kaybetmek istemiyordu.
Geçen akşam yaşananları anlatmamaya karar verdi. Rüya yalanını Naserious hariç herkes yutmuş gibi görünüyordu. Onun da inanmasına gerek yoktu çünkü Lucian’ın yanında olacaktı. Gittikleri yerlerde neler olacağını anlatmalıydı, bu bölüm çok önemliydi yoksa hiçbir yolculuk başarılı olamazdı. Kitaplardan bahsetmeliydi, ayrılanın hep istediği şeye sahip olacağını da eklemeliydi. Bu şekilde onları ikna etme ihtimali daha da artacaktı.
Galdor’un getirdikleri bu süreçte işini kolaylaştıracaktı. Aslında bu geceyi şenlik gibi geçirmek istiyordu. Sabah olduğu zaman yola çıkacaklarını düşündüğü zaman mutlu olmayı ne kadar hakettiklerini düşündü. Bu gece sabaha kadar eğlenmelilerdi. Belki de gezegendeki en mutsuz insanlar bir araya gelmişti ve sadece bu bile mutluluğu istemeleri için bir sebepti.
Biraz daha boşluğu seyrettikten sonra Lucian artık zamanın geldiğini düşündü ve “Hadi buraya gelin. Konuşacaklarımız var.” Lucian konuşurken sesi oldukça neşeliydi. Şimdiye kadar hazırlamayı bitirdiklerini çok iyi biliyordu ve içeride dedikodu yaptıklarını da iyi biliyordu. Tahminlerine göre Galdor bira fıçılarından birini açmış ve içmeye başlamıştı. Derian ve Kylana hangi şarabı içecekleri konusunda derin bir düşünce içinde olmalıydılar. Melveniz olayların ölçüp biçiyor ve tartıyor olmalıydı. Herkes kendilerini eğlendirebilecek bir şeylerle uğraşıyordu ve şimdi hep beraber eğlenmenin zamanı gelmişti.
Lucian’da bu esnada ayağa kalkmış ve diğerlerini beklemeye başlamıştı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı bu esnada. Mutlu olmak istediği mutlu görünmek isteğinden daha fazlaydı o anda. Birkaç an sonra hepsi sırası ile dışarıya çıkmaya başladı.
Hepsinin elinde bir şişe vardı. Galdor ise bira fıçısını omuzuna almış dışarıya doğru yürüyordu. Tahmin ettiğinin de ötesinde hepsi biraz içmişti içeride. Arkadaşları Lucian’ın önünde sıralandığı zaman o konuşmaya başladı. “Arkadaşlarım, dostlarım, kardeşlerim, yanlarından olmak gurur duyduklarım.” Lucian konuşurken arkadaşları onu alkışlamaya başlamıştı. Hatta alkışlarının şiddetinden hepsinin ne kadar içtiği tahmin edilebiliyordu.
“Bu gece hayatımız değişmeye başlayacak ve yarın yepyeni bir macera başlayacak. Birlikte çok şey atlattık, savaştık, mutlu olduk, üzüldük ancak bunları yaşarken hep beraberdir ve bu nedenle güçlüydük biz. Şimdi de gücümüzü herkese gösterme zamanı geldi.” Lucian’ın sözleri tekrar alkışlarla bölünmüştü ancak o konuşmaya devam etti.
“Bu gece eğlenmemizi istiyorum çünkü çok iyi biliyorum ki bu bizim hakkımız. Bundan sonra herşey farklı olacak ve bu değişim bu geceden başlayacak. Şimdi size bu yolculuğun detaylarını anlatacağım. Aklınıza takılan bir şey olursa lütfen sorun ama Galdor’un soruları gibi saçma sapan şeyler olmasın.” Lucian son cümlesini kahkaha ile bitirmişti ve arkadaşları da ona kahkaha ile karşılık vermişti.
“Hepiniz biliyorsunuz ki bu karavan bizi hallerimize getirecek. Biz ona bindikten sonra her hangi bir yerde duracak. Nerede duracağını veya hangi zamanda duracağını bilmiyor olacağız. Yani geçmişte veya gelecekte olabiliriz yada başka bir şehirde, başka bir gezegende. Bunun için hepimizin hazır olması gerekecek. Gittiğimiz yerlerde beraber hareket etmemiz çok önemli. Duruma göre birkaç gruba bölünebiliriz ancak birbirimizden haberdar olmamız gerekiyor.” Lucian konuşmaya devam ederken az önce kahkahalar içinde olan arkadaşları bir anda sessizliğe bürünmüştü.
“Karavandan her indiğimiz zaman gittiğimiz yerde bir kitap bulmamız gerekecek. O kitabın üzerinde birimizin adı yazacak ve herkes kendi kitabını eline aldığı zaman hayallerine kavuşacak ve aramızdan ayrılacak. Biz ise kendimizi tekrar karavanda bulacağız ve başka bir yolculuk başlayacak. Bizim için sıradışı ve kesinlikle tahmin edilemez bir yolculuk başlayacak. Bu yüzden belki de son kez hepimiz bir arada olacağız ve bu yüzden sabaha kadar eğlenmenizi istiyorum.”
Lucian bu cümleyi söyledikten sonra herkes ellerindeki içkileri havaya kaldırdı ve içmeye başladı. Lucian’da kendine bir şişe alıp arkadaşlarına katıldı. Konuşmadan sonra herşey çok hızlı ilerlemişti. Heyrina şarkı söylemeye başlamıştı, Galdor ise bira fıçısının üstüne vurarak ritm tutuyordu. Hem içtikleri alkol hemde Heyrina’nın söylediği neşeli şarkılar kalanların içindeki dans etme isteğini arttırmıştı. Saatler boyunca içki içip dans ettiler ve güneşin doğmaya yaklaştıkları zamanda herkes karavana geçip yattı. Sabah olduğu zaman herşey farklı olacaktı ve yeni bir macera başlayacaktı.
Lucian ise sessiz bir şekilde karavana doğru bakıyordu. Yarın sabah herşey başlayacaktı, her şey değişecekti ve bu yüzünün gülümsemesini sağlıyordu. Biraz daha bekledikten sonra o da uyumak için karavana doğru yol aldı. Karavana girdiği zaman içeride Galdor’un horlaması haricinde sessizlik hakimdi. Odasına geçtikten sonra yatağına yattı ve bir süre sonra uyumaya başladı.




1. Bölüm
Lucian derin bir uykunun içerisindeydi ama rüya görmedi. Uyandığı zaman ilk hissettiği şey içindeki boşluk oldu. Neden son zamanlarda bu şekilde hissettiğini bilmiyordu. Aslında Galdor’un “BAŞIMIZ BELADA!!” diye bağırmasıyla uyanmasaydı çok daha iyi hissedebilirdi. “Sahi Galdor neden bağırıyordu?”
Lucian yatağından fırlayıp içeriye gitti. Ne olduğunu anlaması gerekiyordu. Girişteki bölmeye geldiği zaman Galdor’un yüksek sesle bir şeyler anlattığını gördü. Hemen hemen herkes oradaydı.”
“Niye bağırıyorsun Galdor?” dedi Lucian uykulu ses tonuyla.
“Fena başımız belada.”
“Söyle ne oldu?”
“Sabah uyandım. Dışarıya çıkayım da biraz hava alayım dedim kendime. Amacım sessizce dışarıya çıkıp birşeyler içmekti. Dışarıya çıktım tabi bir baktım ki senin ev yok, banklar da yok, bunun yerine başka evler var. Sonra dışarısının bizim kasaba olmadığını anladım. Kafamı çevirip baktığım zaman karavanın da olmadığını gördüm. Onun yerine eski mavi duvarlı bir ev duruyordu.”
“Biraz sakinleş Galdor.” dedi Naserious. “Biliyorsun ki karavan bizi en büyük hayallerimize götürecekti. Belki birimizin hayalleri buradadır.”
“Nasıl sakinleşeyim ben. Karavanda insan gibi söyleseydi bize gidiyoruz diye.”
“Kendin söyledin insan gibi diye. Karavanın konuşmasını mı bekliyorsun sen?”
“Hayır konuşmasın da en azından haber versin, biz de bilelim.”
“Sakin olalım. Demek ki biz uyurken karavan hareket etti ve birimizin hayalinin olduğu yere geldik.” dedi Lucian. “Bundan sonra daha önce söylediğim gibi üzerinde birimizin isminin yazdığı kitabı bulmamız gerekiyor. Sonra da başka bir yere gidip orada yine kitabı arayacağız.”
“Tamam daha sakinim şimdi, aslında değilim ama olsun.”
“Peki aramaya nereden başlayacağız?” diye sordu Melvenia.
“Bilmiyorum, sanırım önümüze çıkan herkese soracağız. Kitaplar büyük ihtimalle kütüphane gibi bir yerdedir.” diyerek cevapladı Lucian.
“O zaman dışarıya çıkıp aramaya başlayalım.”
“Tamam herkes hazırlansın, silahlarınızı alın yanınıza. Her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız. Ayrıca birbirimizi kaybetmememiz gerekiyor.”
Naserious ben biliyordum dercesine Lucian’a bir bakış attı. Naserious dişlerini sıkıyordu. Bu onun belirsizlikler karşısında takındığı tavırdı. Bu esnada kendini düşünmeye adardı genellikle ve o düşündükçe de olaylar kafasında şekil alırdı. Ancak ne olduğunu veya ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu onun.
Lucian ise ortalığı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu süreçte nedendir bilinmez Melvenia ile göz göze gelmekten kaçınıyordu.
“Önden ben çıkacağım ve etrafa göz gezdireceğim. Peşimden Naserious gelsin ve diğerleri.” dedi Lucian.
Lucian dışarıya çıktığı zaman ilk olarak etrafındaki evleri gördü. Daha sonra evlerin arka tarafındaki büyük duvarları. Duvarlar taşların üst üste koyulmasıyla oluşturulmuştu ve duvar etraflarında bir çember oluşturacakmışçasına kıvrılıyordu. Demek ki bir kalenin içindeydiler. Bunun yanında insanların koşuşturduklarını gördü. Hepsi bir aceleyle bir yerden başka bir yere doğru ilerliyordu. Demek ki o anda acil bir durum vardı.
Lucian etrafı algılamaya çalışırken Naserious dışarıya çıktı. “Neredeyiz?”
“Bilmiyorum ama bir kalenin içindeyiz. İnsanlar sağa sola koşuşturuyorlar. Burası tamamen farklı bir yer sanki.”
Lucian cümlesini bitirdiği zaman bir borazan sesi duyuldu onların arka tarafından. Bu sesi çok iyi biliyorlardı, bu bir savaş çağrısıydı. Demek ki bir savaşın içindeydiler ve bu etrafta koşuşturan silahlı insanları anlatmak için yeterliydi.
Kısa bir süre sonra herkes karavanın dışına çıktı. Herkes birbirine bakıyor ve neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. En önemli soru nerede oldukları ve kimin kiminle savaştığıydı. Diğer önemli soru ise kitabın nerede olduğuydu. Tabi kitabı kimse soracakları da büyük bir sorundu.
“Bence geçen birilerine soralım.”
“Tabi Galdor, hemen öyle yapalım. İnsanlar canla başla kaçmaya çalışıyor eminim ki durup sana cevap verecelerdir.”
“Haklısın Aranhil o zaman kaçmayanlara sorsak daha iyi olur. Bak şurada askerler var onlara sorabiliriz.”
“Ulan Galdor daha iyi bir fikri olan olmadığına göre öyle yapmalıyız. Yoksa kitabı bulmak imkansız olacaktır.”
“İşte böyle Lucian. Yalnız dikkat edin, onlarla savaşamayız bunu sakın unutmayın.”
Lucian ve diğerleri ileride bir binanın köşesinde duran askerlere doğru yürümeye başladı koşuşturan insanların arasından. Bu esnada insanlar yanlarına aldıkları eşyalar ile koşmaya devam ediyordu. Ne kadar da boşuna uğraşıyorlar diye düşündü Melvenia. İnsan ölümden kaçamazdı ancak onunla savaşırdı. Eğer yeteri kadar savaşırsa bir süreliğine kazanma şansı olabilirdi. Ölümü yenmek mümkün değildi elbette.
Lucian ise bu esnada benzer şeyler düşünüyordu ancak konuşmamayı tercih etti. Konuşursa eğer söylebileceklerinden korkuyordu. Bu esnada gözü hemen yanında duran Melvenia üzerindeydi. “O bu kadar güzelken nasıl ona karşı hiçbir şey hissetmezdi anlam veremiyordu. Sanki içinden ona dair herşey alınmıştı.
Askerlere yaklaştıkları zaman bıyıklı olan asker onlara “Durun, nereye gittiğinizi sanıyorsunuz.”
Aslında bu hepsinin beklediği bir tepkiydi. Özellikle bir savaşın içinde olmaları bu soruyu oldukça önemli kılıyordu ve verecekleri cevabı. Eğer yanlış bir cevap verirlerse sonları hiçde iyi olmazdı. Sorunun sorulmasının ardından Haymenia ve Derian askerlere yaklaşmak için bir adım atacağı sırada Naserious ileriye doğru bir adım attı. Elbette aralarında en bilge olanı oydu ve o varken iletişimden o sorumluydu.
“Efendim, burada neler oluyor?”
“Sizin haberiniz yok mu? Kaç zamandır neredeydiniz?”
“Efendim bir süreliğine dışarıya çıkmıştık. Yeni geldik ve ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.”
“Demek sizde savaştan kaçanlardandınız. Ne olduğunu söyleyeyim sana bu kale ele geçirilecek yakında. Dışarıda devasa bir ordu var ve bir gün daha dayanacağımızı sanmıyoruz.”
“Size yardım etmek isteriz efendim.”
Asker biraz yumuşadığı sırada Galdor bir anda konuşmaya dahil olarak “Evet biz de savaşmak istiyoruz ama önce bir kitap bulmalıyız.” dedi. İşte o an Galdor’un her şeyi berbat ettiği bir diğer andı.
“Ne diyor lan bu. Hepimiz öleceğiz diyorum adam Kitap diyor hala. Kimliklerinizi gösterin!”
Kimlik kelimesi hepsi için yabancıydı ve ne anlama geldiğini bile bilmiyorlardı. Bu esnada Naserious, Galdor’a sert bir bakış atarak ona asla konuşmaması gerektiğini işaret etti. “Efendim biz kimliklerimizi kaybettik. Buraya gelirken eşkiyaların saldırısına uğradıkda.”
“Şunları içeriye tıkalım en iyisi. Gidin lan başımdan. Sizden daha önemli işlerimiz var bizim.”
Tam bu anda Lucian söze karıştı ve oldukça sakin ve bıçak kadar keskin bir tondan konuşmaya başladı. “Bizi kralınıza götürün. Bu savaşı kazanmanızı sağlayabiliriz. Şimdi bizi kralınıza götürün. Anlaşıldığı üzere hepiniz acemi askersiniz burada. Acemi olduğunuzu zırhınızın üzerine oturmamasından anlayabiliyorum. Bir çoğunuz silah kullanmayı bile bilmiyor. Eğer burada öleceksek en azından savaşarak ölelim ve onlara güzel bir ders verelim. Şimdi bizi kralınıza götürün.” En son cümleyi o kadar tehditkar birşekilde söylemişti ki askerler derin bir nefes aldılar ve hemen ardından “Bizi takip edin.” dediler.
Önde iki asker ve onların arkalarında Lucian ile Naserious ve onların da arkalarında grubun kalanları yürümeye başladılar. Bir süre boyunca ilerlediler, bol miktarda sağa ve sola saptılar. Etraflarını çevreleyen evlerin büyük bölümü tek katlıydı. Bunun yanında bazı iki ve nadiren 3 katlı evlerde görüyorlardı. Onların han veya zenginlerin evleri olabileceğini tahmin ettiler. Bir diğer taraftan kimse konuşmuyordu. Herkes ne kadar ciddi bir durumla karşı karşıya kalacaklarını biliyordu. Herkes gergin bir şekilde ilerlerken sadece Galdor gülümsüyordu. Herhalde kimse Galdor kadar savaşmayı sevemezdi.
Yol boyunca birçok asker gördüler. Ancak hepsi onların acemi askerler olduklarını anlayabiliyordu. “Bunlarla nasıl savaş kazanılır” diye düşündü Naserious. Aslında Galdor hariç herkesin temel düşüncesi “Ne gerek vardı şimdi savaşmaya”idi. Ancak hiçbiri tek kelime etmedi. Mutlaka bir çıkış yolu olmalıydı.
Yaklaşık 3 kilometre yürüdükleri zaman büyükçe bir şato ile karşılaştılar. Burası kralın oturduğu yer olmalıydı. Büyüklüğü diğer evlerin yaklaşık 50 katıydı. Tabi buranın birde zemin altında kalan bölümü vardı. Orası da zindan olmalıydı. Eğer bir çıkış yolu bulamazlarsa gidecekleri yer orasıydı.
Şatonun büyük kapılı girişine geldikleri zaman askerlerden daha uzun boylu olanı “Siz burada bekleyin. Biz krala gidip geldiğinizi haber vereceğim.” dedi soğuk bir ses tonuyla. O diğer askerlerden daha deneyimli olmalıydı.
Tek kelime etmeden beklediler. Yaklaşık 10 dakika sonra uzun boylu asker geri geldi ve “Kral sizi bekliyor, yalnız aranızdan sadece bir kişi onun huzuruna çıkabilir.” dedi.
Naserious, Lucian ve Melvenia ileriye doğru bir adım atsa da Lucian onları bir bakışıyla durdurdu. Bu ben gideceğim demekti ve askere “Ben geliyorum.” dedi.
Lucian ve uzun boylu asker girişten içeriye girdiler. İçerisi normal zamanların aksine oldukça boştu. Herkes savaş için hazırlanıyor diye düşündü Lucian. Büyük salonun bitiminde yer alan merdivenlerden yukarıya çıktılar. Sonra sağlı sollu bir çok odadan geçtikten sonra büyükçe bir kapının önün geldiler.
Uzun boylu asker Lucian’a dönüp “Bekle” dedi ve içeriye girdi. İçeriye girdikten sonra asker geri gelip “Kralımız sizi bekliyor” diyerek kapıyı gösterdi.
Lucian içeriye girdiği zaman kapının arkasından kapandığını duydu. Kral deri bir koltukta oturuyordu. Ellili yaşlarda olmalıydı, bunu beyaz sakalına ve yüzündeki kırışıklıklara bakarak kolayca anlayabiliyordu. Sert mizaclı birisine benzemiyordu pek. Hatta yüzündeki boş mimiklere bakarak pek de deneyimli olmadığını söyleyebilirdi.
“Merhaba kralım.” Lucian oldukça sıcak bir şekilde karşılaşmak istemişti kralla. Cümlesini bitirdiği zaman öne doğru eğilerek selamladı kralı.
“Ne istiyorsunuz?”
“Efendim şu anda bizim istediklerimizin bir önemi yok. Öncelikle burayı kurtarmamız gerekiyor. Kurtulmanın bir yolunu bulduktan sonra istediklerimizi söyleriz size.”
“Şimdi söyleyin fark edebileceğiniz gibi verecek fazla bir şeyimiz kalmadı bizim.”
“Bir kitap arıyoruz efendim.”
“Bizi kurtarırsanız tüm kitapları alabilirsiniz. Şimdi söyleyin bakalım bizi nasıl kurtaracaksınız?”
“Efendim askerlerinizin çok deneyimli olmadığını görüyorum. Bu da onların yeni askerler olduklarını gösteriyor. Demek ki eski askerler savaşta öldü. Onların temel silah eğitimi almalarını hesaba katarsak bu iki veya üç hafta kadar önce oldu. Yani 2 veya 3 hafta önce buraya büyük bir saldırı oldu ve askerlerinizi katlettiler.”
“Aferim zeki bir çocuksun sen. Aynen öyle oldu ve şimdi gördüğün gibi elinde kılıç tutmasını bilmeyen bir ordumuz var.”
“Haklısınız efendim bu kötü bir durum ancak herşeyin sonu demek değil. Ben ve arkadaşlarım deneyimli savaşçılarız. Birçok savaş geçirdik ve oldukça deneyimliyiz. Öncelikli olarak birkaç tane tuzak hazırlamamız gerekiyor. Bunun için etrafı incelememiz gerekiyor. Ancak kafamda birkaç plan var.”
“Söyle bakalım neymiş o planlar?”
“Öncelikli olarak iki farklı şekilde içeriye girmeye çalışacaklardır. Bunlardan ilki ön kapıyı kıramaya çalışacaklar ve ikincisi ise surları aşmaya çalışacaklar. Bir de surları yıkmak var tabi. Bizim yapmamız gereken surlara yakalaşamamalarını sağlamak. Eğer bunu başarırsak geriye tek bir yol kalacak yani ön kapı. İşte asıl tuzağımızı orada kuracağız. Bu esnada tüm okçuları surların üstünde istiyorum. Surlara yaklaşan herkesi hedef alacaklar. Tabi oklardan korunmaya çalışacaklardır ancak onlara kaçamayacakları bir şey vereceğiz.”
“Sevdim seni çocuk. Sayende biraz da olsa rahat nefes alabildim. Şimdi sen ve arkadaşların tüm hazırlıklarda tam yetkiye sahip olacak. Eğer bu savaşı kazanırsak istediğin tüm kitaplar senindir.”
“Teşekkür ederim kralım. Eğer bu savaşta öleceksek merak etmeyin kolay kolay unutulmayacak bir savaş olacak.”
“Çıkabilirsin şimdi. Çıkarken yanındaki askeri benim yanıma gönder.”
Lucian başı ile selam verip dışarıya çıktı. Dışarıdaki uzun boylu askere bir şeyler söyledi ve asker koşar adımlarla içeriye girdi. Lucian ise şatonun dışına doğru yürümeye başladı yüzünde bir gülümseme ile.
Lucian kapıdan çıkana kadar ilerledi, kapıdan geçtikten sonra merdivenlerde onu bekleyen arkadaşlarını gördü. Gülümseyen bir şekilde “Konuşmamız lazım” dedi. Sesi oldukça neşeli olsa da yüzündeki endişeyi sadece Naserious ve Melvenia gördü. Lucian bunu biliyordu ancak onlarla konuşacak zamanı yoktu belki bir fırsat bulabilirse onlarla konuşmak istiyordu.
Hepsi beraber şatodan ayrıldıktan sonra biraz ilerlediler. Sakin bir sokak arasında toplandılar ilk önce. Daha sonra Lucian’ın etrafını çevrelediler ve Lucian kısık bir sesle konuşmaya başladı. “Durum çok iç açıcı değil. Burası bir kuşatma altında ve çok kısa süre içerisinde saldırıya uğrayacaklar. Fark ettiğiniz üzere savunmaları oldukça kötü, askerleri deneyimsiz, burayı ele geçirmeleri birkaç saatlerini alır en fazla. İnsanların yüzündeki sıkılmışlık da bu sebepten.”
“Yani ne yapmamız gerek?” diye sordu Galdor hızlı bir biçimde.
“Anlatmama izin verirsen güzel olur Galdor. Daha önce bir kez saldırıya uğramışlar ve onu püskürtmüşler ancak bu askerlerinin azalmasını sağlamış. Kral ile konuştuğum zaman bize istediğimiz, kitabı hatta tüm kitapları verebileceğini söyledi. Ancak tek bir şartı var, bu saldırıdan kurtulmalarını sağlamak. Ben kabul ettim tabi ki çünkü başka bir şansımız yok. Bu yüzden buranın savunmasını güçlendirmemiz gerekiyor. Aynı zamanda yeni savunma taktikleri geliştirmemiz de gerekli. Garip bir biçimde buranın savunmasını ayarlamaktan ben sorumluyum. Düşünün kral ne kadar savunmasız durumda hiç tanımadığı birisine tüm krallığı emanet ediyor.”
“Ne saçma şey böyle. Burayı nasıl toparlayabiliriz ki biz? Ayrıca bu kadar zayıflarsa gidelim hepsini öldürelim ve ne varsa alalım.”
“Üzgünüm Yavmie ama bunu yapamayız. Hala asker sayısı fazla ve kitapların nerede olduğunu bilmiyoruz. Yani iki seçeneğimiz var ya bu savaşta öleceğiz ya da bu savaşı kazanacağız.”
“Bence kalenin girişine bir tuzak kurabiliriz. Hatta aklımda çok güzel fikirler var.”
“Orası sende Galdor. Naserious ve Melvenia ile konuşmam lazım. Aranhil sende Galdorla git. Derian, Heyrina, Yavmie ve Heyrina sizde surların üstüne çıkın ve sizde oraları inceleyin. Bu devirde büyünün olmadığını düşünüyorum, ki bu bizim için önemli olabilir. En azından hiç büyücü kulesi görmedim. Hadi dağılalım. Siz ikiniz burada kalın.” Lucian konuşmasını bitirdikten sonra aynı endişeli bakışlar diğerlerine bulaştı. Sadece Galdor endişeden etkilenmemiş gibiydi, hatta o fazlasıyla neşeliydi.
Diğerleri uzaklaştıktan sonra geriye sadece Lucian, Naserious ve Melvenia kaldı. “Evet şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Naserious.
“İşin güzel tarafı bu işte hiçbir fikrim yok. Naserious senden hem kule üstlerini hem de girişteki savunmayı organize etmeni istiyorum. Orayı Galdor’a bırakırsak bir orduya karşı tek başına savaşır.”
“Peki ben ne yapacağım?”
“Sende Melvenia, okçuları yöneteceksin. Sanırım Derian ile birlikte güzel birşeyler yapabilirsin. Hatta okların ucuna sağlam bir zehir harika olur. Bu arada Naserious yapabilirsen senin her yerde olmanı istiyorum. Kendini çoğaltmanı istesem sıkıntı olmaz değil mi.”
“Tabi canım kendimden 50 tane yaparım ve hep beraber seni döveriz. Benim için sıkıntı olmaz.”
“Anlaştığımıza göre dağılalım şimdi. Bende sözde komutanları ile konuşmalıyım. Ardından kralın yanına çıkacağım. Kendinize dikkat edin ve Galdor’a söyleyin fazla içmesin.
Lucian biraz yürüdükten sonra şatonun girişine gelmişti. Daha önce konuştuğu asker orada bekliyordu. “Selam kralınızla konuşmam lazım.”
“Sence bu savaşı kazanabilir miyiz gerçekten?”
“Bundan çok daha kötülerini gördüm ve hepsini kazandık. Birkaç tane planımız var. Arkadaşlarım hem surların üstünde hemde girişte araştırma yapıyorlar. Onlara bu konuda çok güvenirim.”
“Neler var anlatmayacak mısın bana?”
“Önce kralınızla konuşmam lazım. Sadece şunu söyle ne kadar alkol var sizde?”
“Oldukça vardır, fıçılarca. Hatta hanlardakilerle birlikte bayağı çok olur.”
“İşte bu harika hepsini surların üstünde toplayın. Saldırabilecekleri tüm cephelere dağıtın onları. Bir de buralarda hiç büyücü var mı?”
“Büyü ne demek?”
“Bu daha harika oldu. Sen ne olduğunu boşver şimdi beni kralın yanına çıkar!”
Lucian askerle birlikte şatonun içine girdikten sonra merdivenleri hızlıca çıkarak kralın odasına girdi. Daha sonra yanındaki askere dönerek “Sen söylediğim şeyleri hazırla. Unutma bulabildiğin tüm fıçıları surların üstünde istiyorum en kısa zamanda.”
“Emredersiniz efendim.”
Lucian askeri gönderikten sonra içeriye doğru yine hızlıca birkaç adım atıp kralın yanına gitti. “Kralım ilk planlar hazır. İlk önce askerine bulabildiğim tüm alkol fıçılarını surlara yerleştirmesi emrini verdim. Bunun sebebi fıçıları surlardan aşağıya atacağız ve daha sonra hepsini birden yakacağız. Bu sayede surlara tırmanma şanslarını ellerinden alacağız.”
“Sen bir dahisin ama bu onları durdurmaya yetmez.”
“Evet kralım bunun farkındayız. Bu yüzden girişte hiç savunma bırakmayacağız ve şehrin içinde büyük bir tuzak hazırlayacağız. Şehrin girişini aşmaları zor değil ve orayı savunacak kadar askerimiz yok. Bu yüzden hepsini şehrin merkezine toplayacağız. Daha sonra onları da yacağız. Bizim askerler saklanacak. ve onları hilal şeklinde sıkıştıracağız. Böylece ateşten kaçanlar kılıçlarımızın altında can verecek.”
“Harika bir plan. Benden ne istiyorsun?”
“Sizden istediklerimiz aslında basit. İlk önce girişten şehrin meydanına kadar olan yola çivili bilyeler yerleştireceksiniz. Bu sayede onlar ilerlerken yara alacaklar. Daha sonra bilyelerin üstünü toprakla örteceksiniz. Bu engeli aşşalar bile onları yavaşlatacaktır. Daha sonra şehrin meydanına girişteki tünelden başlayan (C) şeklinde bir duvar yapacağız. Bunun içinde bulabildiğimiz herşeyi kullanacağız. Bu noktada işte yerlere döktüğümüz ve yerlere yağa bulanmış bezler sereceğiz. Daha sonra bu bezlerin üstünü toprak ile örteceğiz. Onları yakma işini biz hallederiz. Ayrıca elimizde kalan fıçı olursa onları da oraya atabiliriz.”
“Uzaktan okçulara ne yapacağız?”
“Kralım surlardaki tüm okçular saklanacak. Hatta mümkünse üstlerine tahtalar alacaklar. Buranın boşalmış olduğunu göstermeliyiz. Böyle olunca ilk önce okçular ok atmaya başlayacaktır. Biz karşılık vermeyince hem surların üstünden hemde girişten girmeye çalışacaklardır. İşte bu noktada biz devreye gireceğiz.”
“Sen bir dahisin. Savaştan sonra yeni komutanım olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim kralım ama söylediğim gibi o kitabı almamız gerekiyor. Onu aldıktan sonra teklifinizi düşüneceğim. Teklifiniz benim için bir onurdur.”
“Tamam, fazla zaman kalmadı. Şimdi git ve hazırlıkları bitir.”
“Emredersiniz kralım. Arkadaşlarım hem sur üstüne hem de girişte dağılmış durumdalar onlar hazırlıkları tamamlarlar. Sadece sizden istediğim malzemeleri hazırlayın ve alkolleri sur üstlerine, tahtaları is girişe getirin. Ayrıca tüm halk hazırlıklarda bize yardım edecek.”
“Merak etme sen. Şimdi çık sen.”
Lucian kralın yanından ayrıldıktan sonra yüzünde pis bir gülümseme vardı. Savaşmayı hiç sevmese de bazen ondan kaçış olmuyordu. Ölmemek için öldürmek nedense bu hayatta çok gerekliydi.
Lucian surlara doğru ilerlerken aklından farklı planlar geçiyordu. Öyle bir andaydılar ki her planın birkaç tane alternatifi olması gerekiyordu. Ancak bu kadar zamanları yoktu bu yüzden sonuca doğrudan etki edebilecek hamleler düşünmesi gerekiyordu. Önce surlara giderim diye düşündü daha sonra ise girişi kontrol ederim. Bu esnada onun nerede durması gerekiyordu? Öyle görünüyordu ki aynı anda birkaç yerde bir olması gerekliydi. Bu mümkün olmadığına göre işleri biraz şansa kalacaktı ki şansa bırakılan işlerden nefret ederdi.
Aslında Melvenia gidene kadar kendini oldukça şanslı hissederdi. Sonuçta Melvenia ile beraberdi o ve bundan daha büyük bir şans olamazdı. Ancak o gittikten sonra kendini gezegenin en şansız kişisi ilan etmişti. O an ise ne olduğunu bilmiyordu.
Surlara tırmanırken aklından şans geçerken bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Yapacak daha önemli işleri vardı. Surların üstüne çıktığı zaman arkadaşlarına dönerek “Buraya gelin.” dedi.
Kısa bir süre sonra hepsi Lucian’ın etrafında toplandılar. “Hazırlıklar nasıl gidiyor?” diye sordu Lucian.
“Alkoller fıçılarca geldi. Anlaşılan bayağı alkolik bir krallık burası. Okçular desen ok atmayı bilenlerin sayısı bile az. Bende onlara aşağıya ne bulurlarsa atmalarını söyledim. Belki düşmanın kafalarını falan yararlar.” dedi Naserious gülümseyerek. Bu sözleri diğerlerini de endişeli bakış altında gülümsemeye zorladı.
“Aslında durum çok vahim bile değil. Daha beteri. Ok atmayı bilenlerin oklarına zehir süreceğiz. Ancak bunlar kendilerini zehirlerler diye korkuyorum.” dedi Melvenia. “Ancak bu alkollerle çok fena sarhoş olabiliriz bu kesin.”
“Luci seninle konuşmamız gerek. Önemli şeyler söyleyeceğim sana.” Naserious konuşurken yüzünde bir heyecan ifadesi oluştu ve bu Lucian’ı heyecanlandırmaya yetti. Daha sonra ikisi beraberce uzaklaştılar ve konuşmaya başladılar.
“Bir sorun mu var Nas.”
“Buna sorun denmez aslında. Buraya geldiğim zaman bende bazı değişiklikler olduğunu fark ettim ama anlam veremiyordum ancak şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Kendimi daha güçlü hissediyorum. Zihnimde yeni büyüler var ve bunların bazılar çok güçlü büyüler.”
“Ne gibi?”
“Birkaç tane ilüzyon büyüsü var mesela. Mesela gerçeğine çok benzeyen bir ejderha ilüzyonu çağırabilirim. Bunu başka bir büyü ile desteklersem ejderha ateş çıkartabilir. Ayrıca ne kadar etkili olur bilemem ama tuzağı güçlendirebilirim belki Galdor’u yenilmez bile kılabilirim. Tabi bunları daha önce hiç kullanmadım.”
“İşte bunlar harika. Surların komuta etme işini Mel ile sen yapacaksın. Ben aşağıda olacağım. Malum ki aşağıda bana daha fazla ihtiyaç duyacaklardır. Ejderha ilüzyonu onları altlarına sıçırtır. Burada büyü de yok ejderha da. Büyük ihtimalle kaçacaklardır. Kızlara söyle tüm okçu gücümüz onlar. Şansımız bol olsun. Ben aşağıya bakmaya gidiyorum. Savaştan sonra Galdor’un zulasını patlarız artık.” Lucian ile Naserious sarıldılar ve Lucian hızlı adımlarla surlardan aşağıya inmeye başladı.
Lucian hızlı adımlarla merdivenlerden aşağıya doğru iniyordu. Aklında Galdor, Aranhil ve Heyrina ile yapacağı konuşma vardı. Bir taraftan da hazırlıkları bitirmiş olmaları için dua ediyordu. Eğer hazırlıklar savaşa kadar hazır olmazsa savaştan kurtulma şansları yoktu.
Merdivenlerden inmeyi bitirdiği zaman ilk olarak sol tarafında yapılan duvarı gördü. Aslında ona duvar demek için bin şahit gerekirdi. Baktığı zaman üst üste yerleştirilmiş masa ve tahtalardan oluşuyordu. Arka arkaya beş sıra masa vardı ve onların arka tarafında ise kütüklerden bir duvar daha yapılmıştı. Onların hepsini ise yere çakılan kütükler tutuyordu. Bu onları biraz da olsa yavaşlatabilirdi.
Biraz daha ilerledikten sonra Aranhil ile karşılaştı. “Hey Aranhil ne alemdeyiz?”
“Valla doğruyu söylemek gerekirse hiçbir fikrim yok. Burada herkes canla başla çalışıyor. Zaten duvarı görmüşsündür. Çok dayanıklı olduğu söylenemez. Galdor ileride tuzakları yerleştirmeye başladı. Bu tarafa doğru gelmeye başladı bile yakın zamanda biteceğini düşünüyorum.”
“Elimizden gelenin en iyisini yapacağız biliyorsun bunu. Bende isterdim yüz bin kişilik bir orduyu yönetmeyi ama imkanlarımız fazlasıyla sınırlı. Hepiniz duvarın arka tarafında bekleyeceksiniz. Eğer duvarı geçen olursa ne yapacağınızı biliyorsun. Ben Galdor ve Heyrina ile konuşayım geri gelirim yakın zamanda.”
Lucian girişe doğru ilerlerken Heyrina ile karşı karşıya geldi. “Oraya basma sakın Luci, yerler hep zehirli, keskin metallerle dolu.”
“Tamam Kaymana, keşke bir uyarı levhası falan koysaydın. Hazırlıklar ne alemde?”
“Geri doğru çekilerek ilerliyoruz. Az kaldı yakında buradaki işlerimizi bitirip duvarın arka tarafına geçeceğim. Bu arada onların moral kaybına uğramaları için bir şeyler planlıyorum. Sonra neden bunu yaptın deme bana.”
“Merak etme sana hiç karışmıyorum ben. Galdor nerede?”
“En son görüğüm zaman ileride içiyordu. Ona sorarsan ise patlayıcı falan hazırlıyordu.”
“Şaşırmadım, umarım fazla içmez de geri gelebilir. En iyisi ona bir sesleneyim de gelsin. Fazla vaktimiz kalmadı.” “Galdor, hadi buraya gel artık.”
Aradan biraz zaman geçtikten sonra Galdor sallana sallana yaklaşmaya başladı. Biraz yaklaştıktan sonra karışık kelimelerle konuştu “Hey Luci, bil bakatım işerde neler yaptım? İki fışı biayı koydum, sonra patlayıcı döşedim. Ataşli okla fıçıyı vurzam, fıçı yaacak sonra bompalar batlayacak. Sonra Gümmmmm olarak, Pattttt olacak. Hep yanacaklar.”
“Ulan hayvan ne kadar içtin sen ayakta zor duruyorsun?”
“Aj biy fışı iştim sadece.”
“Vay gerizekalı var. Hadi şimdi sen duvarın arka tarafına geç. Orada kendine gel fazla vaktimiz kalmadı.”
“Tamam be yav.”
Galdor sarhoş adımlarıyla yürürken Lucian Heyrina’ya döndü “Onun bu kafayla daha iyi savaşacağını bilmesem onu mahvederim ama eşşek herif sarhoşken durduralamaz oluyor.”
“Galdor hep aynı biliyorsun bunu. Şimdi sen yerine geç, benimde az bir işim var birazdan gelirim.” Heyrina’nın sözleri üzerine Lucian hızlı adımlarla tekrar Naserious’un yanına çıktı.
“Aşağısı tamam gibi. Tahmini ne kadar zamanımız kaldı.”
“En fazla bir saatimiz var. Ben ilk olarak duvarı sağlamlaştıracağım. Onlar saldırdıktan sonra fıçıları aşağıya atacağız ve yangın çıktığı anda ben ejderhayı çağıracağım. Yanlış oldu ateş çıkaran bir ejderha çağıracağım.”
“Harikasın dostum. Siz ilk başta saklanın unutma burada kimse yokmuş izlenimi vermek istiyoruz.”
“Merak etme sen, bence yukarıda kalsan çok daha iyi olur.”
“Evet bunu bende düşündüm dostum. Yanından ayrılmak mantıklı gelmemişti zaten.”
Hazırlıklar yarım yamalak da olsa tamamlanmıştı. Aslında Lucian ve diğerlerine göre bu savaşı kazanma şansları hiç yoktu. Ancak bunu söylemek yerine herkese cesaret verici konuşmalar yaptılar. Kandan, zaferden, tarih yazmaktan bahsettiler bol miktarda. Eğer az sayıda askerleri moral olarak sıfıra inerlerse o zaman hiç şansları kalmayacaktı.
Lucian Naserious ile bakışırken yüzünde acımasız bir gülümseme belirdi. Naserious bu gülümsemeyi çok iyi biliyordu bu onun her savaş öncesindeki gülümsemesiydi. Lucian’ın içindeki insaniyetin geçiçi bir süre için devre dışı kaldığını gösteriyordu ve daha kötüsü ise Naserious’un bu gülümsemeyi daha sık görür olmasıydı.
Bu esnada herkes surların arkasındaki yerlerini almıştı. Heyrina sunağını çıkarmış ve saldırmak için bekliyordu. Derian ise sadece küçük tahta asasını kavramıştı. Yavmi giriş kapısını hedef almış bir şekilde bekliyordu. Galdor, Aranhil ve Kylana ise surların iç tarafında bekliyorlardı. Lucian’ın amacı ise onlara fazla bir iş kalmamasıydı.
Beklemeye devam ediyorlardı. Düşmanları surlara merdivenleri yasladığı anda saldırı başlayacaktı. O andan sonra tüm insanı duygular devre dışı kalmalıydı. Düşmanlarının da insan olduğu, onların da eşlerinin veya çocuklarının olduğunu kesinlikle düşünmemeleri gerekiyordu. Herkes bu şekilde düşünseydi zaten ortada hiçbir savaş kalmazdı. Ancak hayat asla istedikleri gibi olmuyordu.
İşin garip tarafı ise Melvenia ortalıkta görünmüyordu. Savaştan korkup kaçacak birisi değildi o. Onun da kendine ait bir planı olmalı diye düşündü Lucian. Onun her zaman kendine ait bir planı vardı. Zaten o anda orada olmalarının sebebi de onun planlarıydı. Eğer hiçbir zaman Lucian’ı bırakmamış olsaydı o anda bambaşka bir hayat yaşıyor olabilirlerdi. Ancak öyle bir andaydılar ki geçmişi düşünmeye hiç zamanları yoktu.
Biraz daha zaman geçtikten sonra surların dışından gelen ayak seslerini duymaya başlamışlardı. Tek dilekleri askerlerin bir salaklık yapmamasıydı. Bunu defalarca onlara söylemişlerdi. Hatta eğer birisi böye bir hata yaparsa ölümünün kendi ellerinden olacağını eklemişlerdi.
Birkaç an daha geçtikten sonra. Askerlerin sesleri daha yakınlaştı. Herkes birbirine bakıp ne yapacaklarını düşünüyordu.
Birkaç an sonra askerlerin surların dibine geldiklerini anlayabiliyorlardı. İlk önce surların üstüne çıkıp okçuları öldüreceklerdi. Okçular öldükten sonra içeriye girmek çok daha kolay olacaktı.
Ve ilk merdiven surların üst kısmına değdi ve onu diğerleri ekledi. Lucian elini havaya kaldırdı. Amacı askerlere ve arkadaşlarına beklemelerini söylemekti.
Aradan bir kaç an daha geçtikten sonra Lucian ayağa kalkarak bağırdı “Alkol fıçılarını atın.”
Lucian cümlesini bitirdiği zaman herkes yanında bulunan fıçıları atmaya başladı. Fıçılardan bazıları merdivene tırmanmakta olan düşmanın üzerine düştü kısa bir an sonra yere düşme ve parçalanma sesi duyuldu. Saldırı başlıyordu artık.
Tüm fıçılar atıldıktan sonra Naserious surların yanına gelip etrafa hızlıca baktı. Daha sonra gözlerini kapattı ve dişlerini sıktı. Kollarını iki yana açtı ve hemen sonra avuç içlerini gökyüzüne doğru çevirdi. Kısık sesle bazı sözler mırıldanmaya başladı. Aslında herşey çok hızlı ilerliyordu. Merdivenleri tırmanan düşmanlarının sesleri duyuluyordu. Sonra onların tuzak var diye bağırmaları. İşte Lucian’ın beklediği bu şaşkınlıktı.
Naserios ellerini önce birleştirdikten sonra çok hızlı bir şekilde iki yana doğru açtı ve surların altı yanmaya başladı. Lucian onun böyle bir şey yapabileceğini hiç bilmiyordu ve bunun şaşkınlığı içerisindeydi. Ondan beklediği en büyük büyü ellerinden renkli ışıklar çıkarmasıydı. Ancak şimdi büyük bir ordunn bir kısmını yakıyordu. Yanan düşmanların acı çığlıkları her yeri kaplamıştı ve onlara değer herkes yanmaya başlamıştı. Düşmanların hepsi korkudan ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydı.
Tam bu esnada Naserious tekrardan ellerini havaya kaldırdı. Bu sefer yüzünde öyle bir nefret ifadesi vardı ki ölüm bile ondan korkabilirdi. Ellerini tekrar ortada birleştirdi ve kollarındaki kasları olanca gücüyle sıkarak kendine doğru çekti. Bir an sonra çenesine doğru çektiği ellerini birleştirip ileriye doğru savurdu. İşte tam bu anda alevler yükselmeye başladı ve yükselen alevlerin içinde devasa kırmızı bir ejderha belirdi.
Ejderhanın uzunluğu neredeyse elli metre kadardı. Yüksekliği ise 15 metre olabilirdi. Kanat açıklığı ise 50 metreden de fazlaydi. Ejderhanın ortaya çıkmasıyla birlikte yanan düşmanların çığlıkları haricinde başka hiçbir ses duyulmadı. Naserious ise gözlerini kısmış ve düşmanlara bakıyordu. Ejderha alevler üfleyerek önce kalenin etrafında bir tur döndü. Bu surların altındaki herkesin yanması için yeterliydi.
Bu esnada düşman askerleri farklı yerlere doğru koşmaya başlamıtı bile. Ejderha ise onları takip ederek alevler içinde bırakıyordu. Lucian hiç bu şekilde düşünmemişti ve surların iç tarafına doğru koşarak “Saldırın” diye olanca gücüyle bağırdı. Naserious yaptıklarını nasıl yapabilmişti bir türlü anlam veremiyorum. Ancak düşünmeye hiç vakti yoktu ve merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı.
Surlarıın içinde pusuda yatan askerler bir anda koşmaya başladı. Okçular oklarını havaya doğru çevirip ateş etmeye başladı.
Kaleden çıkan askerler tüm güçleriyle koşarken ejderha bir çırpıda kaçan düşmanlarının yolunu kesti ve kaçtıklarını yönü ateşe verdi. Düşmanların sayısı neredeyse yarıya inmişti ve etraf yanmış insan etinden başka bir şey kokmuyordu. Arada sıkışmış olan düşman askerlerinin bir kısmı ne yapacaklarını bilemiyordu. Bir çoğu silahlarını bırakmıştı.
Tam bu esnada Melvenia elinde kanlı bıçağı ile ortaya çıktı. Tam Lucian’ın karşısındaydı ve gülümsüyordu.
Lucian ve Melvenia bir süre boyunca bakıştılar. Hemen ardından Lucian heyecanlı bir şekilde “Ne yaptın? Yine kimin canını aldın?” diye sordu. Melvenia’dan gelen “Şimdi zamanı değil daha sonra anlatırım sana sadece onların başlarını aldım diyebilirim.” cevabı ise bir süre boyunca durdukları yerden koşmaya başlamalarını sağlamıştı.
Askerlerin en önünde giden Galdor karşılaştığı ilk askere önce vahşi bir şekilde gülümsedi. Ardından ne olduğunu anlamayan asker kılıcını savunma amaçlı kaldırdığı zaman ilk olarak cebinde taşıdığı fırlatmalık küçük baltasını eline aldı ve karşısındaki askerin yüzüne doğru fırlattı. Küçük balta askerin zırhını delip koluna saplandı. Asker kısa bir acı çığlığı attığı sırada Galdor baltasını hava savurdu ve adamın kafasının boynundan ayrılmasını sağladı.
Bu esnada Aranhil ise onu biraz daha zorlayabilecek bir rakip ile karşılaşmıştı. Rakibinin kılıç hamlesini hafifçe geri çekilerek savuşturduktan sonra önce sağ elinde tuttuğu kılıç ile bir saldırı hamlesi yaptı. Karşısındaki asker ise bu hamleyi halkanı ile durdurdu ancak bu onun sol elinde tuttuğu kılıç ile bir hamle yapmasını ve askerin kolunu omuzundan kesmesine engel olamadı. Asker karşı hamle yapmak için kılıcını ileriye doğru sapladı. Amacı Aranhil’i karnından yaralamaktı. Ancak Aranhil sağ elinde tuttuğu kılıç ile bu hamleyi savuşturdu ve sol elinde tuttuğu kılıcı adamın karnına sapladı. Daha sonra adamın elindeki kılıçlar düştüğü zaman sağ elindeki kılıcı adamın boğazına sapladı.
Lucian içinse karşılaştığı ilk askeri öldürmesi fazlasıyla kolaydı. İkinci asker de ondan pek farklı değildi. Kendisine uygun bir rakip ararken karşısına çıkan bir kaç askeri daha öldürdü. En sonunda daha yetkili olduğunu düşündüğü birisi ile karşılaştığı zaman pis bir şekilde gülümsedi ve kılıcını hafif bir biçimde savurarak ilk hamlesini yaptı. Bu hamlesi kalkan ile karşılaştığı zaman sağa doğru hafifçe zıplayarak ona doğru gelen kılıç darbesinden uzaklaştı. Adamın savunmasındaki bir anlık boşluğu gören Lucian ilk önce boşta olan koluyla adamın çenesine sağlam bir yumruk indirdi. Asker dengesini bir anlığına kaybettiği sırada önce karnına yatay bir iz bıraktı. Askerin karnından akan sarı renkli toprağı kızmızıya bularken asker tekrardan saldırdı ancak bundan kaçınmak Lucian için oldukça kolaydı ve bu sefer göğüs kafesinin üstüne daha derin bir kesik attı. Bu esnada adamın bazı kemiklerinin kılıcının karşısında parçalandığını hissetti.
Melvenia ise iki tane hançer taşıyordu. Karşısına çıkan ilk askeri elindeki hançerlerden birini fırlatarak indirdi. Bu esnada ona doğru gelen bir kılıç hamlesinden eğilerek kaçtı ve adamın karnına diğer hançerini sapladı. Bu esnada cebinden çıkarttığı diğer hançeri adamın göğsüne saplayarak yoluna devam etti. Melvenia sanki hamleler arasında ışınlanıyordu. Sanki dans ediyordu o düşmanların arasında. Sanki o kadar ölümcül bir dans ediyordu ki onu gören herkes o an can veriyordu onun nazik dokunuşlarında.
Bir süre daha savaşmaya devam ettikten sonra kalan düşmanlarda silahlarını bırakmış ve teslim olmuştu. Lucian onların hepsine dizlerinin üzerine çökmelerini söyledi. Birkaç yüz tane adam kalmıştı geriye. Bu esnada kırmızı ejderha ise uzaklaşarak ortadan kaybolmuştu. Herkeste bir sevinç havası hakimdi. Özellikle Galdor çok keyifliydi. Keyfini ise “Acaba kırılmamış fıçı kalmış mıdır? Tam içmelik bir hava var ortada.
Aranhil, Lucian’a doğru dönerek sordu “Bunlarla ne yapacağız?”
“Ona da kral karar versin artık biz verdiğimiz sözü tuttuk.”
Daha sonra Lucian askerlere dönerek “Bunların hepsini kralınıza götürün. Eğer kaçmaya çalışan olursa orada öldürün onu.” dedi.
Asker, tutsaklarla birlikte kaleye doğru ilerlerken Lucian ve arkadaşları onlardan geride kalarak kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Söze ilk başlayan Galdor oldu “27 kelle var bende. Sizde durum nedir?”
“Hala bu oyunu mu oynuyorsun Galdor dedi Aranhil. “Savaşı kazandık işte önemli olan sonuçtur.”
“Söylesene hadi.”
“Bende 25 var o zaman.
“Peki ya sende Lucian?”
“Saymadım desem olmaz değil mi Galdor.”
“Asla olmaz!”
“O zaman bende de tahmini olarak 77 tane falan vardır.”
“Yuh deve yalan söyleme bana.” Galdor cümlesini kızgın bir biçimde söylemişti. Katıldıkları her savaşta olduğu gibi en çok öldürenin kendisi olmasını istiyordu.
“Tamam tamam sanırım 29 bende. Bir kılıçla iki kişiyi öldürürsek iki sayılıyor değil mi?” dedi Lucian.
Bu esnada hepsi askerlerin arkasından yürümeye başlamışlardı oldukça neşeliydiler ve kahkahalar atıyorlardı.
“Peki ya sen Melvenia?”
“Savaş başladığı zamandan beri mi soruyorsun yoksa saldırdığımız andan itibaren mi? Çünkü arada bayağı bir fark var. Toplamda 47 tane var bende. Bunların arasında bir kral ve iki de komutan var.”
“Kral 5 sayılır komutanlarda 3”
Artık amaç Galdor’u sinirlendirmeye gelmişti. Bunun sebebi ise o sinirlendiği zaman çok komik olmasıydı.
Galdor’un cevap vermesi fazla uzun sürmemişti “Ben o kadarını öldürdüğünü görmedim. Onları saymam ben.”
“Tamam Galdor sen birinci ol. Ne fark eder ki bizim için.”
“Bu arada Mel sen nasıl kralı ve komutanları öldürdün?”
“Siz hazırlıklarla uğraşırken ben kaleden gizlice çıktım ve ormanın içinden sessizce ilerledim. Onların toparlanma yerine yaklaştığım zaman nöbet tutan iki askeri öldürdüm ve birinin kıyafetlerini giydim. Böylece kralın çadırına kadar ilerleyebildim. Sonrası kolaydı üç kişiye üç hançer fırlattım ve sizin yanınıza geldim.”
“Harikasın Melvenia, seni çok tebrik ediyorum. Kabul ediyorum sen kazandın bu yarışmayı.”
“Bizim yanımızda değilken sen hangi ara öğrendin bunları?” diye sordu Aranhil.
“Bende boş durmadım diyelim fazla detay vermeye gerek yok.”
Onlar kendi aralarında konuşurken Lucian, Melvenia ile yüzyüze gelmemeye çalışıyordu. Sebebini bilmiyordu ama içinde garip bir şeyler vardı ona karşı. Sanki içindeki bir parça alınmış ve onu yeri boş kalmış gibiydi
Surlardan içeriye girdikleri sırada kalenin içindeki herkes büyük bir alkış içindeydiler ve onları çılgınca alkışlıyorlardı. Onların alışık olmadığı bir sevgi gösterisiydi bu ancak yine de insanları ellerini sağlayarak selamladılar. Onlara doğru koşan çocuklar veya onlara sarılmak isteyen yaşlı kadınlar elbette beklenen bir tepkiydi. Ancak onları gören genç kızların önce Lucian’a daha sonra ekipteki diğer erkeklerin yanına gitmeye çalışması oldukça şaşırtıcıydı. Bu esnada Melvenia Lucian’a doğru bakıyor ona ulaşmaya çalışan kızlara kızık gözlerle bakıyordu. Sanki eli her an hançerine gidecekmiş gibi hazırda bekliyordu.
Ancak bunların hiçbiri olmadı sadece Galdor bir yerden eline geçirdiği birayı içerken birkaç tane kız onun etrafını sardı ve o birasını bitirdikçe başka biralar verdi ve elbette onun yanaklarından öpen kızlarda vardı. Ancak bu fazla uzun sürmedi ve Galdor’u kızların elinden aldılar.
Kral’ın şatosuna doğru ilerlerken herkesin neşesi yerindeydi. Sadece Lucian, Naserious ve Melvenia diğerlerine göre biraz daha durgundu. Lucian ve Naserious aynı düşüncedeydiler Melvenia ise çok farklı düşünmüyordu “Eğer kral sözünde durmazsa ne olacaktı?” En kötüsüne hazırlanmaları gerekiyordu ancak bunu nasıl yapacaklarına dair pek bir fikirleri yoktu. Doğaçlama hareket etmeleri gerekebilirdi bu yüzden Melvenia nasıl kaçabileceklerini düşünürken, Naserious hangi büyülerin işlerine yarayabileceğini, Lucian ise yalan söylemenin cezasını düşünüyordu.
Kral’ın şatosunun önüne geldikleri zaman onları bekleyen tüm askerler eğilerek selam verdi ve “Buyrun kralımız siz kahramanlarımızı bekliyor.” dedi. Onlarda mermer merdivenlerden ağır adımlarla yürümeye devam ettiler.
Dış kapıdan içeriye girdikleri zaman içerisi dışarıya göre daha sakindi. Ağır adımlarla merdivenleri tırmandılar ve büyük yemek odasına girdiler. Kral onları yüzünde kocaman bir gülümseme ile bekliyordu.
“Hoş geldiniz kahramanlar. Siz ne büyük savaşçılarsınız ki koca bir orduyu mahvettiniz. Buyurun gelin zafer yemeğinde bana eşlik edin.”
“Kralım sizi rahatsız etmek istemeyiz, bir kitap bulmamız gerekiyor. Onu alıp çıkmak istiyoruz.” dedi Lucian oldukça sakin bir ses tonu ile.
“İşte bu mümkün değil. Size olan borcumu bir şekilde ödemem gerekiyor ve bana göre bir kitap borç ödemek için yeterli değil pek.”
“Madem çok ısrar ettiniz kralım, elbette size yemekte eşlik etmek isteriz.”
Herkes masada boş olan koltuklara oturdu. Lucian kralın sol tarafına oturdu. Kral sağ elini kullanıyordu ve herhangi bir karışıklık anında hamle yapması çok daha kolay olurdu. Melvenia kralın karşısına oturmuştu. Naserious ise masanın tam ortasına. Diğerleri ise olabileceklerden bihaber bir şekilde masaya dağılmıştı.
Kısa bir süre sonra kocaman masanın üzerine yemekler ve içkiler ile dolmuştu. Herkes zaferin tadını çıkartıyordu, herkes çok neşeliydi.
Yemek bittiği zaman Lucian konuşmaya başladı “Ellerinize sağlık kralım, harika bir ziyafetti.”
“Siz daha iyilerine layıksınız kahramanlar ancak elimizden ancak bu kadarı geldi.”
“Önemli değil kralım. Herşey çok güzeldi. Bir kitap aradığımızı biliyorsunuz onu alıp gitmek istiyoruz.”
“Elbette o kitabı almak sizin hakkınız ancak son bir şey söylemek istiyorum” Lucian’a bakarak “Senin yeni komutanımız olmanı istiyorum.” Naserious’a bakarak “senin baş danışmanım olmanı istiyorum”. Melvenia’ya bakarak “senin özel koruma birliğini yönetmeni istiyorum.” “Ve sizin kolorduları yönetmenizi istiyorum. Ne olur teklifime hayır demeyin.”
“Kralım bu muhteşem bir teklif ve bu teklif bizim için bir onurdur ancak bundan sonra bize ihtiyacınız olacağını sanmıyorum. Yakın zamanda size saldıracaklarını sanmıyorum. Hatta önümüzdeki 3, 4 sene içerisinde ordunuzu tekrardan güçlendirirseniz onları haritadan silebilirsiniz. İzninizle kitabı almak istiyorum.”
“Elbette alabilirsiniz, ancak yolunuz tekrar buraya düşerse lütfen gelin ve misafirim olun.” Askerlere dönerek “Onlara kütüphaneye kadar eşlik edin.”
Kral cümlesini bitirdiği zaman hepsi ayağa kalktı ve sırayla kralın elini sıkarak odadan çıktılar. Önlerinde bir asker tekrardan merdivenlerden yukarıya çıktı. Merdivenler bittiği zaman önce sağ ardından sol yaptılar ve büyükçe bir odaya girdiler. Oda kitaplarla doluydu ve hepsi 4 bir yana dağılıp aramaya başladılar.
Herkes orada kendi kitabını bulmak için var güçleriyle aramaya başladılar. Herkes en büyük hayaline kavuşmak istiyordu ve bu yüzden var gücüyle kitaplara baktılar.
Bu esnada Haymana yüksek sesle bağırdı “Bunun üzerinde benim adım yazıyor.” O cümlesini bitirdiği zaman bir anlık karanlığın ardından kendilerini karavanın içinde buldular ve etrafa baktıkları zaman Haymana’nın aralarında olmadığını gördüler.




2. Bölüm
Haymana’nın bir anda kaybolması hepsi için büyük bir şaşkınlıktı aslında. Kendilerini karavanda bulduktan sonra bir süre boyunca sadece etrafa baktılar. Hiçbirisi konuşmak istemiyordu geçen anlar boyunca. Bir hoşçakal bile diyememişlerdi ona. Sanki bir anda ortaya çıkabilirdi ancak zaman ilerledikçe ona dair hiçbir işaret yoktu. Ortadan kaybolmuş gibiydi.
İlk konuşan her zaman Galdor olmuştu. “Haymana nereye gitti? Bu şekilde mi gidecek yani herkes?”
Galdor konuşurken genelin aksine daha yavaş ve derinden konuşuyordu. Bu onun duygulandığını gösteriyordu. Galdor konuştuktan sonra herkes bir anda Lucian’a doğru bakmıştı. Sonuçta bu geziyi ayarlayan kişi oydu ve cevapları onun vermesi gerekiyordu.
Lucian biraz durgun bir şekilde de olsa konuşmaya başladı “Böyle olacağını hepimiz biliyoruz. Her gittiğimiz yerde bir kişiyi bırakacağız. Evet onun gitmesi hepimiz için çok zor bunu biliyorum ama onun en büyük hayaline ulaştığını ve çok mutlu olduğunu düşünün. Onun için mutlu olmalıyız ve zamanı geldiği zaman diğerlerimiz için de mutlu olmalıyız. Üzgünüm ama böyle olmak zorunda.”
Lucian konuşmasını bitirdikten sonra Derian sözü aldı “Lucian haklı. Hepimiz bu yolculuğa birisinin gideceğini bilerek başladık. Yarın belki ben giderim veya bir başkası ama şunu unutmayın hepimiz en büyük hayalimize kavuşacağız. Bence daha önemli bir şey yok.”
Konuşma sırası Naserious’a geçmişti. “Evet, doğru söylüyorlar. Artık önümüze bakma zamanı geldi. Birlikte geçirdiğimiz zamanları daha güzel değerlendirmeliyiz. Unutmayın bu yolculuk ileride romanlara konu olacak. Hepimiz birer kahraman olacağız ve en büyük hayallerimize ulaşacağız.”
Birçok farklı ses çıkarken en fazla konuşması gereken Aranhil sadece yere bakıyordu. Onun bu duruşunu fark eden Melvenia ona doğru dönerek sordu “Aranhil iyi misin?”
“Doğruyu söylemek gerekirse nasıl olduğumu bilmiyorum. Haymana gitti ve geriye ben kaldım. Onunla çok yakındık biliyorsunuz, bazı davranışlarını sevmezdim. Sadece onun daha iyi olduğunu düşünüyorum ve bu bana dayanma gücü veriyor..”
“Harika bir planım var. Her yeni yere gittiğimiz zaman ilk önce vedalaşalım. Görünen şu ki vedalaşmaya zamanımız olmayacak. Bu yüzden erkenden vedalaşalım, iyi şanslar dileyelim. Evet, ayrılıklar çok zor olacak ama kendimiz için buna alışmalıyız. Bence Haymana’nın şerefine kadeh kaldırmalıyız. Onu yüceltmeliyiz.” dedi Yavmie, sesi bu ayrılıktan fazla etkilenmediğini gösteriyordu. Her zamanki umursamaz tavrı devam etsede onun yüzünün ufak bir parça asıldığı gözlerden kaçmıyordu.
“Galdor bize şarap ve bira getir. Keyfimiz yerine gelsin.”
“Hemen getiriyorum.”
Galdor içkileri getirmek için gittiği sırada geriye kalanlar kendi aralarında konuşuyordu.
“Ne savaş oldu ama.”
“Fenaydı valla, yine ölümden döndük farkında mısınız?”
“Acaba bu kaçıncı oldu? Daha kaç kere paçayı kurtaracağız.”
“Bence paçayı kurtarmadık. Gayet güzel savaştık, çok zekice davrandık.”
“Nasılous’un ejderi olmasaydı savaşı kanazabileceğimizi pek sanmıyorum. Sahi onu nasıl çağırdın sen?”
“Gerçeği söylemek gerekirse hiçbir fikrim yok. Hatta şu anda nasıl yaptığımı bile bilmiyorum.”
“Ben yokken ne geyikler çevirdiniz bakayım. İçkileriniz hazır, hadi içelim.”
Hepsi içkilerini içmeye başladığı sırada masanın etrafındaki o durgun hava yerini neşeli gülüşlere bırakmıştı. Evet o şimdi çok daha mutluydu ve bunun için değerdi. Hepsi de mutlu olacaktı.
Saat ilerleyip alkolleri bittikçe hepsi teker teker odalarına çekildi. Geriye sadece Lucian ve Naserious kalmıştı ve ikisi de durgun gözüküyordu.
“Sence doğru bir şey mi yaptık Nas?”
“Artık sorgulamak için çok geç. Bundan sonra ilerlemeye odaklanmalıyız. Hadi yatalım şimdi. Yarın bizi yeni bir macera bekliyor olacak.
Lucian yatağına yattığı zaman uyuması biraz zaman almıştı. Kafasında sürüyle düşünce geçiyordu ve bu düşüncelerin temel sebebi Haymana’nın ayrılmasıydı. Onu pek sevdiği söylenemezdi, hatta kimse onu fazla sevmezdi ancak yıllardır tanıyordu onu. Bir anda ortadan kaybolması içinde bir boşluk oluşmasına sebep olmuştu. Elbette onun ayrılığı başka düşünceleri de beraberinde getiriyordu. Sıra sevdiği insanlara, arkadaşlarına geldiği zaman nasıl dayanacaktı buna. Naserious veya Galdor ile birlikte tüm hayatını geçirmişti. Onu en çok zorlayacak olan onların gidişiydi büyük ihtimalle. Ancak onların mutlu olacağını biliyordu ancak bunu bilmek onun için yeterli gelmiyordu pek.
Lucian uykuya daldığı zaman siyah bir boşluk haricinde bir rüya görmedi. Rüya görmek veya görmemek onun için bir anlam ifade etmiyordu. Gece birkaç kere uyandı ancak tekrar uykuya dalması fazla uzun sürmedi. Öyle bir zamandaydı ki düşünmenin bir anlamı kalmamıştı. Bir sonraki sefer kimin gideceğini düşünmenin ona hiçbir faydası olmayacaktı. Hem belki kendisi giderdi ve yola onsuz devam ederlerdi. Bilmiyordu, hatta bilmek bile istemiyordu.
Uyksundan uyanmasının sebebi gelen gürültülerdi. Uyandıktan sonra gelen seslerden kahvaltı hazırlıklarının başladığını anladı. Hazırlanması fazla uzun sürmedi ve hızlıca diğerlerinin yanına gitti. Bir taraftan kahvaltılıklar sofraya yerleştirilirken bir diğer taraftan Galdor ve Aranhil tartışıyordu. Tartışma konusu ise çok alışık olduğu bir şeydi, Galdor yine aç karnına bira içmek istemişti. Geleneksel olarak Aranhil aç karnına içmenin faydalı bir şey olmadığını, hatta bunun kusmasına sebep olacağını söylüyordu. Diğer herkes ise onlara bakıp gülüyordu, hepsi benzer diyaloglara defalarca kez tanık olmuştu. Zaten Galdor’un onları güldürmediği bir gün kesinlikle yaşamaya değmezdi.
Lucian ikisinin kavgasını bir süre izledikten sonra “Yeter ama her sabah aynı kavga. Eğer içkinden bir yudum bile alırsan seni bağlarız ve tüm biralarını gözlerinin önünde sokağa dökeriz.” dedi. Bu söylem Galdor’un yüzünün asılmasına, Lucian’a sinirli bir şekilde bakmasına sebep olsa da çok önemi yoktu. Herkes kahvaltı sofrasına oturup hızlıca kahvaltı yapmaya başladı. Kahvaltı bittikten sonra ise tekrar kahkahalar yükseldi masadan.
Bir süre sonra “Lucian ayağa kalkıp. Ufaktan hazırlansak iyi olur bence. Dışarıda bizi bekleyen yeni bir macera var ve yeni bir diyar.”
“Tamam Luci” dedi Melvenia. “Ben hazırlıklarımı tamamladım bile.”
Etrafa baktığı zaman herkesin silahlarını hazırladığını gördü Lucian. “Bu sefer yanımıza biraz yiyecek alalım her ihtimale karşılık ve Galdor sende biraz fazla bira al yanına.”
Kısa bir süre sonra hepsi çıkış kapısının önündeydiler ve Lucian ile Galdor’u takip ederek dışarıya çıktılar. Dışarıya çıktıkları zaman ilk gördükleri şey koyu sarı renkli topraktı. Daha sonra toprağın aralarında yer alan girimsi kayalar dikkatlerini çekmişti. Öyle bir yerdeydiler ki sanki etrafta hiç canlı yoktu. Ne bir ağaç ne bir böcek görebiliyorlardı. Biraz daha ileride küçük bir tepe gördüler ve tepenin altında bir mağara vardı sanki.
“Bu taraftan ilerleyelim.” dedi Naserious. Belki yaşam o mağaranın içindeydi.
“Mağaranın girişine geldikleri zaman içeriye doğru uzanan bir yol olduğunu fark ettiler. Yerlerde oraya sonradan getirildiğini tahmin ettikleri düzgün kesilmiş bir kaya parçası gördüler. Sanki bir tabelya benziyordu ancak kaya parçası parçalanmıştı ve üstündeki yazının büyük bölümü okunmuyordu.
Hepsi parçalara bakmaya başladı. Her parçanın üstünde bir harf vardı sanki ancak harflerin bazıları okunmuyordu. Bu yüzden orada ne yazdığını anlamaları biraz zaman aldı. Harfleri ilk birleştiren Naserious oldu “Bir şey kütüphanesi yazıyor burada. İlk kelimeyi bilemiyorum çünkü sadece L ve M harfleri var.”
“Eğer kütüphane ise aradığımız kitap içindedir.” diye yüksek sesle ve neşeli bir tonda konuştu Galdor.
“İçeride pek bir şey bulacağımızı düşünmüyorum ama bakmakta fayda var bence.” Melvenia gözlerini kısıp mağaradan içeriye bakıyordu.
“Eğer herkes aynı fikirseyse bence de içeriye girip bakalım. Her şeye hazırlık olmalıyız orada.”
Lucian konuşmasını bitirdiği zaman Galdor ve Melvenia önce diğerleri onları takip edecek şekilde mağaradan içeriye girdiler.
Kapıdan girdikleri zaman aşağıya doğru uzanan bir yol gördüler. Girişteki oyuk yaklaşık 4 metre genişliğindeydi. Yürüyecekleri yolun genişliği ise görebildikleri kadarıyla değişkenlik gösteriyordu. Dışarıdan giren ışık mağaranın tamamını aydınlatamadığı için yolun ilerleyen bölümü karanlıktı. Bu sebeple etrafı aydınlatması için bir kaç tane meşale yaktılar. Naserious ise içinden bir kelime söyledi ve asanın üst kısmı etrafa beyaz bir ışık yaymaya başladı.
İçeriye doğru olan yolda etraflarını incelemeye devam ettiler. Hem yol hemde duvarlar topraktandı. Yol sonradan açılmışa benziyordu, doğal olamayacak kadar düzenli olan yol onlara bu düşünceyi vermişti. Ancak bu mağaranın açılıp öylece bırakılması oldukça ilginçti. Yerde gördükleri kemik parçaları ise oldukça eski ve parçalanmış görünüyordu. Birçoğu hayvanlara ait olmalı diye düşündüler tabi insana ait olduğunu düşündükleri kemikleri görene kadar. Her kemik birçok yerinden kırılmıştı.
Mağarada derinliklere doğru indikçe yerde gördükleri kemik sayısı giderek artıyordu. “Burası ne böyle?” dedi Derian. “Gizli kalmış bir mezarlık sanki.”
Herkes onunla aynı fikirlere sahipti. Orada ne olup bittiğini kimse bilmiyordu ama herkesin söylemek kaçındığı düşünce bir katliam olduğuydu. Derinliklere doğru inmeye devam ettikçe kemikler daha az harap olmaya başladı. İnsan ve hayvan kemikleri her yerdeydi. Biraz daha yürüdükten sonra genişçe bir avluya rastladılar. Avlu oldukça büyüktü, meşalelerinin ışıkları çevreyi görmelerine yetmiyordu. Etrafa saçılmış silahlar vardı. Birçoğu iskeletlerin yanlarındaydı, sanki bir şey ile savaşırken hepsi can vermişti.
Galdor dişlerinin arasından “Bunu yapan herkimse onu doğduğuna pişman edeceğim” dedi. Galdor intikam konuşmaları ile de meşhurdu ancak kimse onunla ilgilenecek durumda değildi. Etrafa yayılıp incelemeye devam ettikleri zaman kemikten başka birşey göremediler. Biraz daha araştırdıkları zaman Melvenia büyükçe bir lahit buldu ve arkadaşlarına seslenerek onları yanına çağırdı.
Lahit bir mezar taşına benziyordu. Herkesin iskeletleri yerdeyken bir mezarın olması içinde yatan kişinin önemli birisi olduğunu gösteriyordu. Lahitin üzerindeki yazıların bir kısmı silinmişti sadece “Kral Leodar burad yatıor.” yazısını okuyabilmişlerdi.
“Eğer burada bir kral varsa bence açıp içine bakmalıyız. Hem ne olduğuna dair ip uçları bulabiliriz hem de belki kral değerli eşyaları ile birlikte gömülmüştür.” dedi Aranhil.
“Bence de açalım benim aklıma bir fikir geldi eğer işe yararsa tüm cevapları öğreniriz.” dedi Derian.
Mermerden yapılmış lahitin kapağını kaldırdıkları zaman ilk gördükleri şey içeride yatan bir iskeletti. Hemen başında altından ve renkli mücevherlerden bir taş, hemen yanında ise yine mücevherlerden oluşan uzun bir kılıç vardı. İskelete baktıkları zaman uzun boyu ve geniş omuzları dikkatlerini çekmişti. “Ne yapacaksın iskelet krala Derian?” diye sordu Naserious merak içerisinde.
“Buraya geldiğimiz zamandan beri kafamda bazı sorular vardı. Sanki atalar benimle konuşuyor gibiydi. Bir süre sonra onlarla iletişim kurmaya başladım. Nasıl diye sormayın hiç. Sanırım ölen birisi ile konuşmamız mümkün olacak. Bu durumda da kral ile konuşabiliriz.”
“Nasıl olacak peki bu?”
“İki tane yolu var ilki kralın ruhunu buraya çağırmak ancak bu yol biraz daha tehlikeli çünkü bize saldırabilir. İkinci yol ise onun ruhunu birinizin bedenine geçici olarak sokmak. Ben büyüyü bitirdiğim zaman normale dönecek ve hiç sorun olmayacak. İki yolda da ona sorular sorabilir ve onunla konuşabilirsiniz. Seçiminizi yapın ve ben una göre hareket ederim.”
“Sanırım ikinci yol daha mantıklı sadece birimizin bedenine geçtiği zaman bize saldırmayacağını kim garanti edebilir?”
“Saldıramaz çünkü bedenin kontolü hala o kişide olacak. Onun istekleri dışında bir şey yapamaz.”
“O zaman ikinci yolu seçiyoruz biz kim gönüllü olacak?”
“Kusura bakmayın ama ben içime bir şey girmesinden pek hoşnut olmam.”
“Ben olurum. Değişik bir deneyim olacak benim için.”
Yavmie gönüllü olduktan sonra Derian kesesinden bazı otları çıkardı ve iskeletin üzerine koydu. Daha sonra başka birşeyler daha çıkarıp onları da etrafa savurdu. En son olarak gözlerini kapattı ve bilmedikleri bir lisanda bir şeyler fısıldamaya başladı.
Derian kollarını sallarken etraf hafif bir sis tabakası ile örtüldü ve her geçen an sis tabakası kalınlaştı. Bir süre sonra lahitin etrafında bir duman kütlesi varmış gibi lahitin görünmesini engellemişti.
Birkaç an geçtikten sonra toplanan tüm duman bir anda şekil değiştirip Yavmie’ye doğru yöneldi ve ona ulaştıktan sonra ortadan kayboldu. “Kim beni uykumdan uyandırmaya cesaret ediyor?”
“Kralım bizi affedin ama zor durumdayız ve bize sadece siz yardım edebilirsiniz?”
“Buralarda hiçbir şey değişmemiş gördüğüm kadarıyla. Sadece siz farklısınız. Sizi tanımıyorum, toprak sizi tanımıyor, yağmur sizi tanımıyor. Siz kimsiniz?”
“Kralım biz buraya ait değiliz doğru. Çok uzaktan geldik biz ve yardımınıza ihtiyacımız var.”
“Evet, doğru söylüyorsunuz. Herşeyi görüyorum şimdi. Ne istiyorsunuz benden?”
“Kralım önce burada ne olduğunu anlatabilir misiniz? Böyle bir vahşet nasıl olmuş olabilir.”
“Biz çok yaşlı bir uygarlıktık,  tarihimiz boyunca hep savaştık. Ancak en sonunda öyle bir savaş çıktı ki hepsinden daha büyüktü ve bitmek bilmiyordu. Savaşmayı bırakmamız için çok uyarılar geldi ama dinlemedik, yıldırımları, selleri, depremleri umursamadık. Öyle bir noktaya geldi ki dereler artık kırmızı akıyordu, toprak artık kırmızıydı. Biz savaşmaya devam ettik ama, durmadık. Sonra bir salgın başladı ve herkes teker teker ölmeye başladı. Tüm insanlar, tüm canlılar hatta tüm bitkiler bile çok kısa bir süre içinde öldü. Sonra neler olduğunu bilmiyorum ama bu yüzden bu kadar kimsesiz burası.”
“Çok üzüldüm kralım. Sizden bir ricamız olacak.”
“Söyleyin nedir?”
“Kralım burada bir kütüphane varmış, onu nasıl bulabiliriz?”
“Kütüphane eskiden vardı. Ancak depremlerden sonra yollar yıkıldı, parçalandı. Burası bir yer altı şehriydi. Devam edin yürümeye, şanslıysanız bulursunuz. Artık beni serbest bırakın.”
Bir an sonra Derian gözlerini açtı ve “Yavmie iyi misin?” diye sordu.
“İyiyim de nasıl oldu bu iş? Sen böyle şeyler yapabiliyor muydun?”
“Artık yapıyorum diyelim. Şimdi ne yapıyoruz?
“Tabiki devam ediyoruz, kütüphane buralarda bir yerde.”
Karanlık mağarada yürümeye devam ettiler. İleride gördükleri yıkılmış duvarlar ise depremin işaretçileriydi.
İlerledikçe yıkılmış duvarlar tarafından kapatılmış geçitleri daha sık görür olmuşlardı. Onlar yavaş adımlarla ilerlemeye devam ederken bir taraftanda silahlarını her türlü tehlikeye karşı hazırda bekletiyorlardı. Aslında bu oldukça gereksizdi eğer tamamen yok olmuş bir yerde yaşıyorlarsa ne onlara saldırabilecek birisi çıkabilirdi ne de savaşabilecek. Bu yüzden ilerledikçe saldırıya hazır bir şekilde beklettikleri silahlarını hafifçe yere indirdiler.
İlerledikçe yerlere saçılmış parçalanmış iskeletler görmeye devam ediyorlardı. Ancak bu sadece etraflarında olan yıkımın büyüklüğünü gösteriyordu onlara.
Biraz daha ilerledikleri zaman daha önce gördükleri geniş odadan daha büyüğü ile karşılaştılar. Etrafa dağılıp inceledikleri zaman bu sefer etrafta 7 tane geçit gördüler. Bu geçitlerden üç tanesi tamamen kapanmıştı, bir tanesi ise tamamen kapanmamış olsada oradan geçmek imkansızdı. Kalan üç tanesi ise içinden geçilebilir gibi duruyordu. Bunun haricinde geçitlerin arasında hiçbir fark yoktu. Hangisini seçeceklerine dair en ufak bir fikirleri olsaydı seçim yapmaları çok daha kolay olurdu.
“Şimdi hangisini seçeceğiz? Durun ben söyleyeyim size burada durup karar vermek için bekleyeceğiz.” dedi Kylana. Bu onun sabırsız yapısı ile normal karşılanebilecek bir tepkiydi.
“Haklısın Kylana ama biraz düşünmemiz gerekiyor. Dağılıp aramak mantıklı geliyor olsa da ileride karşılaşabileceğimiz bir sorun bizi bölebilir ve bir daha bir araya gelemeyebiliriz. Bu nedenle ayrılmamamız gerekiyor.” dedi Lucian normal bir ses tonu ile.
“Lucian’a hak veriyorum da benim yine bir önerim var ama şimdiden söyleyeyim bunu nasıl biliyorsunuz diye sormayın sakın çünkü verecek cevabım yok. Sadece ataların yine benimle konuştuğunu söyleyebilirim ve bu sefer söyledikleri çok daha ilginç.” Derian konuşurken herkes büyük bir sessizlik içinde onu dinliyordu.
“Atalar diyorki zaman geçmiş, şimd ve gelecekten oluşan bir bütün ve hepsi aynı anda yaşanıyor. Biz ise sadece şimdide yaşıyoruz. Geçmişi veya geleceği görebilmemiz mümkün değil. Bana söylediklerine göre bu odanın bir hafızası var ve yaşanan her şey o hafızada kayıtlı durumda. Atalara göre ben onların hafızasına erişebilirim ve onlar üzerinden geçmişi görebilirim. Çok ciddi söylüyorum sakın nasıl diye sormayın bana.”

“Tamam Derian sormayacağız ama şunu merak ediyoruz geçmişi sadece sen mi görebileceksin yoksa herkes görebilir mi?”
“Sadece ben göreceğim ve gördüklerimi size anlatacağım bu sayede geçmişte hangi yolu daha yoğun kullandıklarını veya kitapların hangi yoldan taşındığını görebileceğim.”
“Yapalım o zaman!”
Bu sözün üzerine Derian tekrardan gözlerini kapattı. Bu sefer küçük keselerinden etrafa hiçbir şey saçmadı veya hiçbir söz söylemedi. Sadece kollarını iki yana doğru açtı ve yavaşça kapattı. Kollarını kapandığı zaman konuşmaya başladı.
“Geçmişe doğru gidiyorum. Etraftaki herşey aynı sadece kemik parçaları daha büyük, geçmişe gittikçe kemikler büyümeye devam ediyor. Kol kemikleri, bacak kemikleri, kafatasları, hayvan kemikleri görüyorum. Daha öncesinde ise kemiklerin üzerindeki et parçalarını görüyorum. Geçmişe gittikçe et parçaları giderek artıyor, organlara dönüşüyor. Cesetleri görüyorum parçalanmamış bir şekilde. Etrafta hala parça parça kemikler var. Onlar daha eskiye ait. Biraz daha geçmişe gittiğim zaman yerde yatanların yavaşça ayağa kalktığını görüyorum. Hepsi perişan halde, başta açlıktan olduğunu düşünüyorum ama hepsi hasta. Tüm canlılar, bitkiler bile hasta ve hepsi ölüyor. Konuşmalarını duyduğum zaman herşeyin hasta olduğunu ve öldüğünü anlıyorum.”
Derian önce derin bir nefes aldı ve anlatmaya devam etti “Hastalığın olmadığını zamanlara gidiyorum ama bu sefer her yerde savaş var. Herkes çıldırmış gibi birbirine saldırıyor. Salgının neden çıktığını bilmiyorum ama buradaki herkes kafayı yemiş durumda. Acımasızca öldürüyorlar birbirini, yerler kan kaplanmış durumda. Birbirlerinin cesetlerini, canlı bedenlerini ısırarak yiyorlar. Salgın bu savaştan sonra geliyor. Sağ kurtulan birkaç kişi vardı ve onlarda salgında ölüyor. Herşeyi görebiliyorum şu anda ama gördüklerimi sıraya sokmam biraz zor.”
“Savaş başlamadan önceye gidiyorum, peşi sıra savaşlar olmuş burada. Sebepsizce, vahşi katliamlar görüyorum. Buradaki kimse masum değil, hepsi ölmeyi hak ediyor. Birisi başka birinin omurgasını söküyor. Herkes çıldırmış burada. Zaman ilerledikçe herkes kafayı daha fazla yemiş durumda. Daha fazla görmek istemiyorum artık. Her yer kan şimdi ve her yer acı.”
“Bayağı bir geçmişte henüz savaş çıkmış durumda değil. Etrafta normal bir şekilde dolaşanlar görüyorum. Ellerinde kitap taşıyorlar. Kitaplar şu yollara doğru gidiyor. Üç tane geçitten geçiyorlar. Elimi takip edin onlardan birisinden gitmemiz gerekiyor. Herşey karışmış durumda, aynı anda tüm zamanlardayım ve durun bir ses var. Onu duymak istemiyorum şu anda kötü bir şey söylüyor bana. Artık dayanamıyorum.”
Derian gözlerini açtığında etrafına baktı ve herşeyin bıraktığı gibi olmasına sevindi. “Nereyi gösterdim ben?”
“Bu tarafı gösterdin Derian ne yaptığını bilmiyoruz ama muhteşem bir şey yaptın sen. Harikaydın.”
“Peki geçmişte ben var mıydım?”
“Tabi ki yoktun Galdor sen buranın geçmişinde yoktun ki. Daha yeni geldin. Aslında senin bebekliğine de gitsem bayağı komik olurdu.”
“Dalga geç sen, sadece bir soru sordum sana.”
“Birbirinizle uğraşmayı bırakın. Derian’ın gösterdiği yönden ilerleyeceğiz hep beraber.” Lucian cümlesini bitirdikten sonra Derian’ın işaret ettiği yönden ilerlemeye başladılar.
Kemik parçaları arasında ilerlemeye devam ediyorlardı. Yolda değişen tek şey ise yolun daralmış olması ve etrafa saçılmış olan kitap sayfalarıydı. Bir süre boyunca parçalanmış kitaplarda ne yazdığını anlamaya çalışsalarda pek başarılı olmadılar. Hiçbir şeyin yaşamadığı bir yerdeydiler ve bu yok olmuş yerde bir kitap arıyorlardı.
Biraz daha ilerledikten sonra yol ikiye bölünmüştü ancak şanslılardı ki yolun birisini yıkılmıştı. Sadece oradan devam edebilirlerdi. Böyle bir yerde ne kadar az karar alırlarsa o kadar iyiydi onlar için. Zaten zor hatta belirsizlikte olan durumlarını daha da beter yapmanın anlamı yoktu.
Herkes sessiz bir şekilde ilerlemeye devam ederken işin en ilginç tarafı Galdor’un bile ses çıkarmamasıydı. Konuşmak, şakalar yapmak yerine sessizce birasını yudumluyordu. İşin daha ilginç olan tarafı ise kimsenin ona sataşmamasıydı.
Yolları ince uzun bir odaya geldiği zaman durdular. Hepsi hızlıca etrafa baktı. İlk gördükleri şey sol duvarı boydan boya kaplayan bir aynaydı. Yaptıkları her hareket aynada görülebiliyordu ancak aynada herşey ters bir şekilde duruyordu. Sağ ve sol tamamen farklıydı. Odanın tam ortasında bir sunak vardı. Sunak beyaz mermerden yapılmıştı, pürüssüz bir yapıdaydı. Sunağın üstünde 3 tane oyuk vardı. Öyle görünüyordu ki o oyuklara bazı şeyleri koymak gerekiyordu. Hatta o bulmacayı çözerlerse eğer odanın karşı tarafındaki kilitli olan kapı açılabilirdi. Şimdi ipuçları bulmaları gerekiyordu.
Lucian ne olup bittiğini anlamaya çalışırken normal bir ses tonu ile “Siz ikiniz odanın ilerisini araştırın. Sizde geriyi, kalanlarda bu bölgeyi araştırsın. Buralarda bir yerde işimize yarayacak önemli bir şeyler olması gerekir.”
Herkes etrafı incelerken Lucian aynadaki yansımaya bakmaya devam ediyordu. Öncelikli olarak görüntü neden tersti? Bunun bir anlamı olması gerekirdi ama ne? Bulmacanın çözülme yöntemi ile alakalı bir şey miydi bu? Belki de çözüme sondan başlamalılardı, bu mantıklı olmazdı. Buralarda bir yerde ilk ipuçları vardı ama onu göremiyordu. Belki de ters bir şekilde düşünmesi gerekiyordu.
Bu esnada Heyrina yüksek sesle “Aynada sunağa bakın. Orada sunak tamamlanmış durumda ve kapı açık. Bu parçaları bulmamız lazım bizim.”
“Kırmızı bir küre, mavi bir kutu ve beyaz bir vazo bulmalıyız. Hemen buluruz.”
“Siz etrafı araştırmaya devam edin. Naserious ve Melvenia yanımda kalın düşünmemiz gerek.”
Herkes etrafa dağıldıkları sırada Naserious “Evet Lucian seni dinliyoruz.”
“Ayna çok önemli gibi geliyor bana. Dikkat edin yansımanın yönü ters. Bu işin içinde mutlaka bir şey var.”
“Haklı olabilirsin Luci ama bence biraz rahatlamalısın. Çok zor bir şey olacağını sanmıyorum.”
“Umarım öyledir Mel. Umarım öyledir.” Lucian konuşmaya devam ederken Naserious kısık sesle aynı şeyi tekrarlıyordu “Her şey ters.. Her şey ters…”
Galdor tam bu esnada yüksek sesle konuştu “Kırmızı küre bende.” Onu Derian ve Aranhil takip etti. “Yalnız burada yeşil bir küre, sarı bir kutu ve siyah bir vazo da bulunuyor.” Derian’ın sözleri ortalığı biraz karıştırmıştı. Topladıkları tüm eşyaları sunağın üzerine koydular ve düşünmeye başladılar.
“Bence hepsini yerlerine koyalım ve gidelim burdan.”
“Haklısın Galdor hemen koyalım.”
İlk önce buldukları kırmızı, mavi ve beyaz eşyaları aynada gözüktüğü gibi yerleştirdiler. Ancak hiçbir şey olmadı. Daha sonra aynadaki görüntünün ters olduğunu hatırlayıp eşyaların yerlerini değiştirdiler. Bu esnada Naserious hala aynı şeyi tekrarlıyordu “Her şey ters.”
“Burada duralım bence bir şeyi atlıyoruz. Aynada herşey ters ise buranın düz olmasını bekleyemeyiz. Eşyalar sabit ve onları ters çevirmek mantıklı değil. Her eşyadan elimizde iki tane var. Kırmızı ve yeşil küre gibi. Bunlar zıt renkler hatta ters renkler. Eşyaları değiştirelim.”
Diğer eşyaları yerleştirdikleri zaman metal kapı kendiliğinden açıldı ve ileriye doğru yürümeye devam ettiler.
Metal kapıdan geçtikten sonra ince bir koridorla karşılaştılar. Koridor sadece iki tanesinin yanyana yürümesine izin verebilecek kadar dardı. İlginç bir şekilde bu koridorda herhangi kemikle veya engelle karşılaşmadılar. Koridorun diğer tarafında başka bir kapı onları bekliyordu.
“Nerede bu kütüphane acaba?”
“Az kaldığını düşünüyorum. Zaten bir kütüphaneye gitmek bu kadar zor olmamalı bence.”
“Sadece bir tane kitap alıp çıkacağız neden bu kadar zorluk?”
“Bu şekilde düşünmemek lazım. Hayat bile hep böyledir, istediğimiz bir şeye ulaşabilmek için bir dünya çabalamamız gerekir.”
“Hemen hayat felsefesi yapmasan aslında çok tatlı bir insansın Naserious.”
“Teşekkür ederim Melvenia ama gerçekler böyle malesef.”
“Bırakın şimdi gevezelik yapmayı kapının diğer tarafı için hazırlıklı olalım.”
Kapıdan geçtikleri zaman ilk gördükleri şey odanın ortasında bulunan bir sunaktı. Sunağın üzerinde bir kitap duruyordu  ve odanın diğer tarafında açık bir kapı daha vardı. Sunaktan ileriye doğru üzerinde soru işretleri olan karolar kapıya kadar uzanıyordu. Her taşın genişliği odanın genişliği ile aynıydı. Onlara basmadan kapıya ulaşmaları mümkün değildi.
Hepsi sunağın etrafına toplanmıştı ve Lucian kitabı eline aldı “Görünüşe göre bu odadan çıkmanın yolu bu kitaptan geçiyor ve Lucian kitabın ilk sayfasını açtı.
“Buradan sadece gerçekler geçebilir. Tüm sırlarınızı bu odada bırakmalısınız. İtiraf edin.”
“Harika bir de kirli çamaşırlarımızı söylememiz gerekecek.”
Lucian ikinci sayfayı çevirdiği zaman bu sefer farklı bir cümle yazıyordu “Baltalı birisi 17 yıl önce babasını öldürdü.”
Herkes bir anda Galdor’a bakmaya başlamıştı. Sonuçta elinde balta olan bir tek o vardı.
“Ne bakıyorsunuz bana, bir tek balta bende olabilir ama bu ben olduğum anlamına gelmez.”
“Galdor senin bizden sakladığın bir şeyler mi var. Eğer öyleyse şimdi söylesen iyi edersin.”
“Herşeyimi biliyorsunuz siz benim. Kitaba mı inanıyorsunuz yoksa bana mı?”
“Galdor sana inanıyoruz ama eğer söylemen gereken bir şey varsa hemen şimdi söylemelisin.”
Galdor derin bir nefes çekti içine “Evet ben babamı öldürdüm. Sanırım 7 veya 8 yaşındaydım, babam yine çok içmişti ve annemi dövüyordu. Birkaç gün önce benden büyük bir abim olduğunu öğrenmiştim ve babam onu öldürmüştü. Babam annemi döverken kılıcını çıkartmıştı ve annemi öldürecekti. Bende vazo tarzında bir şey çıkarttım ve babamın koluna vurdum. Böyle yapınca babam bana saldırmaya başladı ve beni yere yatırdı. Annem onu durdurmaya çalışıyordu.  O an kılıcı ona saplamak için çok dua ettim ve bir an için elim kılıca uzandı ve kılıcı babamın kalbine sapladım.”
Galdor konuşmasını bitirdiği zaman karolardan birinin üzerindeki soru işareti kayboldu. “Teşekkür ederim Galdor bizimla paylaştığın için.”
Lucian bir sonraki sayfayı çevirdiğinde başka bir cümle yazıyordu kitapta ” Kırmızı renkli bir elbise giyen birisi ailesinden nefret ediyor.”
“Bu benim biliyorsunuz sanırım. Onlardan o kadar nefret ediyorum ki fırsatım olsaydı hepsini öldürebilirdim.” Heyrina cümlesini bitirdiği zaman bir diğer soru işareti de kayboldu.
Bir sonraki sayfada ise “Birisinin ailesi o çok küçükken öldü.” yazıyordu.
“Bu da benim, size biraz eksik söylemiş olabilirim. Babam ve annem bir savaşta öldü beni köylüler kaçırdı oradan. Onların öldüğünü kabul etmek istemedim hiç.” Konuşan Aranhil olmuştu.
Bir sonraki sayfada ise “Birisinin hayatı bomboş geliyor, sanki herşeyini kaybetmiş durumda.”
“Her ne kadar güçlü görünmeye çalışsam da bu benim sanırım. Evet, içimde büyük bir boşluk var ve onu nasıl dolduracağımı bilmiyorum” dedi Lucian.
Bir sonraki sayfada ise “İki tane hançer kullanan birisi hala …. seviyor.”
“Bu da sanırım benim. Hepinizle konuşmadım doğru ama konuştuklarıma anlattım. Ben hala Lucian’ı seviyorum ve ne geçen zaman ne de yaşadıklarımızı değiştirebildi. Tekrar söylemem gerekirse Lucian ben seni hala seviyorum ve bu hiç değişmedi.” Melvenia konuştuktan sonra herkes bir Lucian’a bir Melvenia’ya bakıyordu. Melvenia’nın göz kenarları dökülen yaşlarından dolayı ıslanmıştı. Lucian ise hiçbir şey söyleyemiyor, hiçbir şey yapamıyordu.
Bir şey söylemek yerine kitapta bir sayfayı daha çevirdi. Bu sefer kitapta “Birisi bu dünyada yaşamak istemiyor. Onun ait olduğu yer burası değil.” yazıyordu.
“Bu benim dedi Derian. Benim olmak istediğim yer burası değil. Ben ataların yanında olmak istiyorum, yani ölmek istiyorum.”
Bir sonraki sayfada ise “Başka birisi bilgiye ulaşmak için herşeyi yapabilir.” yazıyordu.
“Bu da benim.” dedi Naserious. “Son sayfaya geçelim artık.”
“Birisi ihtirasları için yaşıyor gerekirse onlar için herşeyi ateşe verebilir.” yazıyordu son sayfada.
“Bu da benim. Artık gidelim şu odadan.” Yavmie konuştuğu zaman tüm soru işaretleri kaybolmuştu. Odadan çıkarken konuşmaya devam ediyorlardı.
“O değil de bir kitap bizim bile unuttuğumuz şeyleri nasıl bilebilir?”
“Demek ki birisi başka birisini tam olarak tanıyamıyormuş. Birbirimiz hakkında öğrenecek daha çok şeyimiz var bizim.”
“Öyle şey mi olur ben hepinizi tanıyorum. Sizinle birlikte hayatım geçti. Kimin ne sevdiği, seyi sevmediğini hemen bilirim. Hadi kendinize gelin. Yolumuz daha uzun.”
Galdor’un konuşmasından ilerlemeye devam ettiler. Kimse konuşmak istemiyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen bulmacalardan hepsi sıkılmıştı. Bu garip yerden ne zaman çıkacaklarını bilememek de ayrıca canlarını sıkıyordu. Bu nedenle hepsi ifadesiz bir biçimde yürüyordu.
Diğer odaya geçtikleri zaman ilk olarak odanın ortasında beyaz bir masa gördüler. Yaklaşıp baktıkları zaman masanın üzerinde yırtılmış bir kitap, bordo renkli bir kalem ve işlemeleri bir kutu vardı. Parçalanmış kitabın yanında ise siyah renkli bir kum saati duruyordu. Masanın hemen arkasında kırılmış bir sandalye ve onun hemen çaprazında parçalanmış bir sandalye daha duruyordu.
Odanın karşı tarafında ise metal bir kapı daha vardı. Galdor’un kapıya koşması ve onu açmaya çalışması sayesinde kapının kapalı olduğunu anladılar. Önce kapıyı açmak için bildikleri tüm yöntemleri denediler ama kapı açılmıyordu. Naserious’un Galdor’a söylediği “İstersen bir de kapıyı kırmak için kafanı kullanalım. Bence kapı kesin açılır.” sözü bir süre boyunca kahkaha atmalarını sağladı.
“Harika yine saçma bir bulmaca ile karşı karşıyaydık. Şu bulmacalar da olmasa gidip ejderha falan öldürseydik keşke.”
“Tabi Galdor, biz zaten her canımız sıkılınca gidip ejderha öldürüyoruz.”
Bu esnada Derian “Bu kum saatinde çok antik bir büyü var.” dediği sırada ve bir anda kendini tek başına odada buldu. Sadece bu sefer sandalyeler kırılmamış, defter parçalanmamış, kutu açıktı ve anahtar içindeydi. Ayrıca kapı açıktı. Buraya nasıl gelmiş olabileceğini düşünürken kapıya doğru koşmaya karar verdi. Kapıdan geçtiği zaman karşısında devasa bir kütüphane gördü ve kütüphaneci ile göz göze geldi.
Bir an kadar sonra Derian kendini tekrardan arkadaşlarının yanında buldu. Onlar ortadan kaybolduğunu bile fark etmemiş gibi görünüyordu. “Bu kum saati beni geçmişe götürdü. Sandalyeler parçalanmamıştı, kapı açıktı ve anahtar kutudaydı. Kapının diğer tarafında devasa bir kütüphane var. Ancak orada çok fazla kalamadım. Sanırım oraya geri dönüp anahtarı getirmeliyim.
Derian cümlesini bitirdiği zaman masaya bıraktığı kum saatini tekrardan eline aldı. Bu sefer yine aynı yerdeydi sadece sandalyelerin yeri değişmişti. Anahtar yine kutunun içindeydi. İlk önce kalemin kapağını çıkarttı değişimleri görebilmek için. Daha sonra anahtarı cebine koydu. Etrafa son bir kez daha baktı ve tekrardan arkadaşlarının yanındaydı.
Bu sefer iki sandalyede paramparça olmuştu ve kalemin rengi değişmişti. Hemen elini cebine attı ancak anahtarın orada olmadığını gördü. “Lanet olsun, anahtarı cebime koymuştum ben ama şimdi yok.” dedi.
“Demek ki yanında eşya taşıyamıyorsun. Anahtarı geçmişe gidip bir yere saklamayı denesen nasıl olur?”
“Onu da denerim ama benim daha güzel bir fikrim var geçmişe gidip kapıyı kıracağım önce. Yine olmazsa saklamayı denerim.” Derian cümlesini bitirdiği zaman kum saatini tekrardan eline aldı ve geçmişe gitti. Bu sefer yanında taşıdığı çok güçlü bir asidi kapının üzerine döktü. Bir süre sonra kapı büyük bir gürültüyle yere düştü ve Derian geri döndü.
Ancak baktığı zaman kapı hala yerinde duruyordu. Sadece eskisinin yerini daha güçlü bir kapı almıştı. “Benim geçmişe gitmem lazım”
Derian kum saatini alıp tekrar geçmişe gittiği zaman bu sefer hızlıca anahtarı kutunun içine koydu. Geçmişte yaklaşık olarak 30 saniyesi vardı ve sadece bu zaman diliminde hareket edebilirdi. Ancak kendi zamanına gittiğinde anahtar kutunun içinde değildi.
“Derian sen hiçbir yere gitmiyorsun ki geçmiş falan diyorsun boşuna.”
“Öyle tabi Galdor. Sen bana anahtarı saklayabilecek başka bir yer bulsana.” dediği sırada kum saatini eline aldı ve kendini tekrardan geçmişte buldu.
Etrafa hızlıca bir bakış attı ve daha sonra anahtarı masanın ayaklarından birisinin altına koydu. Masayı hiç hareket ettirmemişlerdi, orada güvenli bir şekilde kalabilirdi. Ne kadar geçmişe gittiğini merak ediyordu. Savaştan önceki bir zamana gidiyor olmalıydı.
Kendi zamanına geldiğinde hızlı adımlarla masanın ayağını kaldırdı ancak anahtar yine orada yoktu. “Bu iş bu şekilde olmayacak. Geçmişte kaldığım zaman çok kısıtlı bu yüzden onu bu odadan çıkartamıyorum. Burada nereye koyarsam koyayım anahtar yine kayboluyor.”
“Peki onu başka nereye saklayabiliriz ki?”
“Bilmiyorum zaten bilmemek canımı çok sıkıyor.”
“Biraz düşünmeliyiz sanırım. Geçmişten şimdiye hiçbir şey getiremiyoruz. Şimdiden geçmişe getirecek bir şeyimiz de yok sanırım. Zaten ondan bile emin değilim.”
“Galiba yolun sonuna geldik.”
“Derin bir nefes alalım elbette bir çıkış vardır.”
Bu esnada Derian atalardan yardım istiyordu “Ey başlangıçta sona kadar var olan, hepimiz ve hiçbir şey olan. Elbette sana döneceğiz bir gün, biz ne kadar güçlüysek sende o kadar güçlüsün. Lütfen daha da güçlenmeme izin verin, sizi onurlandırmama izin verin. Bende size kavuştuğum zaman gücünüze güç katayım.”
Derian bu sözleri söyledikten sonra için bir ses “Onu biz ver, biz senin için saklarız.” dedi.
Derian ise sesli bir şekilde “Şimdi buldum” dedi ve kendini tekrardan geçmişte buldu. Kum saatini tutmayı bırakmadan diğer eliyle anahtarı aldı ve avucunun içine koydu ve “Yüce atalar bu anahtarı size emanet ediyorum. Kendi canımı size emanet ediyorum, kendi kanımı size emanet ediyorum. Lütfen onu benim için saklayın.” dedi.
Tekrar kendi zamanına döndüğünde anahtar avucunun içinde duruyordu. “İşte anahtar burada.”
“Nerde buldun onu biz hiçbir şey anlamıyoruz.”
“Boşver Galdor o çok uzun bir hikaye.” Derian kapıyı açtıktan sonra karşısında devasa bir kütüphane duruyordu ve kütüphanenin içinde gri cübbeli birisi bekliyordu yüzünde bir gülümseme ile.
Adamın arka tarafında görebildikleri kadar uzanan devasa raflar vardı. Her raf en az 5 katlıydı ve birinden diğerine geçebilmek için merdiven kullanmaları gerekiyordu. Odanın ne kadar büyük  olduğu hesaplayamıyorlardı bile. Görebildikleri her yerde kitap rafları vardı. O an bu kadar kitabı nasıl inceleyeceğiz diye düşündüler içeriye doğru girerlerken.
Gri cübbeli adam ise kollarını iki yana açmış gülümser bir şekilde onları bekliyordu. Gri cübbeli adamın bu dostane davranışını anlamak hepsi için oldukça zordu. İçeriye doğru bir kaç adım attıktan sonra gri cübbeli adam konuştu dostça bir ses tonu ile “Hoş geldiniz!”
“Hoşbulduk efendim. Biz bir tane kitap arıyorduk da.”
“Evet biliyorum kitap aramasanız zaten kütüphaneye gelmezdiniz.”
“Bu konuda yardımcı olmanızı isteyecektik sizden.”
“Elbette size yardımcı olacağım. Buraya kadar geldiğinize göre bir kitap almayı haketmişsiniz demektir.”
“Teşekkür ederiz efendim.”
“Rica ederim Lucian. Şimdi adını nereden bildiğimi soracaksın bana ve verdiğim kaçamak bir cevap sana yetmeyecek. Hatta şu an vereceğim hiçbir cevap sizin için yeterli olmayacak. Hepinizin adını biliyorum, neden burada olduğunuzu da biliyorum. Bu yüzden bana başka bir soru sorun siz.”
“Efendim sizi anlamakta zorlanıyoruz. Bizi tanıdığınızı size soramıyorum bile ama en azından herkesin ölü olduğu bir yerde sizin nasıl yaşadığınızı söyleyebilirsiniz sanırım.”
“Bak Lucian meraklısın, ayrıca cesursun da. Vereceğim cevapları öğrenmeye hazır olamayabilirsin. Yinede merakına iyi gelmesi için sana bir cevap vereceğim sadece şunu unutma her cevap başka soruları beraberinde getirir ve o soruların cevaplarını kendin bulmalısın. Ben buraya sizi karşılamak için geldim. Evet burada yaşayan her şey öldü. Zaten neler olduğunu az çok biliyorsunuz.”
“Nasıl yani? Bizi karşılamak için mi geldiniz?”
“Evet, sizin için geldim. Söylediğim gibi şu anda cevaplar için çok erken. Siz evrenin dengesini bozacak bir yolculuğa başladınız ve bu yolculuk artık sizin kaderiniz aynı zamanda evrenin de kaderi. Geleceğin nasıl şekilleneceğinin belli olması için sizin bu yolculuğa devam etmeniz gerekiyor. Hiçbir şey anlamadığınızın farkındayım, sadece gelecek size başlı ve yapacağız seçimlere bağlı durumda.”
Herkes gri cübbeli adama boş gözlerle baktı. Hiçbirinin söyleyecek tek bir kelimesi bile yoktu.
“Şimdi neden bazı cevaplara hazır olmadığınızı anladınız mı? Unutmayın cevaplara ulaşmak için doğru soruları sormanız gerekir ve bunda çok kötüsünüz. Önemi yok ama benim sizin hikayenizdeki görevim sizi uyarmaktı olacaklara karşın. Elbette sizin seçimleriniz ne olursa olsun hala bir şans var. Sizden tamamen bağımsız, sizin üzerinde hiçbir etkiniz olmadığı bir şans daha var ve o ihtimal için sizin bu yolculuğa devam etmeniz gerekiyor.”
Gri cübbeli adam konuşmasını bitirdiği zaman sağ elinde bir kitap belirdi ve kitabın üstünde “Heyrina” yazıyordu. Gri cübbbeli adam tekrardan konuştu “Arkadaşlarına veda et istersen.” Heyrina hepsine teker teker sarıldıktan sonra kitabı aldı ve kendilerini karavanın içinde buldular. Artık yedi kişiydiler.




















3. Bölüm
“Ben bu ayrılıklardan nefret ediyorum. Bir yanımda olan insan bir an sonra gidiyor ve onların çok daha mutlu olduklarını bilmek yetmiyor. Sanki her geçen gün eksiliyorum. Sona geldiğimiz zaman bizden geriye bir şey kalacak mı acaba?”
“Haklısın Galdor ama hayat böyle değil midir? En yakınında olan bir an gelir ve gider, habersizce gider hatta. Hiçbir şey bırakmadan gider, bazıları ise iki satır bırakır ardında ve öyle gider sende elindeki küçük kağıt parçasına bakıp durursun. Her veda kötüdür ama gidenin daha mutlu olma ihtimali vardır ve sen bu ihtimal için dayanırsın herşeye.”
“Harika söyledin de Lucian bunu bilmek hiçbir işe yaramıyor. Giden gitmiş oluyor, sende kalıyorsun. Kalmak galiba kaderimiz bizim.”
“Sende gideceksin merak etme Galdor. Gittiğin yerde çok daha mutlu olacaksın. Hayat böyledir, bazen gidenler seni daha mutlu, daha güçlü yapmak için gider.”
“Neyse ya, devam edeceğiz biz. Kim içmek ister bakalım?”
“Sonunda doğru bir şey söyledin Galdor. Aslında hiç lafı uzatmadan doğrudan içmek istediğini söyleseydin yeterdi yoksa bizi duygusal numaralarınla kandırmak mı istiyorsun?”
“Tabi Aranhil aynen öyle yapmak istiyorum. Hatta hepinizi hüngür hüngür ağlatıp katıla katıla gülmek istiyorum. İkimize bira diğerlerine şarap getiriyorum hemen.”
Galdor hızlı adımlarla odadan çıktıktan sonra herkes birbirine baktı bir süre boyunca. Sadece Melvenia yere bakıyordu yüzü asık bir şekilde. Lucian’ın söylediği sözler ona değildi belki ama kendi yaptıkları aklına gelmişti ve her kelime onun canını yakmıştı. Bu yüzden etrafındaki herkes kahkaha atarken o yere bakıyor ve düşünüyordu. Aslında herkes onun bu durumunun sebeplerini tahmin ediyordu ama hiçbirinin söyleyecek bir sözü yoktu.
Galdor içkileri getirdiği sırada Melvenia ayağa kalkıp içeriye gitmek istedi ancak Derian onun kolundan tuttu ve oturmasını söyledi. Odasına kapandığı zaman yapacaklarını çok iyi biliyordu ve o an ağlamanın kimseye bir faydası yoktu.
Zaman geçmeye devam ettikçe kahkalar yükseldi önce. İçilen alkol miktarı arttıkça hepsinin heyfi yerine geldi. Bir arkadaşlarını daha kaybetmek hepsi için çok zordu evet ama hayat devam ediyordu. Kimse birisi gittiği için ölmezdi belki ölmekten beter olurdu ama hayat devam ederdi, onlarda nefes almaya devam ederdi. Her gidenle birlikte insan biraz ölürmüş, asla eskisi gibi olamazmış demişti eskiden bir ozan. Lucian Melvenia gittikten sonra bir gece barda otururken ağlamaya başlamıştı, o kadar kendini kaybetmişti ki Lucian en sonunda ozan gelmiş ve onunla konuşmuştu. Onu kendine getirmek için eklemişti “Birisi gittikten sonra öyle büyük bir boşluk olur ki onu asla dolduramayacağını düşünürsün ama zamanla o boşluk dolar dalları kırılmış bir ağacın yeni dal vermesi gibi sende yeni dallar verirsin. O boşluk hep kalır ama sen büyümüşsündür bir kere.”
Bir süre sonra durgun olan Melvenia bile kahkahalara katılmıştı. Onu seyreden Lucian ise başka şeyler düşünüyordu. “Eskiden onun gülümsemesine hayrandım ben hatırlıyorum, o güldüğü için güneş doğuyor sanıyordum. Ancak şimdi hiçbir şey hissetmiyorum. O hala çok güzel gülüyor ama artık o gülünce güneş doğmuyor hatta hiçbir şey olmuyor.”
Melvenia ise bir taraftan düşünüyordu “Luci’ye ne oldu böyle. Aynı kişi ama farklı görünüyor, bana farklı bakıyor, sanki tamamen değişmiş gibi. Buna katlanmak çok zor, dayanmakta zorlanıyorum ama gülmeye devam etmeliyim.”
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar içtikten sonra hepsi yatmaya gitti. Bu sefer odayı en son Galdor terk etti, bunun sebebi de sona kalan biraları içmek istemesiydi. Herkes uyumadan önce ertesi gün neler olacağını merak ediyordu?
Herkes odasına çekildiği sırada Galdor koltuklardan birinde sızıp kalmıştı. Diğerleri ise kendilerini uykunun kollarına bırakmıştı. Lucian ise yatağında uykusu ile köşe kapmaca oynuyordu. Garip bir düşünce vardı içinde. Normalde bu durumda olduğu zaman geceler boyunca sadece düşünürdü. Ancak o an ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Arkadaşlarının gitmesi düşünmesi gereken bir konuydu, Melvenia kesinlikle düşünmesi gereken bir konuydu. Başka nelerle karşılaşacakları da oldukça önemli bir konuydu. Ancak asıl düşünmesi gerekenin bunlardan hiçbiri olmadığını biliyordu ama neyi düşüneceğine dair hiçbir fikri yoktu.
Bir süreyi daha neyi düşüneceğini düşünmekle geçirdikten sonra bu uğraştan vazgeçti. Belki biraz yürüyüş yaparsam diye düşündü uykum gelebilirdi ve önce odasının içinde bir kaç tur attı. Daha sonra odasından çıkması gerektiğini düşünüp dışarıya çıktı. Yapmak istediği şey kendine bir kadeh şarap alıp oturma odasında içmekti. Ancak oraya gittiği zaman koltukta sızan Galdor’u gördü ve gülümseyerek odasına doğru yürümeye başladı.
Odasına doğru ilerlerken Melvenia ile karşılaştı. Aynı onun gibi elinde bir kadeh şarap vardı.
“Luci uyumamışsın sende.”
“Uyku tutmadı nedense, bende bir şeyler içmek istedim.”
“Aynısı bende de oldu. Oturma odasına gidip bir kadeh içmek istedim.”
“Sakın oraya gitme.”
“Neden?”
“Galdor koltukta sızmış ve bununla kalmayıp korkunç bir şekilde horluyor. Kesinlikle onu o şekilde görmemelisin, öldürmek isteyebilirsin.”
“Bu çok kötü oldu, bende ayakta içerim artık.”
“Ben odamda içecektim, istersen sende gel.”
Lucian ve Melvenia Lucian’ın odasına doğru ilerlediler. Odaya girdikleri zaman yatağın üzerine oturdular ve Melvenia konuşmaya başladı.
“Sonunda seninle yalnız kalabildim Lucian. Konuşmak istediğim o kadar şey var ki.”
“Evet, son zamanlar hep koşuşturmaca ile geçiyor. Seni dinliyorum Mel.”
“Ne oldu sana Lucian? Sana bakıyorum ve sen aynısın ama sen aynı değilsin. Ne olduğunu anlayamıyorum lütfen anlamama yardımcı ol.”
“Aslında ben aynı kişiyim. Sadece hayatımla ilgili bazı kararlar aldım ve ona göre davranmak istiyorum.”
“Luci bana yalan söyleme anlarım biliyorsun. Eğer beni artık sevmiyorsan açıkça söyle, evet haklısın. Ağzımı burnumu kırmak istersen de haklısın ve sana engel olmam. Beni sevmeni beklemiyorum veya bana aynı şekilde bakmanı. Sadece arkadaşım, dostum olan Luci’yi geri istiyorum.”
“Bazen insan açıklayamaz ya olanları veya kendisini bende aynı şekildeyim. Sanki içimden bir şeyler sökülüp alındı ve ben onları artık hissetmiyorum. Ne olduğunu bilseydim emin ol anlatırdım sana. Seni hala sevip sevmediğimi soruyorsun biliyorum ama bilmiyorum. Bu yüzden soruna cevap veremeyeceğim. Sakın ağlama Mel. Bu duruşu çok iy biliyorum ve bu duruş birkaç saniye sonrasında ilk gözyaşının geleceğini gösteriyor. Şundan emin ol eğer ağlarsan harbiden ağzını burnunu kırarım.”
“İyi bari bazı şeyler hala değişmemiş ve bu beni mutlu etti. Ağlamayacağım merak etme, unuttum ben ağlamayı. Dediğim gibi beni sevmen veya sevmemen önemli değil ama ben arkadaşım olan Luci’yi geri istiyorum ve emin ol bunun için sonuna kadar savaşacağım.”
Melvenia cümlesini bitirdiği zaman elini Lucian’ın elinin üzerine koydu ancak Lucian ona karşılık vermedi ve aynı ifadesiz şekilde bakmaya devam etti. Bunun üzerine Melvenia çenesini sıktı ve “Sanırım uyku vaktimiz geldi Lucian. Yarın görüşmek üzere” dedi ve hızlı adımlarla odadan çıktı.
Lucian ise odasında tek başına kalmıştı ve neden bu şekilde olduğunu düşünüyordu. Birkaç gün önce deli gibi aşık olduğu kişiye karşı neden hiçbir şey hissedemiyordu? Neden elini tuttuğunda hiçbir şey hissetmemişti? Neden onu her gördüğü zaman içindeki boşluğun büyüdüğünü hissediyordu? Ve ona ne olmuştu? Bu şekilde olacağını hiç tahmin etmemişti? Etmiş olsaydı aynı şeyleri yapıp yapamayacağını düşündü bir süre boyunca ancak sonuç alamadı.
Düşünmenin hiçbir işe yaramadığı bir andaydı ve beyninin patlayıp etrafa saçılacağını düşündü. Ancak bunun saçma olduğunu ve beynin kolay kolay patlayamayacağını düşündü. Melvenia’yı unutmak istemişti ve ona dair herşey yok olmuştu. O zaman bir sorun yoktu, hayatına devam edebilirdi ancak devam edip etmeme konusundan emin değildi.
“Nasıl olsa herkes gidecek.” diye düşündü. “Ve ben yine tek başıma kalacağım. Herkes en büyük hayaline kavuşmuş olacak, bende kavuşacağım. Ancak hayalimin ne olduğunu bile bilmiyorum. Aşk benim en büyük hayalimdi ama aşık olduğum kadına karşı hiç bir şey hissedemiyorum.” Lucian içinden geçen düşünceleri kısık sesle söylüyordu ve bunu yaparken de yatağına sırt üstü uzanmış ve tavana bakıyordu.
Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya devam etti “Söylesene Tavan ben nerede hata yaptım. Hoş bir Tavan’la konuşmuş olmam ve ondan cevap beklemem oldukça garip. Zaten Tavan’ların çok iyi bir dinleyici olduğunu söylerler. Boşver başka zaman devam ederiz, benim uyumam gerekiyor en azından dinlenmeliyim. Hoşça kal Tavan, iyi geceler sana.”
Lucian Tavan’la konuşmayı bitirdikten sonra yatağında yan döndü. Uyuması biraz zamanını aldı ama uyuduğunda uzun zamandır olduğu gibi hiç rüya görmedi.
İçeriden gelen kahkaha seslerine uyandı ilk önce. Hızlı bir şekilde kalkıp oturma odasına gittiği zaman Galdor’un sırılsıklam bir şekilde Aranhil’in yakasına yapıştığını ve kalan herkesin kahkahalar atarak güldüğünü gördü. Yerde duran kırılmış sürahi ve yerdeki ıslaklık ne olduğunu gösteriyordu.
Galdor ve Aranhil bir süre daha güreştikten ve yumruklaşmaları bittikten sonra Galdor ıslanan giysisini değiştirmek için odasına gitti ve kalan herkes sofraya oturup kahvaltıya başladılar. Kısa bir süre sonra giysisini değiştiren Galdor da onlara katıldı. Daha sonra Aranhil anlatmaya başladı "Biz uyandık geldik kahvaltıyı hazırlamaya çalışıyoruz tabi Galdor uyuyor. Uyandırmaya çalıştık ama hiç oralı değil. Bende sürahideki suyu üstüne döktüm tabi uyandı, uyanır uyanmaz bana saldırdı. Bir ara beni öldüreceğini sandım bende sürahiyi kafasında kırdım. Ancak adamın kafa neyden yapıldıysa sürahi paramparça oldu. Gerisini zaten biliyorsunuz."
"Bak aynısını bir daha yaparsan yemin ediyorum seni elimden kimse alamaz."
"Birbirimizi kırmayalım şimdi. Bir dahaki sefere sende beni ıslatırsın ödeşmiş oluruz."
Aranhil cümlesini bitirdiği zaman herkesin aklında bir sonraki gidenin ikisinden biri olup olmayacağı vardı.
Galdor bu sözün üzerine ayağa kalktı ve Aranhil'e sarıldı. "Oğlum bak benden önce gidersen yemin ediyorum seni bulur ve çok fena döverim haberin olsun."
Kahvaltı masasında bir süre daha oturduktan sonra herkes silahlarını almak için odalarına gittiler. Melvenia'nın Lucian'a bakmaması haricinde herşey çok normaldi. Ancak ikisi de bu durumu kurcalamak istemediler. O an konuşmanın ne yeri ne de zamanıydı.
Karavandan çıktıkları zaman oldukça neşeliydiler. Etrafta ilk gördükleri şey iki katlı evlerdi. Hepsi farklı renklerde boyanmıştı ve oldukça eskiydiler. Karavanın önünde sokak iki yöne doğru uzanıyordu. Her zaman olduğu gibi sağ taraftan yürümeye başladılar.
Sokağın bitiminde geniş sayılabilecek bir meydandaydılar. Sokaklar farklı yönlere doğru gidiyordu. Bu sefer başka bir sokaktan yürümeye devam ettiler. Evler yine aynı gibiydi. Arada üç katlı evler vardı ama her yer birbirine benziyordu. Evlerin küçük bahçeleri vardı ve etrafta bol milkarda ağaç.
Bu aynılık bir bulutun üzerinde duran 4 katlı evi görene kadar devam etti. Ev yerden 5 erkek boyu kadar yukarıda duruyordu. Yine bulutların üstünde duran bir yol ve bir merdiven evin girişine çıkıyordu. Ayrıca evin bahçesinde ağaçlar ve çiçekler vardı.
"Bu ev bulutun üzerinde duruyor! Bunu sadece ben görmüyorum değil mi?"
"Hayır, Galdor sadece sen görmüyorsun da bu nasıl olabilir?"
"Galiba hiçbir fikrimiz yok. Ben ne böyle bir şey gördüm ne de okudum."
"Zaten şu tarafa bakarsak görüntü beyaz bir şey tarafından kesiliyor."
"Sanki bir bulut gibi."
"Nasıl bir yere getirdin bizi Lucian."
Ağır adımlarla yürümeye devam ederlerken bulutların üzerinde başka evler gördüler. Bazı evler diğerlerinden daha farklıydı. Onlar siyah renkliydiler ve her evin yanında siyah zırh giymiş birileri ellerinde okları hazır bir şekilde bekliyorlardı.
"Burası nedir böyle. Askerler bulutların üzerinde nöbet tutuyorlar. Eğer biz de bir bulutun üstündeysek nasıl yere düşmüyoruz."
"Hepsini öğreneceğiz Galdor biraz sabır sadece."
Başka sokaklardan geçmeye devam ettiler. Sokaklarda siyahlı askerler nöbet tutuyordu. Yanlarından geçerlerken onlara bakıyor ve geçmelerine izin veriyorlardı. Hepsi bu garip yerde tetikte bekliyordu. Bunun yanında Galdor yerden bu kadar yukarıda olmanın düşüncesi ile bir parça korkmuştu.
Biraz daha ilerledikleri zaman birkaç tane siyahlı askerin bir adamın etrafını çevrelediklerini gördüler. Siyahlı askerler adama aralıksız olarak vuruyorlardı. Adamın yüzünden aşağıya doğru kan akıyordu. Bu görüntüyü gören Galdor kendini tutamadı ve adama doğru koşmaya başladı. Peşinden ise Lucian ve Aranhil geliyordu.
Galdor karşısına çıkan ilk siyahlı askerin omuzundan tutup kendine doğru çevirdi ve diğer eliyle çenesine bir yumruk indirdi. Daha sonra omuzundaki eliyle siyahlı askerin boğazını sıkmaya başladı. Bu esnada diğer siyahlı askerler adamı bırakıp Galdor'a doğru döndü. Lucian ile Aranhil ise onların yanına geldi.
Ancak tam bu anda nereden çıktıkları belli olmayan bir grup siyahlı asker etraflarını sardı.
"Çabuk dur yoksa sonun çok fena olacak."
"Galdor yeter!" Lucian sert bir şekilde konuşmuştu. İlk kez geldikleri bir yerde başları belaya girmek üzereydi ve bu hiç hoş bir durum değildi.
"Söyle bakalım Baldor. Ne yapmaya çalışıyorsun sen. Burada bize saldırmanın yasak olduğunu bilmiyor musun sen."
"Efendim biliyor tabi ki ama gece çok içmiş, ayılamamış da galiba. Sanırım arkadaşınızı birisine benzetti. Kusura bakmayın efendim. Niyetimiz sorun çıkarmak değildi."
"Böyle bir şeye izin veremeyiz. Saldor'u biraz konuk edelim en iyisi belki akıllanır."
"Efendim onu affetseniz. Eğer bir daha yaparsa sizin yerinize onu ben döverim."
"Harika bir plan bence. Hadi ona bir iki yumruk at. Burnunun kanadığını görmek istiyorum."
Lucian ve Aranhil yumruklarını sıkmış ve saldırmak için fırsat kolluyorlardı ancak etraftaki siyahlı askerlerin sayısının artması bu düşünceden vaz geçirdi onları. Lucian sıktığı sağ yumruğu ile Galdor'un burnuna vurdu önce ve daha sonra çenesine.
"Harika, bunu çok beğendim. Şimdi son kararımı açıklıyorum, arkadaşınız bir gece misafirimiz olacak. Onu yarın serbest bırakırız." Siyahlı askerler önce Galdor'un ellerini bağladılar bu esnada Lucian onun baltasını ve diğer silahlarını aldı.
Siyahlı askerler Galdor'u yanlarına alıp uzaklaştıktan sonra Lucian yüzü kanla kaplanmış adamın yanına eğildi.
"İyi misiniz? Onlar neden size saldırdı?"
"İyi olup olmamam önemli değil. Yürürken havaya bakmışım ve bu yasak. Bu arada arkadaşınız bayağı gerizekalı sanırım. Onlara dokunamazsınız, bu yasak, cezası çok ağırdır."
"Nasıl yani? Onlardan sizi koruyacak kimse yok mu?"
"Siz yenisiniz galiba? Hoş burada pek yeniye rastlanmaz ama neyse. Şimdi kalacak bir yeriniz yoksa beni takip edin. Geceyi benim evimde geçirin. Yarın da aradaşınızı alırsınız."
Bu ikisi için de mantıklı bir düşünceydi. Lucian eliyle diğer arkadaşlarını çağırdı ve hepsi birlikte adamı takip etmeye başladılar.
Yol boyunca fazla konuşmadılar. Sadece adam “Sessiz olun, her yeri takip ediyorlar.” dedi ve sessiz bir şekilde ilerlediler. Yol boyunca başka kimse ile karşılaşmadılar siyahlı askerler haricinde. Onlarda hiç bir şey yapmadı ve adamın peşinden ilerlediler. Etraflarında ne olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Sadece gökyüzüne doğru bakıyorlar ve bulutların üzerindeki evleri şaşkınlıkla izliyorlardı.

Yaşlı adamın evine girdikleri zaman üst kata çıkan bir merdiven gördüler. Ancak üst kata çıkmak yerine yaşlı adamı takip ettiler.

Yaşlı adam önce küçük bir odaya gitti ve daha sonra yerdeki halının altında bir kapağı kaldırdı. “Beni takip edin.”

Adam aşağıya inmeden önce masanın üzerinden aldığı bir mumu yakmıştı ve mumun ışığında merdivenlerden aşağıya indiler. Alt kat oldukça küçüktü. Sanki kimselerin orayı bulmasını istemiyordu yaşlı adam. Sadece tek bir odadan oluşuyordu alt kat ve bol miktarda koltuk vardı. Odaya girdikleri zaman yaşlı adam onlara dönüp “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?”

“Seni kurtarmaya çalışıyorduk sadece ve Galdor biraz fazla heyecanlıydı.”

“Yemin ediyorum siz aptalsınız. Hiç kafanız çalışmıyor. Siyahlı adamlara karşı gelmek sizin neyinize. Onlara bakmak bile yasak neredeyse.”

“Nasıl yani?”

“Hala kafanız almıyor galiba. Onlar ne isterlerse yapar ve sen hiçbir şey yapamazsın.”

“Neden ama?”

“Hepsini anlatıcam şimdi arkadaşınız hakkında konuşalım biraz. Eğer şanslıysa yarın serbest kalır o. Geçen zamanda işkence görecek, bolca dayak yiyecek, onu konuşturmaya çalışacaklar.”

“Galdor dayanır da onların kim olduğunu anlatsana bize.”

“Onları anlatmadan önce nasıl ortaya çıktıklarını anlatmam lazım. Hikaye bundan üç yüzyıl kadar önceye dayanıyor. Daha önce burası çok farklı bir yerdi. Fark edebileceğiniz üzere burası bulutların üstünde bir şehir. Burası gibi başka şehirlerde var ve hepsi birbirine bağlantılı. Ancak şu sıralar diğer şehirlere geçiş yasak. Neyse bundan üç yüzyıl kadar önce bir adam geldi buraya ve çok kısa bir zaman içinde kendine adam topladı ve onlara silahlar verdi. Önceden burası çok farklı bir yerdi demiştim ya buradaki herkes sanatkardı. Ancak o adam yönetimi ele geçirdi ve sanatı yasakladı. Sanat yapmaya devam edenleri yok etti. O günden bu yana yanına topladıkları siyahlı askerler oldu. Kimse ona karşı gelmeye cesaret edemiyor. Zaten ne yapabiliriz ki onlara karşı, yumruk atmayı bile bilmiyoruz biz.”

“Eğer dediğin gibi olduysa onların da bileceğini çok sanmıyorum. Galdor’u bıraksaydık onları paramparça ederdi.”

“Belki dediğinde doğrusun ama onların silahları var ve çok ağır kayıp veririz.”

“Bir yolunu buluruz ama daha fazla şey anlatmalısın.”

“Çok fazla şey bilmiyorum açıkçası. Kendi aramızda konuşmak da yasak bu yüzden iletişim kuramıyoruz. Burayı yöneten o adam üç yüzyıldır yaşıyor. Şehrin merkezindeki büyük evde yaşıyor, evi uzaktan görseniz kesin tanırsınız zaten. O adamı da kimse görmedi, neye benzediğini kimse bilmiyor. Kural koyucu diyorlar ona.”

“Naserious sen ne düşünüyorsun bu konuda?”

“Etrafta bir büyünün olduğu kesin. Her yerde hissedebiliyorum ama ne olduğunu anlamıyorum ama tahminime göre siyahlı askerleri kontol altında tutmakla alakalı bir büyü.”

“Nas ben büyüden anlamam ama eğer kural koyucu bu kadar askeri etkisi altına alabiliyorsa o çok güçlü demektir. Hepimiz için bile çok güçlü ki birde siyahlı askerleri var. Büyüyü bozabilir misin?”

“Söylediğim gibi büyüyü bozmak için önce onun ne olduğunu anlamam lazım ve bu biraz zaman alacak.”

“Peki yaşlı adam burası neresi? Neden bu kadar gizli?”

“Burayı kural koyucuya karşı olanlar olarak sığınak olarak kullanıyoruz. Ancak çok bir işe yaramıyor tabi anca konuşuyoruz.”

“Harika en azından yalnız olmadığımızı anladık. Bence güzel bir başlangıç. Peki Nas büyüyü bozmak için kural koyucuyu öldürmemiz gerekiyor değil mi?”

“Evet, aynen öyle ama önce onu bulmamız gerek. Sonra siyahlı askerleri geçmemiz ve çok güçlü bir büyücüyü öldürmemiz gerekiyor. Yani bunu nasıl yapabileceğimize dair hiçbir fikrim yok.”

“Olsun en azından elimizde bir şey var. Peki yaşlı adam, kural koyucu neden buraya geldi biliyor musun?”

“Aslında bilmiyorum. Tahminime göre kimse bilmiyor. Ancak bana göre burada bir şey var ve onu almak için burada. Ne olduğunu bilmiyorum ama ya hala onu almaya çalışıyor ya da onu sürekli olarak alıyor.”

“O zaman ne aldığını da bulmamız gerekiyor. Bu iş çok eğlenceli olacağa benziyor değil mi?”

“Evet, yine çok eğlenceli olacak. Galdor şu an burada olsaydı eğlenceden kesin dans ederdi. Sahi umarım çok dövmüyorlardır onu.”

“Galdor’dan konuşuyoruz bence doğru cümle şöyle olmalıydı (umarım Galdor çok fazla siyahlı askeri dövmez)”

“Benim bir fikrim olabilir. Bir şarkım var, daha önce yoktu ama şimdi var, nereden geldiğini bilmiyorum ama neyse bunlar önemli değil, o şarkı bize yardımcı olabilir ancak nasıl olacağını henüz bilmiyorum, şarkı üzerinde çalışmam lazım ancak böylece onu anlayabilirim. yeni başka şarkılarım da var, çok güçlü şarkılar ama bunlar, ben hiç bu kadar güçlü şarkı bilmiyordum..”

“Bir nefes al be Heyrina, bir nefes al. Şimdi yeni şarkıların var ama ne işe yaradıklarını bilmiyorsun bence harika. Sen onların ne olduğunu anlamaya çalış, Nas sende büyüyü anlamaya çalış. Bizde kaç tane siyahlı asker öldürürsek onları bitiririz onu düşünelim. Yarın sabah Galdor’u almaya gideriz. Siz burada kalın yarın, Melvenia ben ve yaşlı adam gidip Galdor’u alırız. Sorun çıkarsa zaten gürültüden anlarsınız.”

“O zaman siz uyuyun. Ben üst katta olacağım, bir şeye ihtiyacınız olursa lütfen söyleyin. İyi geceler size ve çok teşekkür ederim hepimizin hayatını kurtaracaksınız.”

“İyi geceler yaşlı adam yarın görüşmek üzere.”
Yaşlı adam gittikten sonra kendi aralarında konuşmaya devam ettiler.

“Bu adama ne kadar güvenilir bilinmez ama her ihtimale karşılık önem almalıyız.”

“Kesinlikle Aranhil bence erkekler olarak nöbet tutalım. Kızlar uyusun.”

“Teşekkür ederim Lucian çok naziksin.”

“Elbette Melvenia ne demek.”

“Acaba Galdor’u yarın bize verecekler mi?”

“Valla vermeleri onlar için güzel olur yoksa almasını biliriz. Yarın hep beraber gidelim her ihtimale karşılık.”

“Bu arada ben ortamdaki büyüyü anladım. Zihin kontol büyüsü var her yerde. Tahminime göre tüm siyahlı askerler bu büyünün etkisi altında.”

“Ama bu çok güzel oldu. Yeni öğrendiğim şarkılardan birisi istediğim bir büyüyü etkisiz hale getiriyor ama ne kadarlık bir alanda etkili veya kaç kişi üzerinde etkili olur bilmiyorum. Yine de çok güzel şeyler olabilir.”

“İşte bu çok daha güzel oldu. Harikasın Haymana. Şimdi uyuyalım, ilk nöbeti ben tutarım sonra Aranhil ve en son Naserious. Büyücümüzün uykuya ihtiyacı var tabi.”

Hepsi bir süre sonra uykuya daldı Lucian ise birkaç saat boyunca nöbet tuttu ve daha sonra nöbet değiştirdiler ve daha sonra tekrardan. Hepsi bazı rüyalar gördü ancak gördükleri rüyalar hakkında konuşmadılar. Lucian rüyasında siyah bir yerdeydi. Gökyüzündeki dolunay hafif bir ışıkla etrafını aydınlatıyordu. Kan kırmızısı taşlara basarak yürüyordu ve biraz ilerisinde beyaz tenli bir kız vardı. Lucian ona ulaşmak istiyordu ancak ne kadar yürürse veya ne kadar koşarsa koşsun ona ulaşamıyordu. Var gücüyle koşuyordu, sadece ona ulaşmak istiyordu ama o kıza ulaşması mümkün değildi.

Lucian uyandığı zaman hepsi yattıkları koltuktan yavaşça kalkıyordu. Onu uyandıranın Naserious olduğunu tahmin etti. Herkes birbirine günaydın dedikten sonra oturup yaşlı adamı beklemeye başladılar. Bu esnada geçen zamanda kısa bir süre için şakalaştılar.

“Galdor olmadan keyfi yok sabahların.”

“Umarım çocuğun canını fazla yakmamışlardır.”

“Onun canı yanmaz ki hatırlıyor musunuz bir kere kavga vardı ve beş kişi onun etrafını saldırıp vurmaya başlamıştı.”

“Hatırlamaz mıyım bir an sonra beşi birden yerde yatıyordu.”

“Günaydın hepinize size yiyecek bir şeyler getirdim. Yemeğinizi yedikten sonra arkadaşınızı almaya gidebiliriz.”

Yaşlı adamın getirdiği yemekleri kısa bir süre sonra bitirdiler ve hep beraber Galdor’u almak için dışarıya çıktılar. Yaşlı adama göre Galdor şehrin merkezinde büyükçe bir yerde tutuluyordu.

Ara sokaklardan ilerleyerek yollarına devam ettiler. Galdor’un tutulduğu binaya geldikleri zaman giriş kapısının önünde iki kişinin nöbet tuttuğunu gördüler. İki kişi fazla zor olmazdı ama buna gerek olmamasını istediler.

Kapıdan içeriye sıkıntısız bir şekilde girdiler ve içeriye girdikleri zaman orada daha fazla siyahlı askerin var olduğunu gördüler. Galdor ise odanın en uç tarafında bir hücrede tutuluyordu.

“Arkadaşımızı almak için geldik.”

“Kusura bakmayın onu veremem. Dün gece bayağı bir olay çıkardı.”

“İnsaflı davranmış size. Bence onu bize verin ve sessizce gidelim buradan.”

“Arkadaşınız bir hafta daha burada kalacak. İsterseniz siz de ona katılabilirsiniz.”

“Tam olarak anlatabildiğimden emin değilim biz buraya Galdor’u almaya geldik ve onu almadan hiçbir yere gitmiyoruz.”

“Yakalayın şunları!!”

Siyahlı asker cümlesini bitirdiği zaman diğer siyahlı askerler onlara doğru bir adım attı. Lucian’ın konuştuğu siyahlı asker ise onun kolunu tutmak için bir hamle yaptı ve bu hamle Lucian’ın burnuna indirdiği bir yumruk ile sona erdi ve o an tüm silahlar çekildi. Sırtlarını birbirine dayayarak siyahlı askerler ile savaşmaya başladılar.
Lucian hafifçe gülümsedi ve boynunu hedef alan kılıç darbesinden eğilerek kaçtı. Siyahlı asker böyle bir hamle beklemediği için karın bölgesinde büyük bir açık bırakmıştı. Lucian bu açıktan faydalanarak önce sol elinde tuttuğu hançerini adamın midesinin yan tarafına sapladı. Daha sonra hançeri aşağıya doğru hareket ettirdi. En son olarak kılıç tutan eliyle onu kenara doğru itti ve tekrardan doğruldu.

Aranhil iki kişiyi karşısına almıştı. Önce midesine doğru gelen kılıcı sağ elindeki kılıç ile savuşturdu ve sol elindeki kılıcını adamın boğazına sapladı. Daha sonra sağ elinde tuttuğu kılıç ile geniş bir yay çizerek diğer siyahlı adama saldırdı. Siyahlı adam kılıcı ile bu hamleyi engellemeye çalıştığı sırada Aranhil diğer kılıcını onun kaburgalarından içeriye sapladı.

Melvenia ise oldukça neşeli bir şekilde kemerinden çıkardığı hançerleri karşısında duran siyahlı adamlara doğru fırlattı.Bir an kadar sonra hançerler 4 tane siyahlı askerin bedenine saplanmıştı.

Naserious Haymana ile birlikte arkadaşlarının tam ortasında duruyordu. Naserious önce asasını havaya kaldırdı ve onlara doğru koşmakta olan siyahlı askerlere doğrulttu. Daha sonra boşta olan elini geniş bir daire çizer gibi salladı ve asasının ucundan büyülü oklar fırladı. Her ok çarptığı siyahlı askerleri yere düşürdü.

Haymana ise kontrol altına alınan kahramanlar ile ilgili bir şarkı söylemeye başladı. Şarkı kötü bir büyücünün kahramanları etkisi altına almasını anlatıyordu ve bir gün bir kahramanın gelip büyüyü bozmasını anlatıyordu. Kontrol altına alınan tüm kahramanlar onun sayesinde normale dönmüşler ve kötü büyücüyü durdurmuşlardı.

Haymana şarkısına başladığı sırada onlara doğru koşmakta olan tüm siyahlı askerler bir an durdu ve kılıçlarını bıraktı. Hepsi birbirlerine bakıyordu ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Neredeyiz biz? Ne yapıyoruz burada?”

“Hepiniz kontrol altına alındınız ve biz sizi özgür bıraktık. Amacımız sizin üzerinde oynanan bu oyunları bitirmek ve hepinizi özgürleştirmek. Şimdi silahlarınızı kuşanın. Daha yapacak çok işimiz var.”

“Neler olduğunu hatırlamıyoruz bile. Sanki hayatımın birkaç yılı hafızamda yok.”

“Hepsini düzeltmek sizin elinizde. Bizimle birlikte savaşın.”

Bu esnada Melvenia Galdor’u hapsedildiği yerden çıkarttı ve Galdor silahlarını toplayarak diğerlerine katıldı.

Lucian ve siyahlı askerler konuştuğu sırada onların yanına başka siyahlı askerler geliyor ve duruyorlardı. Konuşma bitene kadar sayıları artmıştı. Dışarıya çıktıkları sırada sayıları yüzü aşmıştı.

“Bu gün sizin özgürlük gününüz. Ne kadardır kendinizde olmadığınızı kimse bilmiyorum. Yüzyıllardır siz kukla gibi kullanılırken halk sömürüldü ve artık bu düzene bir son vermemiz gerekiyor. Bu özgürlük yolunca bizimle birlikte yürümeye var mısınız?”

Lucian yüksek sesle konuşurken son cümlesi “Varız” diye bağıran bir kalabalık tarafından kesildi. Hiçbiri savaşmayı bilmiyordu ancak bunun önemi yoktu. Onlara savaşmayı öğretecek zamanları da yoktu ancak bunun da bir önemi yoktu. Yaşam eğer özgürlük için savaşıyorlarsa anlamlı olurdu. Yoksa kukla bir hayat yaşamanın hiçbir anlamı yoktu. Bu yüzden hem kendi hem de gelecek nesillerin özgürlüğü için savaşmalıydılar.

Normal insanlarda onların etrafında toplanmaya başlamıştı Kısa bir süre içinde sayılar binlerle ölçülüyordu. Normal insanları arka tarafa yerleştirdiler. En önde Lucian, Aranhil ve Melvenia. Onların arkalarında diğerleri ve siyahlı askerler ve en arkada normal halk.

“Bulabildiğiniz tüm sopaları alın. Siz etrafta siyahlı adamların cephaneliği varsa oradaki silahları alın ve dağıtın. Bu esnada hepiniz “Özgürlük” diye bağırın. Bizim geldiğimizi anlasın.”

Lucian ve arkasındaki binler ile büyük bir komutan gibi duruyordu. Sadece ordusunda kimse savaşmayı bilmiyordu. Ordusunda kimse şimdiye kadar odun bile savurmamıştı. Ancak bunların hiçbir önemi yoktu. Bu savaşı kazanacaklardı.
Onlar yanlarına bazı siyahlı askerleri alıp yürüyorlardı. Diğerleri ise arkalarından onları takip ediyordu. Bütün bir şehir onların özgürlük nidalarıyla yankılanıyordu. Lucian bu esnada onları takip eden kalabalığa bakıyor ve gurur duyuyordu. Bir diğer taraftan da onları hiçbir şeyin durduramayacağını düşünüyordu.

Elbette her an bir çok şey ters gidebilirdi. Zihin kontrol büyüsünün etkisi geri gelebilirdi ve bir anda erafları binlerce siyahlı adamla çevrili olabilirdi. Bir diğer taraftan daha büyük bir orduyla karşılaşabilirdi veya onlardan daha güçlü bir güç ile. Ancak bu düşüncelerin hiçbiri içindeki duyguları bastıramıyordu. Etrafında yankılanan ses gittikçe yükseliyordu. Arkasındaki insanların çoğunun elinde bir sopa vardı. Arkasındakilerin neredeyse tamamı dövüşmeyi bilmiyordu. İşin güzel tarafı ise karşılarındaki siyahlı askerlerin de dövüşmeyi bilmemeleriydi. Evet büyük ihtimalle savaşı kazanırlardı ama içindeki bu garip duygunun sebebi neydi onun. Savaşın heyecanını damarlarında hissetmesi gerekirken neden bir anda bir sürü soru gelmişti beynine ve bu sorular neden Melvenia ile kısa bir bakışmanın ve onun küçük bir gülümsemesini gördükten sonra gelmişti. Sahi neden bu kadar güzel gülümsüyordu ve neden o hiçbir şey hissetmiyordu?

Şehrin merkezindeki yüksek, bulutların üzerindeki binaya yaklaştıkları sırada karşılarında siyahlı askerleri gördüler. Hepsi silahlarını ellerine almıştı ve saldırmak için hazır bekliyorlardı.

“Canınızı yakmak istemiyoruz. İzin verin geçelim”

Lucian cümlesini bitirdiği anda siyahlı askerler ileriye doğru atıldı. Onların sayıları daha azdı ama onların silahları vardı. En azından onlar silah tutmayı biliyor olmalıydılar. Lucian ona doğru gelen bir kılıç hamlesinden yana çekilerek kurtuldu ve sol elindeki hançeri siyahlı askerin göğsüne sapladı. Bu esnada kılıcıyla hemen yanındaki başka bir siyahlı askere hamle yaptı ve kılıcı hiçbir engelle karşılaşmadan midesinin sol tarafını boydan boya yardı.

“Etraflarını çevirin!”

Lucian’ın yüksek sesle söylediği emir cümlesi sonunda siyahlı adamların karşısında hilal şeklinde durmaya başladılar.

Bu savaştan en çok keyif alan her zamanki gibi Galdor’du. İlk olarak baltasının arka tarafını siyahlı adamlardan birisinin kafasına indirdi. Kemiklerin kırılma sesleri duyulduğu sırada baltasını iki eliyle tutup başka bir siyahlı askerin kafasını vücudundan ayırdı. “Bunlar çok kolay, zorlamıyorlar bile.”

“Senin için hepsi çok kolay. Bak senin için bir fırsat belki en çok sayıyı sen yaparasın.”

“Onun hiç sansı yok.” Melvenia yine görünmez olmuştu sanki. Bir an için uzaklarda görünmüş ve cümlesini söyleyip tekrardan kaybolmuştu. Hançerlerindeki kan ve bulunduğu yerde eksilen siyahlı asker kafalarının sayısı onun için işlerin nasıl gittiğini gösteriyordu.

“Bu kızdan nefret ediyorum ben. Görmediklerimi saymam ben.”

Hiçbir zorlukla karşılaşmadan savaşmaya devam ettiler. Köylüler boşta kalan silahları alıyor ve savaşmaya başlıyordu. Bu sayede hem sayıları hemde güçleri giderek artıyordu. Savaş fazla uzun sürmeyecekti. Aslında gereksiz bir savaştı. Karşılarında gerçek bir rakip göremedikleri için bu şekilde düşünüyorlardı. “Bunlar kılıç sallamayı bile bilmiyor.”

Kısa bir süre sonra karşılarındaki siyahlı askerler silahlarını yere bırakıp dizlerinin üzerine çöktüler.

“Daha fazla zarar vermeyin onlara. Siz gidin hepsinin ellerini bağlayın.”

Tam bu esnada siyahlı askerlerden birisi Lucian’ın gözlerinin içine baktı ve “Seninle konuşacağımız çok şey var. Şimdi izninizle onu biraz sizden alıyorum.”

Lucian bir an sonra kırmızı koltuklarla döşenmiş geniş bir odada buldu kendini. Karşısında siyah cübbe giyen birisi duruyordu. Sol elinde tuttuğu asası onun büyücü olduğunu gösteriyordu. Altın sarısı göz rengi ve soluk beyaz rengindeki teni ise gücünü gösteriyordu.

“Hoş geldin!”
“Gördüğüm kadarıyla bayağı bir sorun çıkarttınız bana. Oysa ne güzel mutlu mesut yaşıyorduk burada. Sonra siz geldiniz ve şu hale bir bak, onca zaman uğraştığım düzeni paramparça ettiniz.”

“Burada kimse mutlu değil sen neden bahsediyorsun. İnsanları kukla gibi kullanıyorsun.”

“Gerçekten dışarıdan bakınca öyle mi görünüyor. İşte buna çok üzülürüm. Burada ben sorunsuz bir düzen kurdum. Hiçbir suç işlenmez burada ne bir hırsızlık ne de bir cinayet. Herkes mutludur bu şekilde.”

“Yalan söylüyorsun sen. Baskı altında bir mutluluk olmaz. Köleler mutlu olamaz.”

“Bak sen buraya ait değilsin, nereden geldiğini de inan bilmiyorum ama üzerinde buraya ait olmayan bir büyü var ve bu arkadaşlarında da var. Bahsettiğin şeyler cümle içinde ne kadar güzel dursa da burada bunların hiçbirisi yok.”

“Boşuna yalan söyleme, herşeyi biliyoruz biz ve bu düzenin son bulması gerekiyor.”

“Bak kalbimi çok kırıyorsun sen. Sence ben kötü birisine mi benziyorum? Ölü olabilirim, 3000 yaşında da olabilirim. İstersem buradaki herkesi anında öldürebilirim sen ve arkadaşların dahil ama yapmıyorum. Neden böyle bir şey yapmadığımı merak ediyor olabilirsin hele yaşamın buna bağlıyken bence merak etmelisin, çünkü ben kötü birisi değilim.”

“Beni neden buraya getirdin?”

“Ne kadar da acelecisin sen böyle tabi bana göre çok gençsin. Senin yaşlarında bende aynı senin gibiydim. Konuşmak için getirdim seni buraya. Karşılıklı sohbet edelim istedim ve anlaşmanın bir yolunu bulmak istedim.”

“Neden seninle anlaşmak isteyelim ki. Aşağıda binlercesi var senin evini ele geçirmemize ramak kaldı. Bence bu noktada canından endişe etmesi gereken sensin.”

“Çok heyecanlısın sen aynı ölçüde de aptalsın. 3000 yaşında olduğumu hesaba katarsak eğer kimin dediklerini ne kadar yapabileceğini anlarsın. İstersen birkaç arkadaşın üzerinde neler yapabileceğimi göstereyim.”

“Beni tehdit etme inan bana bu yapacağın en büyük hata olur. Bizim de ne yapabileceğimizi bilmiyorsun sen.”

“Tehdit olarak algılama lütfen. Dostane bir uyarıydı sadece. Lafı fazla uzatmak istemiyorum. Yaptığınız saldırıyı durdurmanızı istiyorum sonra askerlerime her ne yaptıysanız onu sonlandırmanızı ve buradan gitmenizi. Tabi bunun karşılığında size buraya gelme sebebinizi vereceğim yani bir kitabı. Size bir uyarı yapmak isterim dostane bir uyarı elbette, o kitaplara çok dikkat edin muazzam bir büyü gücü var onlarda. Ufacık bir parçasını bile alırsam beni paramparça yapacaktır. Sadece dikkat edin bir dost tavsiyesi elbette.”

“Tavsiye için teşekkür ederim ve güzel bir teklifin olduğunu da söylemek istiyorum ama buradaki insanları sana bırakmak düşünmem gereken bir durum. Sebebini bilmiyorum ama bizi öldürmeyeceğinin farkındayım. Eğer yapabilseydin şu anda tek bir parçamız bile kalmazdı. O zaman burada kararı verecek olan bizleriz ya seni öldüreceğiz ya da öldürmeyeceğiz. Şöyle yapalım bence sen bize kitabı ver biz de seni acısız bir şekilde öldürelim.”

“Beni güldürüyorsun çocuk. Bak ne kadar da güzel konuşuyoruz. Mesela şu anda senin kemiklerini parçalamayı çok fazla istiyorum ama bunu yapmıyorum. 3000 yıl kadar önce ölen ve geri gelen daha sonra tekrar ve tekrar ölüp yine geri gelen birisini öldürmekle tehdit etmen ne kadar komik. Bu yüzden gülmeliyim ben. Şunu da söylemem gerekiyor sanırım eğer beni öldürürseniz kitabı hiçbir zaman bulamayacaksınız. Onu çok güzel bir yere sakladım ve bulma imkanınız bile yok.”

“O zaman birimizin geri adım atması gerekecek. Evet gerçekten çok keyifliymiş konuşmamız aynı birbirini öldürmek isteyen iki dost gibi. Dost bu anlama gelmiyordu sanki.”

“3000 yıldan sonra bile hala öğrenmek mümkünmüş bu gün bunu kanıtladın bana teşekkür ederim. Şöyle bir şey yapabilirim ama bak kitabı arkadaşına veririm ve sana da bu kılıcı veririm. Yakın gelecekte senin işine çok yarayacak. Tabi eski sevgiline de bu kılıcı vereceğim. İkinizi de gelecekte kurtarmış olurum böylece evet ikinizde öleceksiniz.”

“Sen! Nereden biliyorsun?”

“Onun sana bakışından belli ve senin ona bakmayışından. Unutma ben 3000 yaşındayım.”

“Dediğin gibi bay 3000 yaşında olan bir anlaşma yapmamız gerekiyor ve kazamayacağımız bir savaşa girmek istemeyiz. Kabul ediyoruz şartlarını.”

“O zaman şu hançeri ve kılıcı al. Sonra ben kitabı arkadaşına göndereceğim ve seni de onların yanına. Sonrasını biliyorsun zaten. Şimdilik hoşçakalın ve bir daha sakın karşıma çıkma, sakın ama sakın bu hatayı yapma!”

Bir an kadar sonra Lucian kendini arkadaşlarının yanında buldu. Hançer ve kılıcı ellerinde tutuyordu. İlk fark ettiği şey ise Aranhil’in elinde tuttuğu kitaptı. “Aranhil eline bak!”

Aranhil aşağıya doğru baktığı sırada sağ elinde duran kitabı fark etti. Kitabın üzerinde adı yazıyordu ve bir an kadar sonra kendilerini karavanda buldular. Aranhil yanlarında yoktu.
“Aranhil nereye gitti?”

“Nereye gittiğini biliyorsun be Galdor.”

“Gidişler böyle olmamalı. En azından önceden haber verilmeli. Ben hazır değilim onun gitmesine. Neden o gitti ki?”

“Hep böyle olmaz mı ayrılıklar. Bir anda giderler. Sen habersiz, sen çaresiz beklersin.”

“Ben kabul etmiyorum bunu. Şu hale bak, herkes teker teker gidiyor. Gün gelecek siz de gideceksiniz. Biz mutluyduk ya ne gerek vardı ki bu yolculuğa.”

“Evet zor ama buna mecburuz be Galdor. Onların daha iyi olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu yolculuğun zor olacağını biliyorduk hepimiz. Ancak hayallerimize kavuşacağımız gün için devam etmeliyiz.”

“İyi güzel konuşuyorsun da Lucian böyle olmuyor be. Bir yanım eksik gibi sanki. Onlar arkadaşlarımdı benim, hayatım onlarla geçti, hayatım sizinle geçti. Alışmak ne kadar saçma bir kelime şimdi.”

“Alışma Galdor, alışmak zorunda değilsin. Herkes bir gün gidiyor, sırası gelen gidiyor, sırayı kimin belirlediği de belli değil. Hepimiz için olması gereken bu belki de. Bazılarını arkada bırakmadan mutlu olamıyor insan.”

“O iş öyle değil ama Galdor haklı, herkes haklı sadece bir an daha olsun istiyor insan. O anların hiçbitmemesini de istiyor, her şey bitiyor ama. Belki bir gün tekrar onu görürüm diyorsun sonra.”

“Melvenia böyle söyleme lütfen. Ben Aranhili bulacağım bir gün, hepinizi tekrar bulacağım. Benden o kadar kolay kurtulamazsınız siz.”

“Gözlerin doldu Galdor yapma bunu. Birazdan seni hüngür hüngür ağlarken göreceğim ya bunu yedi düvele anlatırız biliyorsun.”

“Öyle deme Galdor çok sık olmasa da ağlar biliyorsunuz. Hatırlıyor musunuz bundan yıllar önce aşık olmuştu o, sonra kız tabi bunu terk etti. Neymiş efendim Galdor savaşa gidince onu bekleyemezmiş. Tabi Galdor aradan zaman geçince geri geldi kız evlenmiş tabi. O zaman ne ağlamıştın be.”

“O ayrı bir konu Naserious tamamen farklı. Zaten ona aşık olmamıştım ben. Hem aşk dediğin şey beklemek değil midir. Beni beklemeyen birisini ben neden seveyim ki. Ayrıca ağlamamıştım yalan söylemeyin.

“Bırak be Galdor, yanındaydık senin hayır kendi gözlerimle görmesem inanırdım sana da. Doğru senin yaptığın ağlamak değildi daha üstün bir şeydi. Gözlerinden yaşlar süzülürken sen yüksek sesle hömkürüyordun. Nefes almak yerine içiyordun mesela. O gece ne zorlanmıştık seni sakinleştirmek için.”

“Siz benimle uğraşacağınıza kendinize bakın. Sen Lucian, Melvenia gidince yıllarca ağladın. Savaşırken bile ağlıyordun sen. Uyurken bile ağlıyordun hep uzaklara bakıp gelmesini bekliyordun.”

Galdor cümlesini bitirmeden yaptığı hatayı fark etti. Melvenia hemen yanındaydı ve Lucian tam karşısındaydı. Bazen söyleyeceği cümlelere dikkat edemezdi o aklına ilk gelen şeyi söylerdi. Melvenia onun sözleri üzerine yere bakmaya başlamıştı. Lucian ise boş gözlerle etrafa bakıyordu.

“Evet Galdor ama bazen gitmek gerekiyor. Gitmek istemesen bile gidiyorsun, mecbursun sanki. Her gidiş bir dönüştür aslında, her gidiş bir kavuşmadır. Evet gittim, evet mecburdum, evet yaptıklarımın cezasını bir ömür boyunca çekeceğim belki de. Ağla be, hepimiz ağlayalım sel bassın bu gezegeni. Giden unutmaz ama, giden hep hatırlar. Ayrılıklar kolay olmaz Galdor ama bazı şeylerin düzelmesi için önce parçalanması gerekir. Onun da garantisi yok zaten. Hayat ayrılıkların toplamı boşver.”

Melvenia cümlesini bitirdiği zaman derin bir sessizlik oldu. Herkes bir süre sadece birbirlerine baktı. Daha sonra konuşan tekrar Galdor oldu “Kaldık biz bize. Acaba kimin gideceğini kim belirliyor?”

“İşte onu kimse bilmiyor. Ben olsam mesela ilk seni gönderirdim, şu haline bak ağlak bir Galdor hiç işe yaramaz.”

“Niye tek tek gidiyoruz ki tek seferde bitseydi bu iş. Daha kolay olurdu.”

“Bence uyuyalım şimdi. Yarın yeni bir gün ve yeni bir macera olacak. Bakalım ne getirecek yeni gün.”

Herkes tekrardan gülmeye başlamıştı. Melvenia Galdor’a sarılmıştı ve hepsi birbirine iyi geceler diyerek odalarına gittiler. Bir gün daha gelecekti ve başka birisi de gidecekti.















4. Bölüm
“Neredeyim ben şimdi?” Lucian etrafındaki beyaz boşluğa bakarken kendine defalarca kez soru buydu. “Nereye geldim? Ben kimim? Buraya nasıl geldim? Neden buradayım? Herkes nerede? Herkes kim?” gibi sorular ilk sorusuna eşlik ediyordu. Cevapları bulamaması onun soru sormasının önünde bir engel değildi. Aynı soruyu defalarca kez sorarsa cevabı bulabileceğini düşünüyordu ancak farklı bir soru sormak aklına bile gelmiyordu.

Lucian etrafında uzanan sonsuz beyazlığa doğru bakıyordu. Sonsuz beyazlığın içinde bir fark olup olmadığını anlayabilmek için etrafında birkaç tur döndü. Bir fark olup olmadığını görebilmek için önce yavaş, daha sonra hızlı döndü, daha sonra önce hızlı sonra yavaş döndü, hiçbir şey değişmeyince hem yavaş hem hızlı döndü daha sonra ise hem hızlı hem yavaş döndü. Ancak hiçbir şey değişmiyordu beyaz bir sonsuzlukta cevapsız sorularla bekliyordu.

“Zaten tüm sorular cevapsızdır” dedi kendisine.

“Hayır, tüm cevaplar sorusuzdur.” diye cevap verdi kendisi kendine.

“Hayır, soruyu sormak ve cevabı bulmak birbirinden bağımsızdır.”

“Zaten soruyu soran cevabı bulamaz. Cevabı bulan da soruyu sormaz.”

“Eğer öyleyse ben ne soruyu ne de cevabını buluyorum. Yanlış soruya doğru cevap olmaz, doğru soruya da yanlış cevap. O halde sorular yoktur, cevaplar da yoktur. Neden sorular sorar cevaplar ararız ki biz?” dedi Lucian diğer kendilerine.

“Çünkü hayatı sorular sorup cevaplar bulmak sanırız.”

“Çünkü soruları ve cevapları hiçbir zaman anlamayız.”

“Çünkü soruların ve cevapların ikiz kardeş olduğunu bilmeyiz.”

“Cevaplar olursa acımız azalır sanırız ama yanılırız.”

“En çok da cevaplar acıtır zaten canımızı.”

“Çünkü cevapsız sorular veya sorusuz cevaplar aynıdır ve hepsi yakar şimdi canımızı.”

Lucian yüksek sesli bir karmaşanın tam ortasında kalmıştı. Sesler o kadar şiddetliydi ki elleriyle kulaklarını kapatarak onları susturmak istiyordu ancak sesler dışarıdan gelmiyordu. Bir süre sonra “Yeter! Susun! Kendimi duyamıyorum” diye bağırdı ve tüm sesler bir anda sustu.

“Aslında haklı diğer benler. Soru veya cevap önemli değil ki zaten her cevap yeni bir soruyu beraberinde getirir. Her soru ise bir cevabı. İkisini de bırakmalıyım. Kim olduğum da önemli değil ben benim sonuçta. Nerede olduğum da önemli değil çünkü olduğum yerdeyim. Soruları ve cevapları bir kenara bırakmam lazım. İlk olarak kim olduğumu bulmam gerekiyor.”

Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafında kelimeler dolaşmaya başladı. Karışık bir şekilde uçan kelimelere bakıyor ve onları sıraya koymaya çalışıyordu. Etrafında o kadar fazla kelime vardı ki onları sıraya dizmek oldukça zordu.

“Sen Lucian, sen yalnız, sen yıkılmış, sen terkedilmiş, sen kimse.”

“Sen mutsuz, sen kırılmış, sen yalancı, sen inançsız, sen küskün, sen ölü.”

“Ben ölü olamam sanırım. Ölümden sonra hayat böyle bir yer sanırım. Ölü değilim ben. Ölüler gibi hiçbir şeyim yok ama bir adım var. Evet Lucian’ım ben. Şimdi sırada nerede olduğumu anlamam gerekiyor.”

“Sen yokluk, sen hiçbir yer, sen yanlış, sen ölü, sen kayıp.”

“Evet, kayıbım ben. Demek ki önce kendimi bulmam gerekiyor. Hiçbir şey anlamıyorum ama anlamadığım şeyler hakkında bir fikrim var. Sanırım burasının nasıl çalıştığını anlıyorum. Kendimi bulmak istiyorum.”

“Sen bulmak, sen yalan, sen sahte, sen yapmak, sen döşemek, sen yalnız, ”

Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafında dolaşan kelimeler birleşmeye ve birleşen kelimeler siyah lekeler oluşturmaya başladı. Daha sonra lekelerde birleşmeye başladı ve kısa bir an sonra etrafı siyah bir sonsuzlukla çevrildi. Siyah sonsuzluk beyaz sonsuzluktan daha kötüydü. Aslında ikisinin arasında bir fark yoktu. İkisinde de hiçbir şey göremiyordu.

İki elini havaya kaldırıp alnının karşısında çapraz bir biçimde birleştirdi. Daha sonra yumruklarını sıkıp iki kolunu aşaüıya doğru savurdu ve parmaklarının ucundan farklı renkteki mürekkepler etrafa saçıldı. Kollarını her hareket ettirdiği zaman farklı renkteki mürekkepler farklı yerlere gidiyordu. Gökyüzünden bir parça, çimenlerden bir parça, evlerden birkaç parça, bir parça bulut, bir parça çiçek. Her hareketinden sonra etrafındaki görüntü tamamlanıyordu.

En sonunda çığlık atarak kollarını tekrardan birleştirdi ve iki yana doğru açtı. Artık nerede olduğunu biliyordu. “Ben burada yaşadım” dedi kendine.
...
Herkes yatağından kalkıp odalarında dolanıyordu aslında. Onlar için sıradanlaşan anlardan birisindeydiler. Galdor silahlarını kuşanırken Melvenia ise saçlarını tarıyordu. Naserious gözlerini kapatıp düşüncelerini odaklamaya çalışıyordu. Herkes kahvaltı öncesinde hazırlıklarını yapmakla mesguldü.

Hazırlıklarını bitirdikten sonra kahvaltılarını yapmak için içeriye geçmeye başladılar. Galdor ise herkesi uyandırmak istercesine bağırıyordu “Uyanın tembeller. Kime diyorum ben.”

Etraflarını çevreleyen karanlık bir andan daha kısa sürmüştü. Geçen bir anın sonunda kendilerini yeşil çimlerin üstünde buldular. Koyu mavi bir gökyüzü vardı ve bordo renkli yaprakları olan ağaçlar vardı. Nerede oldukları düşündükleri ve etrafa baktıkları sırada Galdor’un kesik çığlığı ile bakışlarını farklı bir yere yönlendirdiler “Lucian!!”

Galdor yerde yatan Lucian’ı gören ilk kişi olmuştu. Onu yerde hareketsiz bir şekilde yatarken görmek bir korku dalgasının bedenini ele geçirmesini sağlamıştı. Lucian’a doğru hızlı bir adım atıp eğildiği sırada arkadaşları onu takip ederek Lucian’ın yanına geldi. “Lucian, iyi misin?”

Lucian’dan cevap gelmediği zaman Naserious ve Melvenia’da Lucian’ın yanına gelmişti. Melvenia “Uyumanın sırası değil Luci.” dediği sırada Galdor onu uyandırmak için yanaklarına tokak atmaya başlamıştı. Ancak tokatların şiddeti artsa da Lucian hareket etmiyordu.

“Biraz sakin Galdor” Naserious ilk önce elini Lucian’ın bileğine koyarak nabzını öğrenmek istedi ve onun yaşadığını anladı. “Lucian yaşıyor ama neden uyanmıyor bunu öğrenmemiz lazım. Ayrıca nerede olduğumuzu bilen birisi var mı?  Çok garip şeyler oluyor.”

“Hiçbir fikrim yok. Daha önce böyle bir yeri hiç görmedim ben. Sanırım kimse bilmiyordur.”

Nerede olduğumuzu öğrenmemiz lazım o halde bu esnada Lucian’ı uyandırmamız gerekiyor. Burası normal bir yer değil, garip şeyler oluyor. Etrafın değiştiğini fark ettiniz mi?”

“Bende fark ettim ama anlamaya çalışıyordum. Önce ağaç yapraklarının rengi değişti sonra küçük tepecikler ortaya çıktı.”

Etrafı inceledikleri sırada arkalarından gelen bir ses ile irkildiler “Hoş geldiniz. Sanırım sizde kayboldunuz.”

“Biz de ne demek? Sen kimsin..”

“Bunlar yanlış sorular. Böyle devam ederseniz cevabı öğrenemezsiniz?”

“Arkadaşımın aceleciliği için özür dilerim. İlk olarak nerede olduğumuzu öğrenmek istiyoruz ve arkadaşımıza ne olduğunu.”

“Bundan sonra hep sen konuş. Siz hiçbir yerdesiniz, burasının neresi olduğunu bende bilmiyorum. Arkadaşınız yaşıyor, ancak yanınıza gelemez. Onun yolculuğu çok farklı bir yerde.”

“Başka sorularım da var ama onları geçiyorum şu anda senin kim olduğunu öğrenmek istiyorum.”

“Kim olduğumu bilmiyorum aslında sahi ben kimdim ki kim olduğumun hiçbir önemi yok. Burada durup beklerim ki ne kadar beklediğimi de bilmiyorum, niye beklediğimi de bilmiyorum zaten bunların da önemi yok. Buraya gelenleri yapmaları gerekenleri anlatıyorum. Ben anlatıcıyım sanırım veya cevaplayıcı.”

“Ne yapmamız gerekiyor peki?”

“Kaçmanız gerek. Tabi böyle söyleyince olmadı bana bakan boş gözlerden anlamadığınızı görüyorum. Sen sakallı olan biraz sakinleş ve yumruğunu gevşet, sen kızıl hançerini yerine koy. Zaten bu şekilde hiçbir şey öğrenemezsiniz.”

Adam sağ elini havaya kaldırdı ve bir anda etraf yine değişti. Yüksek kayaların ortasında buldular kendilerini. Yol ileriye doğru uzanıyordu. Kayaların yüksekliği ise gördükleri en uzun ağaçtan daha yüksekti. “Şimdi daha güzel oldu. Oyunun kurallarını söylüyorum size, burada çok güçlü bir yaratık ve onu normalde öldüre imkanınız yok. Eğer kutsal silahın parçalarını bulabilirseniz onu öldürebilirsiniz tabi bu biraz zor olabilir sizin için. Eğer yaratığı öldürmezseniz o sizi öldürecek. Tabi silahı da uyuyan arkadaşınız kullanmak zorunda. Çok güzel bir oyun oldu böyle tabi kazanırsanız size bir ödül vermem gerekiyor. Eğer kazanırsanız istediğiniz bir şeyi size vereceğim.”

“Onu nasıl uyandıracağız?”

“Sizin yapacağını hiçbir şey yok o yolculuğunu tamamlamak zorunda. Eğer tamamlamazsa hepiniz ölürsünüz tabi silahın parçalarını bulamazsanız da ölürsünüz.”

“Bir şey sormak istiyorum. Manyak mısın? İki şey oldu kusura bakma ama bu oyunu kazanan hiç oldu mu”

“Normal olduğum söylenemez ve şimdiye kadar bu oyunu kazanan olmadı. Ben çok konuştum. Dediğim gibi sizin kaçmanız gerekiyor ve benim gitmem gerekiyor. Eğer yaratığı öldürürseniz tekrar görüşürüz.”

Gizemli adam konuşmasını bitirdiği zaman ortadan kayboldu ve kısa bir süreliğine sessizlik oldu “Ne dedi bu salak?”

“Söylediklerini hepimiz duyduk Lucian bu haldeyken kaçmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor.”

“Onu ben sırtımda taşırım sorun olmaz. Beni ortanıza alın ve ilerleyelim.”

Galdor Lucian’ı sırtına aldıktan sonra hep beraber ilerlemeye başladılar. Nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı sadece ileriden gelen yüksek sesleri durabiliyorlardı. Yaratık ileride olmalıydı.
...
"Ben kimim? Neden hiçbir şey yok şimdi? Neden kocaman bir hiçlik yüreğim? Neden içimdeki boşluk ve neden boş şimdi herşey?

Mesela sen beni görebiliyor musun? Beni duyabiliyor musun? Hey sen oradaki bana baktığını biliyorum. Hiçbir şey yapmadan beni seyrediyorsun, belki acım sana mutluluk veriyordur bilmiyorum. Yanıma gelsene, bak hiçbir şeyim yok benim. Baksana burası boş, bomboş. Yanıma gelsene, bir iken iki oluruz burada. Çoğalırız, artarız, sen de tek başına değil misin? 

Veya boşver sen beni! Acımdan keyif alıyorsan al ne olacak ki? Zaten gerçek bile değilsin. Ben boşlukla konuşuyorum sen hiç gerçek olmadın ki, sen yoksun, büyük ihtimalle bende yokum boşver bunları. Yanıma gelsen ne güzel olurdu değil mi? Yaralarımıza bandaj yapardık veya istediğin kadar yeni yara açabilirdin bende. Tek başına olmak çok zor, dayanamıyorsun, halime bak delirmek üzereyim. Sanki içi boş bir kitabım ben ve birisi beni okuyor. Bende kitabın içinden okuyucuya seslenmeye çalışıyorum. Delirdim ben evet kusura bakma birisi, senin var olduğunu düşünmek iyi geliyor ama kendimi daha fazla kandıramam ben. Keşke gerçek olsaydın ama daha güzel olurdu. Yanıma gelsene benim, lütfen gel."

"Kabul ediyorum iyice delirdim ben. Kendimi bulmalıyım, neden kimse yok? Benim evim burada olmalı. Tanıdıklarım, arkadaşlarım, dostlarım, düşmanlarım, hepsi burada olmalı ancak etrafımda hiçbir şey yok. Siyah beyaz evler var, burada yaşamış olamam. Ben nerede yaşadım peki, yaşadığım yerden bana dair izler silinmiş gibi. Ben nerede yaşadım ki? Benim evim hangisi? En çok hangi ağacın altında ağladım mesela? En çok hangi suyla yıkadım birikmiş yaşlarımı?"

"Hiçbir şeyi bulamıyorum ben? Hiç bir şeyi anlayamıyorum. Kelimeler hep kaçıyor şimdi benden. Sanki hatırlarsam herşey bitecekmiş gibi ve ben kendimi koruyorum ama kendimi kendimden koruyamam böyle giderse kendimi tüketeceğim. Eğer kim olduğumu bulamazsam hiçbir anlamı kalmayacak. Etrafta mutlaka bana dair anılar olmalı, mutlaka burada bir yerde yaşamış olmalıyım ben. Mesela şu bahçede çiçekler olmalı ve ben onları koparım birisine vermeliyim. Şu evlerden birisinde arkadaşlarım olmalı. Önce insanları bulmalıyım, yalnızlığım şimdi çok saçma. Gecelerin bir çıkışı olmalı, güneş doğmalı mesela, insanlar olmalı, tek başıma olmaz, tek başıma yapamam, yalnızlık olmaz, yalnız yapamam, yalnızlık böyle bir şey değil, ben böyle birisi değilim, etrafımda kimse yoksa ne anlamı olur yalnız kalmamın, insan yaşayamaz ki, insanlar olmalı, insanlar olmalı, ben yapamam."

Lucian kendi kendine yüksek sesle konuştuğu sırada sokaklarda insanlar yürümeye başladı. Hepsi farklı yönlere doğru ilerliyordu, kimisi hızlı kimisi yavaş adımlarla. Bazıları daha uzun bazıları daha kısaydı, bazıları daha kilolu bazıları daha zayıftı, çocuklar vardı mesela ve yetişkinler. İşin garip tarafı kimsenin yüzü yoktu, hiçbirini tanımıyordu onların ve hiçbiri onu görmüyordu.

"Niye herşey bu kadar saçma şimdi. İnsanlar var ama onları tanımıyorum. İnsanlar var tamamen yabancılar bana. Ben buraya yabancıyım. Etrafımda dolanan insanlarla paylaştıklarım olmalı, kimiyle bir parça ekmek paylaşmalıyım, kimiyle de güzel bir sohbet. Arkadaşlarım olmalı mesela yoksa ben olamam. Beni ben yapanları bulmalıyım, renkleri bulmalıyım mesela, kırmızıyı, maviyi, yeşili sonra. Siyahı da bulmalıyım, geceyi de bulmalıyım, güneş, güneşi de bulmalıyım. Bir yağmur bulmalıyım mesela, kırmızı bir gül bulmalıyım, kendimi bulmalıyım ve beni ben yapanları bulmalıyım."

"Kelimeleri bulmalıyım ben, heceleri bulmalıyım, cümleler olmalı mesela, arkadaşlarım olmalı, dostlarım düşmanlarım hepsi olmalı, hatırlamalıyım onları. Hayata yazdığım cümlelerim olmalı benim, belki romanlarım, şiirlerim, bilmiyorum, kendimi tanıyor olmalıyım artık, insanların yüzü olmalı, başlangıçlar ve bitişler, yalnızlık, arkadaşlar..."

"Kafayı yemek üzereyim. Nefes almalıyım, gözlerimi kapatmalıyım, sakin olmalıyım yoksa dayanamayacağım. Bir çıkış olması lazım, kendimi tanımadan kendimden kaçmaya çalışıyorum. Sonsuza kadar kaybolmak istiyorum galiba, kaybolmak ne kadar saçma şimdi. İnsan kaybolmadan bulunamaz veya bulunamadan kaybolamaz. Ben kayıp oldum o zaman ve ben kendimi bulamıyorum. Aramam lazım, renkler lazım, sesler, lazım, kelimeler lazım bana. Beni ben yapan aslında başkaları hep, iyi veya kötü onların bir eseriyim ben, doğru veya yanlış, onları bulmalıyım ben yoksa kendimi bulamam."

Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafındaki yüzsüz insanların yüzü belirdi. Onların kim olduğunu bilmiyordu ama en azından onları tanıdığını biliyordu. Evinin yerini buldu daha sonra arkadaşlarıyla oturduğu yerleri gördü. Arkadaşları kimdi onun, onları bulması gerekiyor başka türlü kendini bulamazdı. Biraz daha ilerledikten sonra bir evin yanından geçiyordu ve "Burası arkadaşımın evi" diye bağırdı ve o eve doğru ilerlemeye başladı.
...
“Bir ara Galdor seni kimsenin dövemeyeceğini düşünüyordum.”

“Dalga geç tabi sen ben olmasaydım o şey hepinizi öldürecekti.

“Şimdi doğru söylüyor o şeyin yumruğuna kafa atmasaydı sonumuz kötü olacaktı. Sen iyi misin Galdor?”

“Başım dönüyor biraz. Sanırım hiçbir kemiğim kırılmadı, galiba yaşıyorum ben ya.”

Galdor yerde Lucian’nın yanında oturmuş hızlı bir şekilde nefes alıp veriyordu. Herkes korkuyla birbirlerine bakıyor ve ne ile karşı karşıya kaldıklarını merak ediyordu. Daha önce hiçbiri böyle bir düşman ile karşılaşmamıştı. Bu nedenle hiçbiri onu nasıl yeneceğini bilmiyordu. Bu bilinmezlik ise onları en çok düşündüren şeydi.

“Bu lanet mağaraya girmek kimin fikri ise buradan sağ kurtulursak onu çok fena benzeteceğim. Bu arada ne ile karşılaşıyoruz biz?”

“Onu bilmiyoruz işte Galdor bilsek bir şansımız olabilirdi belki. Şu anda tek şansımız kaçmak ve silah parçalarını bulmak.”

“Bunların hepsi Lucian’ın suçu. Biz ölümle yüzleşirken bey efendi orada uyuyor. Diyorum size önce onu bir temiz döveyim diye izin vermiyorsunuz.”

“Lucian’a ne olduğu şu an önemli değil çünkü yaşamamız gerekiyor bizim. Onunla daha sonra ilgileneceğiz.”

“Bence o şey bizimle oyun oynuyor. Hepimizi bir anda öldürebilecekken biraz dövüp bırakıyor. Herhalde canı çok sıkılmış.”

“İlk gördüğüm zaman onun hayalet olduğunu düşündüm. Ancak sanki iki dünya arasında anlık olarak geçebiliyor. Bu yüzden silahlarımız onun içinden geçerken o bize vurabiliyor.”

“Haklısın Derian ama şu anda tek yapmamız gereken şey o silah parçalarını bulmamız. Hadi Galdor Lucian’ı sırtına al yine. Birazdan yine saldırıya uğrayabiliriz.”

Galdor Lucian’ı tekrardan sırtına aldığı sırada en önde Naserious ve diğerleri ikisini aralarına alacak şekilde ilerlemeye başladılar. Eğer Lucian o şekilde olmasaydı koşabilirlerdi ancak Galdor’u arkada bırakmak istemiyorlardu. Elbette o günün de bir çıkışı olmalıydı ancak ne yapmaları gerektiğine dair hiçbir fikirleri yoktu.

“Sanki birileri sonu ölümümüz olan bir oyun oynuyor.”

“Daha kimse ölmedi Kylana ve kimseyi öldürmek gibi bir niyetimiz yok. Keşke sızlanmak yerine biraz inansaydın.”

“Kime inanmamız bekliyorsunuz acaba. Lucian’a ne olduğunu bilen kimse yok, neden dayak yediğimizi bilen kimse yok, bizi neden öldürmediğini bilen kimse yok. Neye inanmamı istiyorsan söyle Naserious bende ona inanayım ama söyleyemezsin bilirim.”

“Tamam Kylana şu anda kavga etmemizin hiçbirimize faydası yok. Kavga etmek ne bizi kurtarak ne de o şeyi öldürecek ama belki bizi öldürebilir. Şu anda birlikte hareket etmekten başka çaremiz yok. Buradan kurtulunca isterseniz birbirinizi dövün, ağzını burnunu kırın ama şu anda sakin kalmamız gerekiyor.

“Teşekkür ederim Melvenia. Şimdi ilerleyelim başka bir itiraz yoksa.”

Toprağın altındaki Labirentte ilerlemeye devam ediyorlardı. Sanki toprağın altına bir şehir inşa etmişlerdi. Yollar sık sık farklı yönlere doğru ilerliyor, farklı yönlere doğru ilerleyen yollar başka bir yerde tekrar birleşiyordu. Nerede olduklarını gösteren hiçbir işaret olmadan ilerliyorlardı.

“Bu arada o şey duvarlardan geçemiyor yoksa Naserious yaptığı o duvardan geçip hepimizi yerdi.”

“Tabi ilk Galdor’u yerdi en büyük hacme sahip o sonuçta.”

“Seni de yemezdi Kylana, tadın çok kötüdür senin.”

“Eğer bu kadar meraklıysan tadıma bakmana izin verebilirim biraz. Sonra vazgeçemezsin ama.” Kaylana cümlesinin sonunda dudaklarını Galdor’a doğru uzattı.

“Siz dalga geçin. Seni öpeceğime gider şu garip yaratığı öperim daha iyi.

Tekrardan herkes neşelenmişti ancak bir diğer taraftan içinde bulundukları durumun korkunçluğu etrafa düşünceli bir şekilde bakmalarını sağlıyordu. Aşağıya doğru inen toprak bir merdiven gördüklerinde tek düşündükleri şey buydu.
...
Lucian yüzlerini görebildiği insanların arasında arkadaşının evine doğru koşmaya çalışıyordu. Daha doğrusu hem ileriye doğru bir adım atıyor hemde etrafındaki yüzü belirmiş insanları hatırlamaya çalışıyordu. Onların adı neydi? Kaç tanesi arkadaşıydı? Kaç tanesi en derin sırlarını biliyordu? Onlarla neler paylaşmıştı ve onu ne kadar tanıyorlardı?

Bir an için koşmaktan vazgeçmek istedi. En yakınındaki kişinin yakasına yapışıp aklıma gelen tüm soruları ona sormak istedi. Daha sonra bir başkasına ve sonra bir başkasına. Her ne kadar ilerlemeye, bazı cevaplar bulmaya çalışsa da etrafı sorularla çevriliyken bunu yapmak oldukça zordu. Bu kadar sorunun arasında gideceği yönü şaşırıyordu kimi zaman.

Onlardan birisi arkadaşı olabilir miydi? Onu tanıyor olabilirler miydi? Ne kadar derinini biliyorlardı ki onun? Yalnızlıklarının toplamı kaç ediyordu onun? Gölgesi kaç kilo geliyordu mesela. Aşk için döktüğü yaşlar kaç gölü doldurabilirdi? Hiç sevmiş miydi o? Hiç aşık olmuş muydu? Kaç kere ölmüştü ve kaç kere yeniden doğmuştu?

Bir an koşmayı bıraktı ve etrafında duvarlar örmüş sorulara baktı. Her bir soruyu tekrardan sordu kendine bazı cevaplara ulaşma ümidiyle. Ancak sorduğu her soruyla birlikte etrafındaki sorulardan oluşan duvar gittikçe kalınlaşıyordu. Sorular bedeninin etrafını kapladığı zaman ne yapacağını düşündü bir an için.

“Benim cevaplara ihtiyacım var!” dedi daha sonra ve sorulardan oluşan bir duvarı paramparça etti. Tekrardan insanların arasındaydı. Arkadaşının evini kaybetmişti. Kaybedecek fazla bir vakti yoktu ve en yakınındaki kişinin yakasına yapışıp ilk sorusunu sordu “Beni tanıyor musun?”

Bu esnada etrafındaki insanlar ona yaklaşmaya başlamıştı o soru sordukça biraz daha yaklaşıyorlardı. Başka birinin yakasına yapışıp aynı soruyu farklı cümlelerle tekrar etti “Kim olduğumu biliyor musun?”

Etrafındaki insanlar ona biraz daha yaklaşmıştı. Hepsinin yüzünde öfkeli bir ifade vardı. Başka birisinin yakasına yapıştığında “Ben kimim?” diye sordu.

Başka birisinin yakasına yapıştığı sırada omuzunda bir el olduğu hissetti ve kim olduğunu sorduğu sırada geriye doğru çekildi. Omuzundan tutan elden kurtulduğu elden kurtulduğu sırada başka bir el kolundan yakaladı. Kolundan tutan elden kurtulmaya çalıştığı sırada kollarında ve bacaklarında başka elleri hissetti.

Bir an kadar sonra onu tutan ellerdeki parmakların teninin içine girdiği hissetti şiddetli bir acı ile birlikte. Sanki bedeninin her yanını kaplayan eller bedeninden parçalar koparıyordu. Bunu ellerin renginin kırmızı ile kaplaması ile anlamıştı. Onu parçalara ayırıyorlardı.

Her ne kadar paramparça olup tükeneceğini hissetse de tükenmiyordu. Bir an için herşeyin sona ermesini istedi. Gözlerini kapatıp bir daha açmamak o an istediği tek şeydi ancak bunun yerine bitmeyen bir acıya sahipti. Parçalandıkça parçalandığını hissediyordu ve bu acının asla bitmesini.

“Yeter artık!” diye bağırdığı sırada etrafındaki herşey bir anda kayboldu ve karşısında kırmızı saçlı bir kız belirdi. Yüzü ifadesizdi, yeşil gözleri baktığı yeri delip geçiyordu. Lucian’ın yanına geldiği zaman bir eliyle onun boğazını tuttu ve havaya kaldırdı. Daha sonra diğer elini sol göğüs kafesinin derinliklerine sapladı.

Lucian’ın kalbini göğüs kafesinden çıkartırken hiç bir şey söylemedi. Lucian ise çığlık bile atmadı. Demek ki sonu bu şekilde gelecekti, sonu beklerken hafifçe gülümsedi. Ancak son gelmiyordu.

Kırmızı saçlı kız önce elinde tuttuğu kalbe bir kez baktı ve onun çaresiz bir biçimde atmasını izledi. Daha sonra yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Kalbi içindeki kanı dışarıya pompalarken kızın yüzündeki gülümseme giderek artıyordu.

Lucian son gücünü kullanarak “Neden?” diye sordu. En azından bir cevaba ihtiyacı vardı.

“Çünkü sen benimsin ve ne istersem yaparım. Bunun olmasını sen istedin.” Kırmızı saçlı kız elinde tuttuğu kalbi tekrardan Lucian’ın göğüs kafesinin içine yerleştirdi. “Görevini tamamlamadan ölemezsin. Sakın unutma, sen bana aitsin ve zamanı geldiğinde bana döneceksin.” Kırmızı saçlı kız cümlesini bitirdiğinde ortadan kayboldu ve Lucian yere kapaklandı.
...
"Bize saldıran şu yaratık manyak galiba? Baksana vurup vurup kaçıyor. Madem vuruyorsun öldür bizi hadi kıyamadın birkaç kemiğimizi falan kır."
"Tamam Galdor söyleriz kendisine ilk seni öldürür veya çeneni kırar da daha fazla konuşamazsın."
"Öyle tabi de bu yaratığı anlayamıyorum. Bize vururken bu dünyada ama biz ona kılılarımızı savurduğumuz zaman içinden geçiyor yani bu dünyada değil. Anlık olarak iki farklı alem arasında gidip geliyor sanırım."
"Bu noktada Naserious'a katılıyorum. Sanki üst üste binmiş birden fazla alem var ve o yaratık aynı anda ikisinde birden var olabiliyor. Sadece anlık olarak alem değiştirebiliyor. Kulağa saçma geliyor olabilir ancak şu anda bu saçmalığı yaşıyoruz."
"Bu söylediğinin anlamını biliyor musun Derian? Eğer üst üste geçmiş alemler varsa o alemlerde başka yaşamlar olabilir. Mesela her alemde başka bizlerde olabilir, o başka bizler başka kararlar almış olabilir veya o alemde kimse olmayabilir. Büyük ihtimalle kimse yok çünkü her alemde bizi dövmek zaman alır."
"O zaman çok şanslıyız en azından tek bir alemde dayak yiyoruz. Kendinize gelin ve gidip şu silahları bulalım sonra yaratığı öldürelim ve en son olarak Lucian'ı uyandıralım sonra da gidelim buradan."
"Herkes Melvenia'yı duydu, şimdi silahları bulalım."
Aşağıya doğru inen mağarada yürümeye devam ettiler. Yürümeye devam ederlerken bir taraftanda yaratığın çıkarttığı sesleri duyuyorlardı. İçlerindeki korku giderek artıyordu ancak bu üstesinden gelmeleri gereken bir şeydi. Her birinin hayatı diğerlerine bağlıydı ve birisi düşerse diğerlerini de beraberinde getirdi. Sadece kendileri için değil diğerleri için de güçlü olmak zorundaydılar. Bu şimdiye kadar karşılaştıkları zorlukları aşmalarının en temel sebebiydi.
Koyu renkli, kalın, metal bir kapıyı görene kadar ilerlediler. Kapı kilitliydi ve kilit bir türlü açılmıyordu.
"Ne işi var bir kapının mağarada?"
"Bilemiyorum ama arkasında önemli bir şey vardır sanırım."
"Kapıyı açmamız gerek ama."
"Bence Galdor'un kafasını kullanalım. O herşeyi kırabilir."
"Tamam mezar taşına da son şakasını yapıp öyle gitti yazarız."
"Gençler sakin olun. Galdor kendinde daha fazla bir güç fark ediyor musun. Seni bayağıdır takip ediyorum da Lucian'ı sırtına alıp rahatlıkla koşabiliyorsun veya sırtında Lucian varken yaratıkla savaşabiliyorsun. Lucian'ı niye bırakmıyorsun?"
"Yakında yaratığa balta savurmak yerine Lucian'ı savurmaya başlayacağım ondan bırakmıyorum. Daha güçlü hissediyorum evet kendimi. Dur sakın söyleme diyeceksin ki şimdi bana Galdor git kapıyı kır. Galdor git yaratığı döv, Galdor git dünyayı kurtar. Ne kadar da iyi tanıyorum seni Naserious."
Galdor önce Lucian'ı nazikçe yere bıraktı daha sonra hafifçe gülümseyip çok hızlı birkaç adım attı. Daha sonra sol omuzunu sertçe kapıya çarptı. Kapı yerinden biraz hareket ettikten sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Her yumruktan sonra eli kızarıyordu ancak ilginçtir ki canı hiç yanmıyordu. Kapı büyük bir gürültü ile arka tarafa düştüğü zaman yerden kalkan toz bir süre boyunca görmelerini engelledi.
Toz tekrardan zemine indiği zaman küçük bir odanın üstünde bir sunak gördüler ve onun üzerinde üstü rünlerle süslü siyah bir yay.
"Kesin iki tane silah vardır ve ok ile yaydır. Gerçekten çok yaratıcı. Hayatın ne kadar saçma bir kurgusu var böyle."
"Yapacak bir şey yok şimdi kurguya laf söylemenin anlamı da yok. Şimdi yayı bulmamız lazım. Tabi birde bunlarla yaratığı nasıl öldüreceğimi bulmamız lazım. Sıra ile gidelim bence."
"Kesinlikle öyle şu yaratığı çok fena döveceğim. Zaten korkağın teki olmasa ikide bir kaçıp durmaz. Onu baltamın soğuk çeliği ile tanıştırmam şart oldu. Baltamın sapına bir çentik daha atmalıyım artık."
"Galdor sen baltana öldürüğün kadar çentik atmıyorsun ki!"
"Hayır, beni neden bozuyorsun şimdi. Belki o yaratık ilk çentik olacak belki seni ikinci çentik olarak düşünüyorum Kylana."
"Hadi şu oku da bulalım, gevezeliği yaratık öldükten sonra yaparsınız.
...
Beyazlığın içinde dizlerinin üstüne çökmüş ve iki elini zemine dayamış bir şekilde duruyordu Lucian. Kıpırdamamasının en temel sebebi hareket ettikçe etrafının değişmesiydi. O değişimin içinde çaresiz bir şekilde kalıyordu ve ne kadar çabalarsa çabalasın eline hiçbir şey geçmiyordu. Dokunduğu herşey parçalanmış, parçalanan herşey bir daha birleşmemiş gibi geliyordu ona.

Evet, onun kimsesi yoktu. Evet, o sonsuz bir hiçliğin içinde tek başına duruyordu. Kızıl saçlı kız kimdi ve neden onun kalbini yerinden sökmüştü? Bulması gereken en önemli soru buydu. İlk cevaba ulaştığı anda ikinci ve üçüncü sorusu hazırdı. Diğer sorularda sıraya girmiş bir şekilde bekliyordu. Onun cevaplara ulaşması gerekiyordu en kısa zamanda yoksa buradan çıkamayacaktı. Çıkmak için bir sebebi olmasa da cevapların ona sebepleri vereceğini düşünüyordu.

Cevaplara ulaşabilmek için kendinin ona yalan söylemeyecek dürüst bir kopyasını yanına çağırdı. Kendini karşısında görmek farklı hissettiriyordu. Karmaşık saçları ve siyah kadar mavi gözlerini görmek kendine başkaları gibi bakmasını sağlamıştı. Kendinin etrafında bir tur döndü. Bunu yapmasının sebebi kendini daha detaylı incelemek istemesiydi. Kendisi etrafında bir çember çizip başladığı noktaya geldiğinde ne yapacağını çok iyi biliyordu.

"Bana gerçekleri söyleyeceğine inanıyorum kendim. Umarım sende kendine yalan söylemek istemiyorsundur. Kızıl saçlı kız kimdi?"

"Sen hep kendine yalanlar söyledin. Herkes böyle yapar, bir gün daha yaşayabilmek için yalanlar söylerler kendilerine. Bir noktaya kadar bu güzeldir yoksa kimse yaşamın yükünü taşıyamaz. Gerçeği kaldırmak zordur inan bana. O kızı hatırlamasın, çok sevmiştin sen onu. Yokluğunda parçalara bölünecek kadar çok sevmiştin. Sanki o gittiğinde sende hiçbir şey kalmamış gibi hissettin. Giderken güneşi de almıştı, yıldızları da, kelimelerini de almıştı, hayallerini de. Seni öldürmesini tercih ederdin o gidişine. Sanki o gittiği zaman yokluğunda bir deprem bırakmıştı. Koca bir hayat o anda bitmişti."

"Neden kalbimi söktü ve neden kalbimi sökerken zevk alıyor gibiydi?"

"Düşünmelisin, düşündükçe cevaplara ulaşabilirsin ancak. Kalbini söktü çünkü gitti. Onun yokluğunda kimseyi sevemezdin sen, kimseye inanamaz, kimseye güvenemezdin. Bu yüzden kalbini söktü giderken başka kimseyi sevmemen için. Sende kalpsiz bedenini mühürlemek istedin. Bu yüzden kalbini geriye koydu ama artık kalbin atmıyordu. Sen zaten bir kere ölmüştün."

"Kızıl saçlı kız düşmanım mı benim?"

"Düşmanın o değil? Senin düşmanın başka birisi ve ona karşı yapabileceğin hiçbir şey yok. Sen kaybetmenin yolculuğuna çıktın ve kaybetmeye daha yeni başladın."

"Düşmanım kim benim?"

"Sana yalan söylememi istiyorsun farkındayım. Her zaman yaptığım gibi sana yalan söylememi istiyorsun. Düşmanının kim olduğu önemsiz çünkü o yapacağı en büyük kötülüğü yaptı artık geriye dönme şansın kalmadı. Bazı yollar vardır ve yollar sadece ileriye doğru ilerler. Sen ne kadar geriye bakarsan o kadar düşersin yürürken. Bu yüzden ileriye bakman gerekir."

"Şimdi anlıyorum ben çok büyük bir hata yaptım ve başıma gelen, gelecek olanların hepsi benim yüzümden oldu. Ben çok büyük bir hata yaptım ve bundan sonra bir şans bulmayı umacağım. Şimdi geri dönmem gerek."

Lucian karanlığın içindeki bir tünelde yolculuk etmeye başladı. O karanlıkta ne kadar gittiğini bilmiyordu. Bir an kadar sonra ki o bir an bir ömür kadar sürmüştü, etrafında dönen renkleri fark etti. Aynı anda tüm renkleri görüyordu, renker etrafında dönerken birbiri içine giriyor ve birbiri içine giren renkler farklılaşıyor ve başkalaşıyordu.

Bir an kadar sonra Lucian gözlerini açtı ve ilk olarak toprak zemini gördü. Daha sonra kafasını hafifçe yukarıya doğru kaldırarak Melvenia ve Naserios'u gördü. İkisininde yüzündeki endişe ifadesini fark etti. Evet, nefes alması gerekliydi konuşması için. Cigerleri hafifçe şişmeye başladığı sırada en çok istediği şey oldu ve Melvenia onu fark etti.

"Lucian kendine geldi."
ucian, Melvenia’nın çığlıkla karışık haykırışını duyduktan sonra etrafının bir anda dolduğunu gördü. Hemen bunun ardından karmaşık bazı sesler duydu, birileri bir şeyler söyledi. Ancak hiçbirisini anlamıyordu. Burnunun hemen önünde arkadaşları duruyordu ancak o kadar yakındılar ki onları tanıması oldukça zordu. Kızıl saçlı olanı Melvenia olmalıydı, şapkalı olanı Naserious. Nerede olduğunu bilmedşpş gibi etrafındaki insanları tanımakda oldukça zordu. Nefes alması gerekiyordu ve bir şeyler söylemesi.

Arkadaşlarından uzağa doğru çekildiği sırada onların yüzlerini daha rahat görebiliyordu. Çekilme bittikten sonra onu tutan kalın kolları gördü herhalde onu tutan Galdor olmalıydı. Yavaşça yere doğru alçaldığını fark ettiği sırada onu tutanın Galdor olduğunu fark etti. Bedeni zemine değdiği sırada Galdor onu saran kollarını çekti ve yüzünü Lucian’ın burnuna doğru yaklaştırdı “Luci, Luci, sana diyoruz, iyi misin, ne oldu sana, cevap versene!”

Herşey çok hızlı ilerliyordu neden böyle olmuştu ki. Diğer arkadaşları tekrardan etrafına toplandı ve Galdor’u omuzlarından tutarak hafifçe geriye doğru çekti. “Az çekilde rahat nefes alsın.”

Konuşması gerekiyordu. Aklından bir sürü şey geçerken konuşmak oldukça zordu aslında hele aklından geçen şeylerin ne ile alakalı olduğunu bilmediği zaman daha da zordu. Arkadaşların yüzlerine baktı ve onların yüzündeki mutluluğu gördü ama aynı zamanda gözlerindeki endişeye de tanık oldu. Endişelerini azaltması gerekiyordu ve cevabını en çok merak ettiği soruyu sordu “Ne oldu bana?”

“Sabah kalktık sonra bir anda burada kendimizi ve sen yerde yatıyordun sonra uyandırmaya çalıştık bende hep tokat attım sana ama uyanmadın sonra beni durdurdular yoksa daha çok vuracaklardı neyse bir yaratık bizi kovaladı bizde mağaraya kaçtık sonra o kovalamaya devam etti biz de kaçmaya sen hala uyanmadın bizde yay bulduk sonra ok bulup yaratığı öldürecektik sonra seni uyandıracaktık ki sen uyandın. Ne oldu ki sana?”

“Galdor ne diyor ya? Hiçbir şey anlamadım.”

“Lucian, aslında Galdor doğru söylüyor da konuşurken arada nefes alması gerektiğinin henüz farkında değil. Sen kendinde değildin ve peşimizdek yaratığı öldürebilmek için ok bulmaya çalışıyoruz. Şu anda bir mağaradayız ve gittikçe derinliklere doğru iniyoruz.”

“Yaratığı neden öldüremiyoruz Naserious?”

“Orası biraz karışık teorime göre yaratık iki farklı boyut arasında çok hızlı bir şekilde dolaşabiliyor. Bu sayede biz ona vuracakken o diğer tarafa gidiyor ve geri gelip bize vuruyor. Yine tahminime göre oku ve yayı birleştirip yaratığı vurduğumuz zaman ölecektir. Umarım öyle bir şey olur. Sen boş ver de ne olduğunu anlat bize!”

“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Gece yatağa yattığımı hatırlıyorum ve sonrasında hiçbir şey yok. Hadi gidip şu yaratığı öldürelim yeterince zaman kaybettik bence.”

“Kendini nasıl hissediyorsun Luci?”

“Daha iyi olmamıştım Melvenia, bana ne olduğunu bilmiyorum zaten daha sonra öğreniriz elbette.”

Lucian ona hiçbir şey olmamış ve saatlerdir baygın bir şekilde kalmamış gibi ayağa kalktı ve kılıcını çekti. Daha sonra arkadaşlarına doğru bakıp gülümsedi. Hepsi kendilerinden emin bir şekilde ilerlemeye başlamışlardı. Önde Lucian ve Galdor ilerlerken grubun en arkasında Melvenia ve Kylana onları takip ediyordu.

Alt kata inen bir merdiven gördükleri zaman o merdiveni takip etmeye başladılar. Yuvarlaklar çizerek indikleri merdiven bittiği zaman geldikleri yere oldukça benzeyen başka bir yer ile karşılaştılar. Tek fark burada duvarlarda silinmiş bazı yazıların ve resimlerin olmasıydı ki birçoğunu anlamadılar.

“Duvardaki resimlere bakıyorum da kafes resmi var şurada da yaratık. Aynı zamanda yaratık ve kafes sayısı iki tane. Şuraya bakın iki tane labirent var. Burası bir hapishane iki kafes, iki labirent ve tek bir yaratık var. Burası yaratığın kafesi sanki diğer labirent. Düşüncelerimizi doğruluyor bunlar.”

“Oku bulalım sonra yaratığı halledelim sonra gidelim buradan. Bu yaratık ne zamanlarda görünüyor?”

“Şimdiye kadar 2 kere yanımıza geldi. Biraz bizi dövdü, bolca Galdor’u dövdü. Uçan Galdor’u mutlaka görmeliydin. Ancak hep bir şekilde kaçabildik sanki bizi serebst bıraktı.”

“Belki avıyla oynayan bir avcıdır o ve bir sonraki karşılaşmada öldürecektir bizi.”

“Evet, Kylana kesinlikle öyle olması gerek.”

Hızlı adımlarla ilerlerken hepsi silahlarını sıkıca tutuyorlardı. Lucian kendinde hiçbir değişiklik hissetmiyordu ve geçen zamanda ne olduğunu bilmiyordu. Zehirlenmiş olması ona en mantıklı gelen seçenekti ama onu ne zehirlemiş olabilirdi ki? İşte bunu bilmiyordu ve bu durum canını sıkıyordu. Ancak arkadaşlarının canının sıkıldığını bilmesi gerekmiyordu bu yüzden gülümsemeye devam etti.

İleride başka bir oda gördükleri zaman “İşte yayı da böyle bir odada bulduk. Hadi hemen girelim.” diye haykırdı Derian. Mağara herkesin sinirlerini bozmuştu.
Lucian ve Derian hızlı adımlarla içeriye girdikleri sırada diğerleri de kapının önünde onları bekliyordu. Meşalelerinin loş ışığı altında aydınlanan odada odanın orta tarafında bulunan lahit haricinde başka bir şey yoktu ve lahitin üzerindeki iki adet ok. Lucian hızlı bir şekilde okları alıp arkadaşlarının yanına döndü.

“Şimdi bunları kimin kullanacağına karar vermemiz gerekiyor. Ok kullanmada en deneyimlimizi seçmeliyiz.”

“Elbette ben onlar…”

“Galdor sakin ol ok sende kalmayacak. Sen ne anlarsın ok kullanmaktan.”

“Ne alakası var Lucian. Ben daha sert atarım diye söylemiştim.”

“Tabi öyle ama sende kalmaması daha iyi olur. Naserious ve Derian’da okta deneyimli değiller. Geriye üç kişi kalıyor.”

“Ben fena değilimdir biliyorsun.”

“Evet, Melvenia biliyorum bende aynıyım. Keşke bu okun kılıcı veya yayını bulabilseydik.”

“Sanırım aranızda en deneyimli olan benim. Hatırlatmak istemem ama kaçırdığım pek görülmemiştir. Yaratığı ben öldürürüm.”

Lucian okları ve yayı Kylana’ya uzattıktan sonra “Şimdi yaratığı bulalım.” dedi gülümser bir şekilde.

Hepsi dikkatli bir şekilde ilerlerken mağaların içinden gelen vahşi bir hayvana ait olabilecek sesleri duydukları zaman Melvenia eliyle arka taraflarını işaret etti ve Kylana ilk oku hazırladı. Yaratığın çıkardığı sesler giderek artarken hepsi savaş pozisyonlarına geçmişti.

Sesler yaklaşmaya devam ettikçe zaman iyice yavaşlamıştı. Her savaştan önce olduğu gibi sanki yavaşlayan zaman birkaç an sonra hızlanacaktı. Zaman hızlandığında o kadar kısa bir an içinde o kadar çok şey yaşanacaktı ki yaşadıklarını anlatmaları oldukça güç olacaktı. Lucian sol bacağını arka tarafına doğru çekti ve öne eğildi. Herkes saldırmaya hazırdı.

Yaratık labirentin içinde karanlıkların arasından çıktığı zaman Galdor sol elinde tuttuğu meşaleyi yaratığa doğru fırlattı. Havada dönerek ilerleyen meşale yaratığın içinden geçip hemen arkasındaki toprağa düştü. Meşele yolunun yarısında iken Kylana’nın yayından çıkan ilk ok yaratığın sağ omuzuna saplandı ve yaratığın kesik çığlığı mağaranın içinde yankılandı.

İkinci ok yaya yerleştiği sırada Galdor ve Lucian ilk adımlarını atmış Melvenia ilk hançeri fırlatmıştı. Onlar ikinci ve hemen ardından üçüncü adımlarını attıkları sırada ok kafaların üstünden vızıldayarak geçip yaratığın göğüs bölgesine çarptı. Yaratık gözle görünür bir hale geldiği sırada Melvenia tarafından fırlatılan iki hançer yaratık tarafından savuşturuldu.

Yaratık kanamaya başladığı sırada yaratığın yanına ilk gelen Lucian oldu ve geniş bir yay çizerek kılıcını savurdu. Yaratık bu saldırıyı hafifçe geri çekilerek karşılarken Galdor’un öfke çığlığı atarak fırlattığı baltası yaratığın sol omuzuna saplandı. Aslında yaratık ne olduğunu şaşırmıştı omuzuna saplanan baltayı çıkarttığı zaman etrafa koyu renkli bir kan fışkırmaya başladı.

Yaratığın açığını gören Lucian önce kılıcını dik bir şekilde yaratığın karnına sapladı ve hemen ardından diğer elinde tuttuğu kısa kılıcını kılıcı yaratığın göğüs kafesinin hemen altına sapladı. Yaratık acı çığlıkları atmaya devam ederken Galdor önce sağ yumruğunu yaratığın göğüs kafesinin hemen üzerine vurdu ve ardından sol yumruğu ile baltasını tutan koluna vurarak onu yere düşürmesini sağladı.

Arka taraftan gelen birkaç hançer yaratığın kollarına saplandığı sırada yaratık kendini kaybetmiş bir şekilde kollarını etrafa savuruyordu. Galdor ve Lucian ise yaratığın hareketlerinden kaçıp buldukları fırsatlarda yaratığın kanını biraz daha akıtıyorlardı. Birkaç hamlenin sonunda yerde biriken koyu renkli sıvının kapladığı alan giderek büyümüştü ve silahlarının rengi yaratığın koyu kırmızı kanı ile aynı renk olmuştu.

Yaratığın hareketleri yavaşladığı sırada Galdor Lucian’a bir bakış atarak ona geride durmasını söyledi ve ileriye doğru atıldı. Yaratığın kolu üzerinden geçerken eğildi ve bacağına derin bir kesik açtı. Daha sonra yaratığın bacak arasından geçip dizinin arka tarafındaki bağları kopartarak yere çömelmesini sağladı.

Yaratığın arka tarafına geçtiği sırada önce baltasını yaratığın sırtına sapladı ve hemen ardından cebinden çıkarttığı hançerini boynuna yakın bir yere sapladı. Yaratığın acı dolu çığlığı heryeri kapladığı sırada Galdor baltasını yaratığın boynun arka tarafına sapladı. Yaratığın boynundan çıkan kan görmesini zorlaştırıyordu ancak bunun hiçbir önemi yoktu. Hançeri kendi düşüncesi varmış gibi yaratığın boynunun arkasını bir kere daha kesti ve Galdor yaratığın sırtında yaptığı gezintiyi bitirip tekrardan aşağıya indi.

Yaratığın hareketleri artık çaresizlikten güç alıyordu ve can çekişmesinin bir göstergesiydi. Galdor tekrar yaratığın önüne geçtiği zaman hançerini yere bıraktı ve baltasını iki eliyle birlikte tuttu ve onu tüm gücüyle savurdu. Havada hızlı bir şekilde ilerleyen balta önce yaratığın boynuna çarptı ve daha sonra hiçbir engelle karşılaşmadan ilerledi ve yaratığın kafası ile bedeni farklı yerlere düştü. Yaratığın kafası düştüğü yerde birkaç tur attığı sırada Galdor sevinç çığlıklarını atmaya başlamıştı bile.

“Çok kolaydı bu ya. Biraz zorlar diye umut etmiştim ama hayal kırıklığından başka bir şey olmadı.”

“Kesinlikle haklısın Galdor. Şaka bir yana güzel öldürdün en iyi öldürmelerin listesine bile girer bence.”

“Bence çok estetik bir öldürmeydi hele son bölümü tekrar izlemek isterdim.”

“O değil de Lucian’a attığı bakış neydi öyle bir ara sarılıp öpecek sandım.”

“Siz kıskanıyorsunuz tabi bütün işi biz yaptık diye kıskanıyorsunuz yine.”

Bu esnada labirentin diğer tarafından bir alkış sesi duyuldu ve hepsi o tarafa baktıkları sırada tanıdık bir yüz ile karşılaştılar.

“Başaracağını biliyordum ben. Sadece bu kadar kanlı olacağını tahmin etmemiştim. Sizi tebrik ediyorum zor bir görevi başarıyla yerine getirdiniz. Şimdi bunun karşılığında size söz verdiğim ödülü almaya hak kazandınız. Kime vereyim bu kitabı.”

Adam kitabı havaya kaldırdığı sırada kitabın üzerinde yazan “Derian” yazısı dikkatlerini çekmişti.

“Lütfen kendinize çok dikkat edin ve sizi hep özleyeceğim. Umarım bir gün tekrar karşılaşırız ve en büyük hayallerimizi hep beraber yaşarız. Hoşça kalın.” Derian konuşmasını bitirdiği zaman elini uzatarak kitabı aldı ve bir an sonra kendilerini tekrardan karavanın içinde buldular.

“Bizde seni çok özleyeceğiz Derian.”
"Derian'da gitti sonunda. Severdim onu ben sanki hep söylemek isteyip söyleyemediği birşeyler vardı onda. Keşke sorsaydım ona."

"Söylemezdi belki de söyleyemediği için bu kadar sessizdi be Galdor. Onu hepimiz severdik. Hepimizi hepimiz severdik."

"Evet, öyle ama ben hayatın arkadaşları, birbirini seven insanları ayırmasına karşıyım. Bence herkes kiminle mutluysa onun yanında kalmalı ama hayat öyle değil. Daha fazla mutlu olabilmek uğruna elimizdekileri bile kaybediyoruz. Sonra hiçbir şey kalmıyor elimizde."

"Ulan Galdor o yaratık kafana fazla vurdu galiba içindeki felsefeci ortaya çıktı."

"Dalga geç bakalım Lucian, bakalım senin kafana vurunca içinden neler çıkacak. Doğru olanı söylüyorum ben. Sevenler hiç ayrılmamalı bence yani şey arkadaşlıklar hiç bozulmamalı. Hatta öldükten sonra nereye gidiyorsak orada buluşmalıyız bence veya ayrılıklar silinmeli tüm kural kitaplarından."

"Galdor doğru söylüyor ama hayat bizi dinlemiyor ki. Bir bakıyorsun seni alıyor en sevdiğinin yanından bambaşka bir yere fırlatıyor. Geri de dönemiyorsun, ileri de gidemiyorsun. Yapayalnız kalıyorsun işte, sen bile terk ediyor seni. Hayat bunu çok seviyor ve bunun adına mutluluk diyor. Komik doğrusu sen gittikten sonra ne sen aynı kalıyorsun ne de kalan. Bunun da adına mutluluk diyorlar işte."

"Tam da içimden geçenleri söyledin Melvenia. Ben karşıydım bu yolculuğa da sizi yalnız bırakmak istemedim. Birinin sizi koruması gerek yoksa sağınızı solunuzu kırarsınız siz. Mutluluk komik bir kelime bence, anlık o sonra bitiyor, sonra gelmiyor. Niye herkes mutlu olmak istiyor ki acı çekmeye gelmişiz biz."

"Galdor sen konuyu değiştirmeye mi çalışıyorsun? Derian'dan bahsederken gözlerinin içi gülüyordu sonra bir anda değiştirdin herşeyi. Sanki ona karşı başka şeyler varmış gibi sende!"

"Dalga geçme Kylana. Önemsiyordum onu, sessizliği çok güzeldi onun. Yıllardır tanımama rağmen onun hakkında bilmediğim çok şey vardı. Bilmem gerekirdi, sizin de bilmeniz gerekirdi. Biz onu gerçekten tanıyor muyduk? Evet çok fazla sırı vardı, evet hep gizemliydi ama hangimiz sırlarını öğrenmeye çalıştık. Yine de giderken ne kadar üzgün olduğuna dikkat eden oldu mu? Bu yüzden suçluyorum kendimi fırsatım varken onu daha derin tanımalıydım. Soruna gelecek olursak belki de sevebilirdim onu ama bu fırsatı hiç vermedim."

"Sevgi garip be Galdor. Sevsen de olmuyor sevmesen de olmuyor. Belki onu daha yakından tanısan sevebilirdin ama belki ondan nefret ederdin. Bunu kimse bilmiyor biz herşeyin değerini kaybedince anlıyoruz. Sende de aynısı oldu işte kaybedince anladın. Belki acı olan bu ama hep söylediğim gibi onların mutlu olma şansı var ve bizde mutlu olacağız onlar gibi. Hem sonra sen hepimizi bir araya getireceksin be Galdor."

"Galdor her zaman en doğru zamanlarda ortaya çıkan bir kahraman olduğu için bu hikayenin sonunu o yazacak yoksa o olmadan biz mutluluğu nasıl buluruz."

"İşte adamım Naserious, böyle konuş canımı ye benim. Tabi ki bulacağım sizi birisinin sizi kendinden koruması gerekiyor. Yoksa yapamazsınız siz hep batırırsınız sonra aman Galdor gelsin de bizi kurtarsın aman Galdor gelsin de yaratığı dövsün yok Galdor gelsin de kavanozu açsın. Düşündüm de gelmeyeceğim valla, ne haliniz varsa görün siz. Hepimiz hatalıyız mutluluk denilen şeyi dışarıda aradığımız için ona asla ulaşamadık. O hep bizim yanımızdaydı ama hiç fark edemedik."

Kısa süren bir sessizliğin ardından Melvenia ve Lucian birbirlerine bakıyordu. Melvenia'nın gözlerinin kenarları hafifçe ıslanmıştı ama bunu göstermek istemiyordu. Galdor'un cümleleri Lucian'ın canını çok acıtmıştı ama sanki acıyan yer artık bedeninde değildi sanki sökülüp alınmıştı ondan. Zaten bu yüzden Galdor'un sözlerinin üzerine kimse bir şey söylemek istemedi bir süre boyunca.

"Siz zaten hep böyle duygusalsınız ağlamamı mı istiyorsunuz anlamadım ki. Nedir yani herkes sevdiğinin ama söyleyemediğinin yanına gidip içindekileri söylemeli ve karşı taraftan olumsuz bir cevap alıp ağlamalı mı. Ona karşı düşüncelerini çok uzun zamandır biliyorum Galdor, ona nasıl baktığını gördüm ben kimse bilmese bile anlamıştım ama sizinki olmazdı. Olacağına zerre kadar inansam bunun için uğraşırdım ama sen çok iyi niyetli o çok karamsar birbirinizi tüketirdiniz siz ama herkes düşüncelerini söylemeli bence. Ne dersiniz cesaret edebilir misiniz buna yoksa kendimizi suçlamaya devam mı edelim. Hepimiz korkağız biz, kendimizden korkuyoruz en çok. Reddedilmekten korktuğumuz kadar kabul edilmekten de korkuyoruz. En cesurumuz sensin Galdor en korkağımız da ben hiçbir şeyi itiraf edemedim bu güne kadar. Neyse boşverin bunları sessizce oturalım biz, kendi köşelerimize gömülelim. Uyuyalım en iyisi, iyi geceler size."

Kylana başka hiçbir şey söylemeden odasına doğru ilerlerken arkasında bıraktıkları da hiçbir şey konuşmadan onun takip ettiler. Konuşmak ne kadar da anlamsızdı şimdi.

0/Post a Comment/Comments