Başlangıç
Saat gece yarısıın geçeli çok olmuştu. Küçük kasabada gökyüzüne bakan
herkes yıldızları görebilirdi. Hatta yıldızların çokluğuna hayran kalanlar bile
olabilirdi. Ysiera ismindeki küçük bir kasabadaki fazla olmayan evlerden
birisinde iki yakın dost karşılıklı oturuyordu. Dışarıda yeni son bulan
yağmurun ardında ortaya çıkan toprak kokusu vardı.
Odadaki iki kişi uzun sessizliklerin ardından konuşuyor ancak konuşmaları
çok uzun sürmüyordu. Konuştukça acıları artıyor bunun yanında içtikleri kırmızı
sıvılar ise acılarını azaltmıyor aksine arttıyordu.
Konuşmaya ilk başlayan Lucian oldu. “Biz nerede hata yaptık be Nas.”
Nas aslında Naserious’un lakabıydı ve onu o lakapla sadece birkaç kişi
çağırırdı. “Belki de biz hata yapmadık. Diğer herkesti hata yapan.”
·
Kendimizi masuma çıkarmak için ne kadar da güzel bir söylem. Mutlaka bir
şey yapmış olmalıyız. Yoksa başımıza bunlar gelmezdi.
·
Ah be dostum. Bazen bazı şeyler sadece olur senin bir şey yapman hiçbir
şeyi değiştirmez.
·
Yani ben ne yaparsam yapayım Melvenia gidecekti.
·
Gidecek olan birisini tutmak mümkün değildir.
·
4 yıldan fazla oldu Mel gideli. Hatta 1675 gün şu anda son buluyor ve 1676.
güne giriyoruz. Ancak ondan hiçbir ses yok hala.
·
Unutamadın dimi onu? Benim hatam sormamam lazımdı, her konuştuğumuzda ondan
bahsetmenden belli oluyor.
·
Unutmam mümkün değil ki? Herşey harika bir şekilde giderken bir anda
ortadan kayboldu. Sanki o gerçek değilmiş de bir hayalmiş gibi yok oldu hatta.
·
Sana ne söyleyeceğimi bilmiyorum be Luci. Söylemem gereken herşeyi daha önce
söyledim zaten. Ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sanki acı çekmeyi
seviyorsun!
·
Ondan geriye bir tek acı kaldı. Acıyı sevmeyeyim de ne yapayım.
Lucian ve Naserious tekrardan sessizliğe bürünmüştü. İkisine de konuşmak
anlamsız geliyordu. Kırmızı sıvıyı tekrardan kadehlerine doldurdular ve bir
süre daha sessizlikte yaşadıklar.
Bir süre sonra konuşan Lucian oldu.
·
Keşke hayallere ulaşmanın bir yolu olsaydı. Düşünsene bir karavan olsa ve
ona binen herkes en büyük hayaline ulaşşa. Öyle bir karavanı yapmayı çok
istiyorum. Sence de harika olmaz mıydı?
·
Kesinlikle harika olurdu. Bu arada en büyük hayalin nedir ki senin?
·
Beni terk etmeyecek, yarı yolda bırakmayacak gerçek aşkı hayal ediyorum.
·
Herkes bir gün gider be Luci. Sen ne yaparsan yap giderler hatta. Hayal karavanını
beraber yapmak istiyorum ama benim gücüm onu yapmaya yetmez. Nasıl yapılacağını
bile bilmiyorum hatta.
·
Boşver be Nas. Bizim hayalimiz de bu olsun.
·
Öyle olsun bakalım. Bir ara en büyük hayalim Melvenia’ya kavuşmak
diyeceksin diye çok korktum ama.
·
O beni terk edip gitti. Hayalim neden tekrar terk edilmek olsun. Yok yok o
kadar salak değilim veya kafayı da yemedim daha.
·
Bunu duyduğuma çok sevindim işte. Normalleşmeye başlamış olabilirsin bu
hızla devam edersen 5000 yıl sonra normale dönebilirsin.
·
Şu halde bile beni güldürüyorsun ya helal olsun sana. Boşver ya hadi gel
biraz daha içelim. Şarap kaldı mı bu arada.
·
Oğlum sen önüne ne koyarsak bitiriyorsun. Durma sınırın da yok senin. iki
kadeh daha çıkar bundan.
·
O değil de şarap çok güzelmiş. Nereden aldıysan söyle de bundan birkaç tane
daha alalım.
·
Sende durmaksızın iç. Nereden aldığımı söylemem sana. Her gelişte bir tane
getiririm ben.
·
Hala beni kendimden korumaya çalışıyorsun.
Onlar son kadehlerini içmeye devam ederken odada yine sessizlik hakimdi.
Odada tek çıkan ses yanan sobadan çıkan çatırdılardı. Lucian içinden hayal
karavanını düşünmeye devam ediyordu. Bu sayede Melvenia’ya dair düşünceleri
zihninden uzak tutmaya çalışıyordu. Ne yazık ki Bu taktik hiçbir işe
yaramıyordu ve her düşüncesinin arkasında o yatıyordu.
·
Gerçekten sevse beni gitmezdi değil mi? Beni bu şekilde bırakmazdı.
·
Sevse gitmezdi ama belki gitmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde düşünme.
Belki geri gelir.
·
Yapma be Nas geri gelse şimdiye kadar gelirdi. 4 seneden fazla oldu. Yoksa
o da 5000 yıl sonra mı gelecek.
·
Benim cümlelerimle beni vur tabi helal olsun sana. Sen beklemeyi seçtin
öyleyse devam etmelisin beklemeye. Bunu sen seçtin yoksa başka kızları da
bulabilirdin. Ancak sen onların yüzüne bile bakmadın, bir şans bile vermedin
onlara.
·
Nasıl bir şans vereceğim ki onlara. Kalbime daha fazla yara açsınlar diye
mi uğraşacaktım. Hatta tanışacağım ilk kıza bir tane kılıç vereyim orada
öldürsün beni bitsin bu işkence.
·
Sana daha fazla içirmemek lazım. Biraz kendine gel. Neden seni öldürmek
istesinler? Manyağa bak.
·
O lafın gelişi, daha kolay olacağı kesin.
Lucian ve Naserious kalan şaraplarını içerken acele etmiyorlardı. Bunun
sebebin şarabın artık sona yaklaşmasıydı ve bunun yanında o andan kuralabilecek
cümlelerden korkmalarıydı. Öyle bir yerdeydiler ki tek bir cümle bütün umutları
o an için yok edebilirdi. Umutları kalmayan herkes gibi o an ölebilirlerdi ve
ikiside bunu o an istemiyordu. Ölümü düşünüyorlardı elbette ancak hala
bekledikleri şeyler vardı hayattan.
“İyiki varsın be Nas. Sen olmasan…” Lucian cümlesini bitirmeye
hazırlanırken eski dostuna güzel şeyler söylemek istemişti. Ancak cümlesi
kapıdan gelen bir sesle kesildi “Tak, tak.”
Kapıdan gelen ses o kadar cılız bir şekilde gelmişti ki ikisinin de şaşkın
bir şekilde birbirlerine bakmalarına sebep oldu.
·
“Gecenin köründe kim gelebilir Luci?”
·
“Galdor gelmiştir derdim ama o gelseydi kapıyı kırarcasına yumruklardı.
Aranhil’de olamaz bu gece köyün dışında avlanmaya gidecekti.”
·
“Sanırım gelen kişiyi fazla bekletmek istemezsin.”
·
“Kimin geldiği o kadar umurumda değil ki benim. Sen açar mısın kapıyı?”
·
“Tamam kapıyı da açarım, başka bir şey ister misin benden. İstersen yemek
yapayım, yerleri temizleyeyim.”
·
“Onlara gerek yok be dostum, kapıyı açsan yeter. Sanırım kafam biraz güzel
oldu.”
Naserious oturma odasından çıkıp kapıya doğru yavaş adımlarla yürüdü. O
saatte kim gelmiş olabilirdi ki? Kafasından geçen onca olasılığı umursamadan
elini kapının kulbuna koydu ve onu yavaşça aşağıya doğru çevirdi.
Karşısında bir kız duruyordu. Kızıl saçları beline kadar uzanıyordu. İşin
ilginç tarafı ise onu tanıyor olmasıydı. En son gördüğünden bu yana 4 yıldan
fazla zaman olmuştu. Gelen kişi Melvenia’ydı. Yüzünde bir burukluk ve üzgün bir
ifade vardı. Yeşil gözlerinden aşağıya doğru ıslaklıklar göze çarpıyordu. Ağlamış
olmalı diye düşündü Naserious. En garip tarafı ise aklındaki binlerce soruya
aldırmadan “Hoşgeldin” demesi gerektiğiydi.
·
“Hoş geldin Melvenia.” Konuşurken kısık sesle konuşmuştu çünkü Lucian’ın
konuşulanları duymasını istemiyordu. Melvenia’nın yıllar sonra geldiğini ona
nasıl söyleyebilirdi ki?
·
“Teşekkür ederim Nas. Çok özlemişim seni. Nasılsın?”
·
“Melvenia günlük konuşmaların çok uzağındayız şimdi. Neden buraya geldin?”
·
“Daha önce de gelmeyi istemiştim ancak bir türlü fırsatım olmadı.” Cümlenin
devamında Naserious’un kulağına doğru eğilip o şekilde devam etti. “Yıllardır
kaçıyorum. Babam geri geldi ve benim peşime düştü. Hayatımı zor kurtardım onun
elinden yıllardır kaçıyordum.”
·
“Sen ne diyorsun Mel? Neden bizden yardım istemedin ki? Senin için herşeyi
yapardık.”
·
“Yapamazdım. Yanına birkaç askeri almış. O zamanlar hepimiz gençtik, onları
durduramazdık biliyorsun bunu. Neyse boşver bunları. Lucian nasıl?”
·
“Korkunç durumda. Şu anda içeride şarap içiyor. Son zamanlarda yaptığı tek
şey içmek onun. Sen gittiğinden beri çok kötü bir durumda. Ona sorarsan iyi
olduğunu söyleyecektir sana ama gerçek öyle değil. Onu görmek için geldin değil
mi?”
·
“Evet, özür dilemeye geldim ve beni affetmesi için yalvarmaya.”
·
“İşin çok zor olacak baştan söyleyeyim. Seninle birlikte içeriye girerim ve
bir süre boyunca beklerim bu arada Luci ilk şoku atlatır ve siz konuşmaya
başladığınızda ben çıkarım.”
·
“Sen her zaman benim en iyi dostum olacaksın Nas.”
Naserious arkasına Melvenia’yı alarak içeriye doğru yürümeye başladı.
Attığı her adımda kafasındaki düşüncelerin sayısı da artıyordu. Salonun
kapısının oraya geldiği zaman “Luci kalk bir misafirin geldi. Hadi toparla
kendini.
Lucian ise bu esnada kalan şarabın tamamını içmişti ve neşeli bir şekilde
“Kim geldi Nas? Umarım şarap getirmiştir yanında” dedi. Kanında dolaşan alkol
neşesinin sebebiydi ve gözlerinin kenarındaki ıslaklıkların.
“Kendini hazırlasan iyi olur. Bence ayağa kalkma düşebilirsin çünkü.”
Naserious elinin ufak bir hareketi ile Melvenia’ya içeriye gelmesini işaret
etti. Bu arada kendisi de odanın içine doğru birkaç adım attı.
Lucian kimin geldiğini görebilmek için kapının girişine doğru bakıyordu.
İlk önce Naserious’u gördü ve onun birkaç adım arkasında ilk önce kızıl,
dalgalı saçları gördü. Hemen ardından bileklerini gördü. O bilekliği tanıyordu.
Hatta öyle bir zamandan tanıyordu ki o zamanları hatırlamak istemiyordu.
Bu gerçek olamazdı. O karşısındaydı. Aradan geçen 4.5 yıla rağmen
karşısındaydı. Öyle bir andaydı ki ne yapacağını bilmiyordu. Sanki bedenindeki
kasların kontrolünü kaybetmişti, sanki bir daha asla hareket edemeyecekti. Ne
olmuştu ki ona? Yoksa gördüklerinin hepsi bir rüya mıydı? Evet, rüya olmalıydı
yoksa başka bir açıklama olamazdı. Rüya görüyor olmalıydı. Konuşmak istiyordu
ama konuşamıyordu bile. Sadece göz kenarlarından yaşlar süzülüyordu.
“Lucian” Melvenia özlem dolu bir haykırışla ileriye doğru bir adım attı
ancak Naserious elini açarak onu durdurdu ve ona acele etmemesini söyleyen bir
bakış attı.
“İyi misin Lucian? Kendinde misin?” dedi Naserious.
Ancak Lucian ne konuşabiliyor ne de kıpırdayabiliyordu.
Lucian hala kıpırdayamıyordu.
Sanki bedeni hareket etmeyi reddediyordu. Öyle bir andaydı ki içinden
milyonlarca kelime geçerken tek bir tanesini bile söylemiyordu. Nasıl yanına
gelebilirdi ki yaptığı onca şeyden sonra hiçbir şey olmamış gibi nasıl
gelebilirdi ki? Melvenia ile geçen onca şey, yılları gözünün önünden geçiyordu
ve en çok onun gülümsediği anlarda takılıp kalıyordu aklı. Sahi neden bu kadar
güzeldi onun gülümsemesi.
Melvenia, Naserious onu
durdurmaya çalışssada ileriye doğru bir kaç adım daha attı. Bu esnada Naserious
da ileriye doğru birkaç adım atmış ve Lucian’ın omuzundan tutmuştu. Lucian ise
Melveni’dan başka bir yere bakamıyordu. “Lucian bak Mel geldi ve seninle
konuşmak istedikleri var. Hadi kendine gel biran önce.”
Ancak Lucian hala
kıpırdayamıyordu. Hatıralar geçinde Melvenia ile olan güzel anlar bittikten
sonra onun gittiği geceye gelmişti sıra ve Lucian geçmişi tekrar yaşamaya
başladı. O olmadan geçen günleri hatırladı önce sonra onun yokluğunun yarattığı
büyük boşluğu ve acıyı hatırladı. Bir anda yılların acısınu tekrar yaşarken o
gerçek hayattan giderek uzaklaşıyordu. 4.5 yıl boyunca onun gelmesini
beklemişti ama geçen her gün inancı da azalmıştı. Artık onun geri geleceğine
inanmıyordu. İçinde ona karşı bir nefret oluşmuştu. Her gece o gelirse
söyleyebileceklerini düşünüyor ve en güzel cümleleri sıralıyordu ancak o
gerçekten geldiği anda tek kelime bile söyleyemiyordu.
Bu esnada Naserious ise
Lucian’ı hafifçe sallamaya başladı. Amacı onu kendine getirmekti. Ancak değişen
hiçbir şey yoktu.
“Nas çok teşekkür ederim ama
benim Luci ile başbaşa konuşmamız gerekiyor sanırım. Bize biraz müsade edebilir
misin?”
“Sanırım öyle olması
gerekiyor. Ben eve geçiyorum şimdi. Bir şey olursa beni nerede bulacağını
biliyorsun.”
“Çok teşekkür ederim Nas.”
Naserious büyük adımlarla
dışarıya çıkarken Melvenia ne söyleyebileceğini düşünüyordu. O kadar büyük bir
pişmanlık içindeydi ki onun da söyleyebileceği fazla bir şey yoktu. Bu yüzden
gülümsemeye çalışmıyordu. Sadece Lucian’ın onun da acı çektiğini sörmesini
istiyordu. Belki affedebilirdi onu, belki bağışlayabilirdi. Tek bildiği şey
gerekirse onun ayaklarına kapanıp yalvarması gerektiğiydi.
Naserious’un kapattığı dış
kapının sesi içeride yankılandığı zaman Melvenia’da aynı şeyi yapıp Lücian’ın
ayakların dibine oturdu ve konuşmaya başladı. “Çok özür dilerim Lucian.
Gerekirse hayatımın sonuna kadar aynı cümleyi tekrar edebilirim sana. Sadece
beni biraz dinlemeni istiyorum. Babamı biliyorsun, annemi öldüren, hayatımızı
cehenneme çeviren babamı. Sıra bendeydi sadece ne zaman geleceğini bilmiyordum.
O gece geldi, ben hayatımı zor kurtardım. Yanında 4 tane askeri vardı, onların
hepsini alt edemezdim ve bende kaçmaya başladım. Aylar boyunca kaçtım, taşların
üzerine yattım. Doğru dürüst uyuyamadım bile. Ancak ben ne kadar kaçarsam
kaçayım o peşimi asla bırakmadı. Beni takip eden askerlerin sayısını arttırdı
ve ben ağaçların üzerinde, mağaralarda uyumaya başladım. Bu arada aradan yıllar
geçti tabi ki. Daha sonra babamın bir savaşta öldüğünü öğrendim ve senin yanına
koştum özür dilemek için, yalvarmak için geldim. İstersen giderim şimdi. Bir
daha haber almazsın ben.”
“Lütfen gitme.” Lucian’ın
söylebildiği tek söz buydu. Melvenia konuştukça hissettiği acı sürekli olarak
artmaya başladı. Melvenia konuşmasını bitirdiği zaman Lucian çoktan ağlamaya
başlamıştı bile. “Hep bekledim seni.”
“Bende hep yanına geri
geleceğim günü bekledim.”
“Neden benim yanıma gelmedin.
Senin için canımı vereceğimi biliyorsun.”
“Evet, bunu çok iyi biliyorum.
Ancak onları durduramazdın. Sen ölürdün, bu köyü yakarlardı. Hiçbir anlamı
kalmazdı yaşadıklarımızın.”
“En azından haber
verebilirdin. Geleceğini söyleyen küçük bir not bile bırakabilirdin. Paramparça
oldum ben. Hiçbir şeyden zevk alamadım, hele bir de senin öldüğünü düşünmek
vardı ki her an ölmeyi arzuladım. Belki ölünce seni tekrar görebilirdim. Nas
olmasaydı çoktan ölmüştüm ben.”
“Tahmin edebiliyorum bunu ama
hepiniz için yapmam gerekeni yaptım ben.”
Melvenia onun gözyaşlarını
silmek için elini uzattığında Lucian onun elini tuttu. Onun ısısını tekrardan
hissetmek kabuk tutmuş tüm yaralarının tekrar açılması gibiydi. Ne yapacağını
bilmiyordu. Tek bildiği şey onun elini hiç bırakmamaktı ama bunu yapamayacağını
çok iyi biliyordu. “Bu benden isteme, Mel. Seni bir anda affetmemi, sensiz
geçen yılları unutmamı bekleme benden. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum ama
deneyeceğim. Şimdi lütfen beni yalnız bırak. Düşünmem gerekli, kendimle başbaşa
kalmalıyım. Sonra tekrardan görüşelim ama şimdi bunu yapamam.”
Aslında Lucian’ı görmek
tahmin ettiğinden daha iyi bir sonuç vermişti. En azından ona saldırmamış,
küfürler yağdırmamıştı. Ona biraz zaman vermesi gerektiğini çok iyi biliyorsun.
“İstediğin kadar zamanın var, senden bir daha uzaklaşmayacağım ben. Sadece bunu
aklından çıkarma.Bu gece Heyrina veya Deian’da kalabilirim. Görüşmek üzere.”
Melvenia Lucian’a son bir kez
bakıp odadan çıktı. Fazla geçmeden dış kapının sesi duyuldu. Şimdi ne yapması
gerekiyordu? Öyle bir andaydı ki hiçbir içki acısına çare olmazdı. Tekrardan
onu görmek çok farklı hissettirmişti. Sanki kaybettiği hayatı ona geri dönmüştü
ama o hayatı kabul edebilip edemeyeceğini bilemiyordu. Başını oturduğu koltuğa
yasladı. Sonsuz sayıda düşünce aklından geçiyordu. Onların sayısını azaltması
gerekiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Birkaç saat boyunca sadece
düşündü. Bir yandan Mel’in yanına gidip elini sıkıca tutmak isterken bir diğer
yandan ondan kaçmak istiyordu.
Ne yapacağını bilmediği her
zaman yaptığı gibi dışarıya çıkıp yürümeye karar verdi. Köyün dışına doğru
ilerleyecekti. Gecenin bir vakti olduğu için kılıçlarını kınlara yerleştirdi.
Özellikle o gece vakşi bir hayvan tarafından yenmek istemiyordu. Hızlı
adımlarla evden çıktı ve ormana doğru yürümeye başladı.
Lucian’ın o andaki umursamazlığının
sebebini kimse bilmiyordu aslında. Eğer birisi ona nereye gittiğini veya
gecenin bir köründe ne işi olduğunu sorsa hiçbir cevap veremezdi. Ne yaptığını
kendisi bile bilmiyordu. Cevapların önemsiz olduğu bir andaydı. Tam kendini
toparlamaya bir adım kadar yaklaşmışken herşey eskisinden çok daha beter
olmuştu.
Bir taraftan Melvenia’yı
sürekli görmek isterken içindeki bir diğer taraf onu sonsuza kadar unutmak
istiyordu. Ona yaptıkları aklına geldiği zaman ona olan öfkesi giderek artıyor,
tüm bedenini kaplıyordu. İşte tam bu an onun gülümsemesini tekrar hatırlıyor ve
bir anlığına her şeyi unutuyordu. Neden böyle oluyordu? Neden hiçbir zaman
toplarlayamıyordu kendini?
Ormanın içinde ilerlerken
böyle bir ruh hali içindeydi. Ne yapacağını bilmiyordu. O an için yaptığı
herşey o kadar anlamsız geliyordu ki ona içinde kopan fırtınayı durdurmak bile
istemiyordu.
Anlatmak istediği o kadar çok
şey vardı ki. Yıllarca içinde biriken ve her geçen an büyüyen o kadar çok şey
vardı ki. Kimsenin onları tam olarak bilme ihtimali yoktu. Bu nedenle asla
bilemeyecek birisine anlatmalıydı. Bu nedenle karşısına çıkan bir çınarı
kendisine kurban seçmişti. En azından çınarın anlattıklarından sıkılma ihtimali
olmazdı.
Yüzlerce yıllık çınarın
karşısına geçmişti. Onun büyüklüğü karşısında hayret etmiyordu ama veya onun
neleri gördüğünü bir an için bile düşünmüyordu. O an sadece içindekileri
anlatmak istiyordu.
“Söylesene yüce çınar ben
nerede hata yaptım. Yüzyıllara varan bir tecrüben var en iyi sen bilirsin
bence. Kaç kişi geçmiştir gölgenden, kaç kişi oturmuştur hemen yanına, kaç
hikayeye tanıklık etmişsindir şimdi sen, kaç çift öpüşmüştür senin yanında?
Söylesene ben nerede hata yaptım? Neden bunlar geldi benim başıma? Neden hep
ağlamaklı benim gözlerim? Neden asla gülemiyorum? Neden bunların hepsi benim
başıma geliyor?”
Tahminlerine göre anlattıkça
rahatlayacaktı ancak öyle olmamıştı. Bunun yerine daha fazla anlatmaya
hazırlıyordu kendini.
“Ben biliyorum ben hatayı
Mel’i sevmekle hata yaptım. Başka birisini sevseydim bu kadar acı çekmezdim.
Hatırlıyor musun bir gün ikimizde senin yanına gelmiştik. Evet, o gün aşkın
tohumlarını ekmiştik her yere. Meğerse onların hiçbiri aşkın tohumları falan
değilmiş. Meğerse kara lahanaymış hep onlar. Büyümediler zaten. Söylesene be
çınar insan sevdiğini hiç haber vermeden bırakıp gider mi? Onun yıllar boyunca
acı çekmesine hiç müsade eder mi? Hiç mi düşünmez sevdiğini? Cevaplarını
biliyorum bu yüzden hiç söyleme onları, boşver be çınar. Bu gece ben anlatayım
sen dinle.”
O esnada inceden bir rüzgar
çıkmıştı ama Lucian bunu fark etmedi bile. Hatta rüzgarın yavaşça
şiddetlendiğini de fark etmedi. Öyle bir andaydı ki hiçbir şeyi fark etmek
istemiyordu. Bu yüzden gözlerini kapatıp ağacın gövdesini yumrukluyordu
başlangıçta. Daha sonra ayakta duracak gücü kalmadığı için dizlerinin üzerine
çökmüş ve daha yüksek sesle ağlamaya başlamıştı.
Cevap beklemiyordu aslında.
Zaten bir çınardan cevap beklemesi saçma olurdu. Tek amacı içindekileri
birisine anlatmaktı.
Ağaçtan gelen “Ne oldu
aldattı mı seni?” cümlesini duyduğu zaman şaşkınlıktan kendini toprağın üzerine
attı.
Biraz korkak, biraz çekingen
bir sesle “Hayır, beni aldatmadı ama daha kötüsünü yaptı.”
“Hadi söyle ne yaptı sana?”
Lucian bu esnada iyice
delirdiğini düşünüyordu. Ancak bu garip, ürkütücü konuşma fırsatını kaçırmak
istemiyordu. “Beni bırakıp gitti, haber bile vermeden. Yıllarca onu bekledim
hep, çektiğim acıları umursamadan gitti ve sonra aradan 4.5 sene geçtikten
sonra geri geldi.”
Çınar ağacı konuşmaya devam
ediyordu “Genelde öyle yaparlar. Sen ne istediğini söyle bana.”
“Bilmiyorum ve bu bilinmezlik
canımı yakıyor, hatta beni paramparça ediyor. Şu anda rüzgarla etrafa savrulan
kül gibi hissediyorum kendimi.”
“Bana ne istediğini söyle?”
“Hayal karavanını yapmak ve
buradan gitmek istiyorum. Kimsenin bilmediği bir yere gidip en büyük hayalime
ulaşmak istiyorum.”
“Nedir senin en büyük
hayalin?”
“En büyük hayalim beni terk
edip gitmeyek bir sevgili. Daha doğrusu en büyük hayalim gerçek aşk.”
“Sende en zorunu istiyorsun.
Bunu ayarlamak zor olabilir.”
Ben ne yapıyorum diye düşündü
Lucian. Bu yüzden cevap vermeden önce birkaç an boyunca düşündü. Sadece bir
ağaç ile konuşuyordu ve bu son derece normal bir durumdu. Kimi kandırıyordu ki
yaşadıkları kesinlikle normal değildi. Hala bir ağaçla konuşuyordu ve ağacın
sabırsızlandığına yemin edebilirdi.
“Şu an bir ağaçla
konuşuyorum. Pardon çınar ağacı ile konuşuyorum. Daha zor ne olabilir ki?
Gördüğün gibi zoru hatta imkansızı başarabiliyorum.”
“Eğer delirmediysen çok
haklısın. Ancak şu an delirmiş isen durumun çok vahim.”
“En son delirmemiştim sanırım
veya delirmek üzereydim. Kafam çok karışık.”
“Şunu farkettim ki bu şekilde
konuşarak bir yere varamayacağız. Sana yardım etmek için uğraşıyorum biliyorsun
ve hala bir ağacım, çınar ağacı.”
“Sanırım bunun için bir şey
yapamam, seni insan yapamam.”
Lucian cümlesini bitirdiği
zaman bir an süren bir sessizlik oldu. Daha sonra Lucian arkasından bir ses
duydu “Gerek yok insan olmak benim için çok kolay.”
Lucian sesin nereden geldiğni
anlamak için kafasını çevirdiğinde hemen arkasında durmuş siyah elbiseler
giymiş ve siyah bir çapka takan birini gördü.
“Sen kimsin?”
“Benim kim olduğumu boşver
sen. Gel şuraya oturalım, yanımda çok güzel bir şey getirdim. Tam 200 yıllık,
harika bir ürün.” Şapkalı adam konuşmasını bitirdiğinde Lucian adamın elindeki
200 yıllık şarabın etkisiyle ağacın köklerinin üzerine oturdu. Şapkalı adam da
aynısını yapıp Lucian’ın hemen yanına oturdu. Daha sonra kadehleri doldurdu ve
içmeye başladılar.
“Beni en çok ne yıprattı
biliyor musun? O gittikten sonra çok uzun zaman boyunca kendimi toplayamadım.
Hayat o kadar anlamsız geliyordu ki bana, yazmayı denedim onu da başaramadım. O
geri gelmeyecek diyemedim hiç. Sonra tam onun gelmeyeceğini kabul edip kendi
hayatıma devam etmek istediğim zaman o geldi. Keşke oracıkta öldürseydi beni.”
“Kadınlar böyledir işte. Bir
anları bir diğerini tutmaz. Bence gereksiz canlılar ama konumuz değil. Sen bu
gidişle o kızı tekrar sevemeyeceksin. Onu her gördüğünde, adını her duyduğunda
yaşadıkların aklına gelecek, canın yanacak sonra. Daha fazla dayanamayacaksın.”
“Bana yardım etmek istediğini
söylemiştin işte sana fırsat bana hayal karavanını nasıl yapacağımı söyle.”
Lucian son cümlesini büyük isekle söylemişti. Sanki hayal karavanı onun için
önemli olan tek şeydi.”
“Sen ne istediğinin farkında
mısın? Seni en büyük hayaline götürecek bir karavan. Bunu yapabilirim ama çok
maliyetli olur.”
“Söyle ne istiyorsun?”
“İlk aşkını istiyorum.”
“Nasıl yani?”
“İlk aşkınla ilgili
hatıralarını alacağım ve gideceğim bu arada hayal karavanını nasıl yapacağını
da öğrenmiş olacaksın. Bence çok güzel bir anlaşma olur. Bir an para
isteyeceğimi düşündün değil mi? Merak etme benim parayla işim olmaz.”
Lucian ilk aşkıyla yani
Melveniz ile yaşadıklarını düşündü bir süre boyunca. Sonra çektiği acıları
hatırladı. Daha sonra o olmazsa bunları yaşamayacağını düşündü ve elini şapkalı
adama uzatak “Anlaştık” dedi.
“Harika o zaman. Bu gece
evine gittiğin zaman nasıl yapacağını öğrenmiş olacaksın. Ancak biraz uyu,
uyandığın zaman onu yapmaya başlayabilirsin. Hatta şu anda bile büyünün
kelimeleri zihninde dolaşmaya başlamış olmalı. O zaman ben gidiyorum, şarap
sende kalabilir.” “Bu arada her gittiğiniz yerde bir kitap bulmanız gerekiyor.
Bu yolculuğa tek başına cıkmayacağını düşünüyorum. Her gittiğiniz yerde bir
kitap bulacaksınız ve o kitabın içinde içinizden birisinin adı yazılı olacak ve
kitabını bulan en büyük hayaline ulaşacak.”
Şapkalı adam konuşmasını
bitirdiğinde bir anda ortadan kayboldu ve Lucian neler olup bittiğini anlamaya
çabaladı. Sahi gerçektende çınardaki ses birisine dönüşüp ona yardım mı
etmişti. En garip tarafı ise zihninden geçen kelimelerdi.
Her geçen an Lucian’ın
zihninden geçen kelimelerin sayısı artıyordu. Onların ne olduğunu bile
bilmiyordu ama içinde büyük bir gücün dolandığını hissediyordu. “Est, tamuri,
zeythe” zihninden geçen kelimelerden bazılarıydı sadece. Hayal karavanını
yapmaya yardımcı olacaksa diğer hiçbir şeyin bir önemi yoktu.
Oturduğu yerden kalkmayı hiç
istemiyordu. Ona kalsa sonsuza kadar orada otururdu. Ancak kalkması ve hayal
karavanını yapması gerekiyordu. Şapkalı o adamla yaptığı anlaşmanın neleri
doğracağını bilmiyordu aslında ancak bunun da bir önemi yoktu. Onun ilk aşkı
Melvenia’ydı ancak onu hatırlamaya devam ediyordu. Ancak onunla ilgili
hatırladığı şeyler artık ona acı vermemeye başlamıştı. Sanki hepsinin içi
boşalmıştı.
Lucian ayağa kalkıp yürümeye
başladığında hala geceydi. Bu da demektir ki herkes uyumaya devam ediyordu.
Evinden bayağı uzaklaştığında hızlı yürümeye karar vermişti. Şapkalı adamın
getirdiği şarabı yanına almak istemedi. Uzun zamandan sonra ilk kez bir amacı
varmış gibi geliyordu ona ve bu amaç için gerekli herşeyi yapabilirdi.
…
Evinin önüne geldiği zaman
daha önceden yapmış olduğu karavana bir göz gezdirdi ve gülümsedi. Çok az
kaldığını hissediyordu artık ve evin dış kapısını açıp içeriye girdi. Nas ve
diğerleri ile sabah konuşabilirdi ancak şu an daha önemli işleri vardı.
Eve geçtiğinde ilk iş olarak
yüzünü yıkadı. Belki bu ayılmasına yardımcı olurdu. Daha sonra içeriye geçti ve
tek kişilik mor koltuğa oturdu. O koltukları da kendisi yapmıştı. Ona kalsa tüm
evi siyaha boyayabilirdi ancak bunu yapmaktan son anda vazgeçmişti. Onun da
renklere ihtiyacı vardı.
Koltuğa oturduğu zaman derin
bir nefes alıp verdi. Sonra bir tane daha ve başka birisi. Gözlerini kapattı ve
zihnini boşaltmaya çalıştı. Aslında Melvenia ile ilgili düşünceler zihninden
çıktığı zaman oldukça hafiflemiş hissediyordu kendini. Öyle ki sanki hiçbir
düşünce yoktu zihninde.
Aklından geçen garip
kelimelerin başlangıcını bulmaya çabaladı. “Est” evet ilk kelime bu olmalıydı
ve onu sesli bir şekilde söyledi. Daha sonra ikinci kelimeyi bulması hiç zor
olmamıştı ve sonra üçüncüsünü. Kelimeleri söyledikçe rahatladığını hissediyordu
ve söylediği her kelime onu daha yorgun düşürüyordu.
İlk cümleyi bitirdiği zaman
tekrardan derin bir nefes aldı ve kelimeleri yüksek sesle söylemeye devam etti.
İkinci cümlenin sonuna geldiği zaman terkardan derin bir nefes aldı. Artık
fazla bir kelimenin kalmadığını düşünüyordu ve onları söyledi yüksek sesle.
Söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyordu ve bunu hiç umursamadı kalan
kelimeleri söylerken.
İçinden geçen kelimeleri
söylemeyi bitirdiği zaman çok derin bir nefes aldı. Kendini çok yorgun
hissediyordu ve yine de ayağa kalkıp karavana bakmak istedi. Dışarı çıktığı
zaman hızlı adımlarla karavanın yanına gitti. Dışarısı tamamen aynıydı ve içine
girdi.
İçeriye girdiği zaman
karşılaştığı manzara oldukça farklıydı. Küçük karavanının içi artık o kadar da
küçük değildi. Hatta eskisine göre devasaydı. İçeride birçok oda vardı ki
saydığı zaman 5 tane odanın olduğunu gördü. Mutfak, banyo ve oturma alanı.
Bunların hepsi söylediği sözler yüzünden mi olmuştu? Bunların hepsini o mu
yapmıştı.
O an kendini o kadar yorgun
hissediyordu ki tek istediği şey eve geçip uyumaktı. Eve geçtiği zaman kendini
koltuklardan birisinin üstüne bıraktı. Uykuya dalması fazla uzun sürmemişti.
Uyuyana kadar geçen kısa sürede olanları Naserious’a anlatmanın düşüncesi vardı
zihninde. Ancak hepsini anlatamazdı ona yoksa Naserious hep yaptığı gibi kızar
ve bir sürü söz söylerdi. Yıllar önce kendisine söylenen bir söz aklına geldi
“Herkesin herşeyi bilmesine gerek yok.” Naserious’dan sonra diğerlerini de
anlatır ve hep beraber yolculuğa çıkarladı.
Lucian kendini yukunun sakin
kollarına bıraktığı sırada başka bir evde gözyaşları sessizce akıyordu.
Aslında Melvenia Heyrina’nın
odasına gireli fazla olmamıştı. Lucian’ın yanından ayrıldıktan sonra gözyaşları
içinde bir süre boyunca kasabanın içinde dolanıp durdu. İçindeki sesler ona
geri dönerek yanlış yaptığını söylüyordu. O sesleri dinlemiyordu ama hep olmak
istediği yerdeydi şimdi. Belki olmak istediği şekilde değildi ama olsun
yıllardır hayalini kurduğu şeye tekrardan sahip olabilirdi.
Melvenia ağlamaktan bitap
düşmeye yakın bir noktadaydı. Heyrina ise bir kolunu onun omuzuna atıp
ağlamasını sessizce seyrediyordu.
“Mecburdum Heyrenia, bunu
anlatmayı ne kadar anlatmak istesemde yapamayacağımı biliyorum. Hepinizin
başını belaya sokamazdım ve kaçmaya mecburdum.”
“Anlamak istiyorum Mel,
yıllara varan bir dostluğumuz var seninle biliyorsun. Peki bunca yıl boyunca ne
yaptın sen?”
“Biliyorum kardeşim beni, bu
yüzden buraya geldim zaten. Ne yaptığıma gelince başlangıçta sadece kaçtım.
Sadece ağaçların yüksek dallarında uyudum. Zaman geçtikçe çok daha güçlü
hissediyordum kendimi. Kaçarak sonsuza kadar yaşayamazdım ama ve gittiğim
yerlerde işler bulmaya başladım. Onları yaparak güzel paralar kazanabiliyordum
ama kaçmaya devam ettim. Bir süre boyunca ülkenin dışında yaşadım, orada herşey
daha kolaydı. Angaria’nin kralının hizmetine girdim. Seri katil gibi çalıştım
orada, düşmanları teker teker öldürdüm. Sonra babamın öldüğü haberini aldım ve
geri geldim.”
“Neler yaşamışşın sen Mel.
Lucian bunların ne kadarını biliyor peki?”
“Sadece küçük bir kısmını.
Tamamını anlatmaya vaktim olmadı ki! Sence tekrar eskisi gibi olma şansımız var
mı?”
“Luci’yi tanırsın.
Merhametlidir, ona biraz zaman ver. Şu anda ne yapacağını bilmiyor o. Eskisi
gibi olur musunuz bilemem ama bir süre sonra tekrar konuşmaya başlayacağını
biliyorum.”
Melvenia bu sözlerin ardından
başını yukarıya doğru kaldırdı ve Heyrina’nın gözlerinin içine baktı. Heyrina
onda bir umut ışığını yakmıştı ve o ışık Melvenia’nın yeşil gözlerinin daha
güzel görünmesini sağlıyordu.
“Umarım dediğin gibi olur,
içimdeki suçluluk duygusu o kadar büyük ki bir gün ölürsem sebebinin o
olacağını çok iyi biliyorum. Luci beni affetmeden daha fazla yaşayamam ben.”
“Merak etme, Lucian seni
affedecektir. Sadece ona biraz zaman tanımalısın. Sen gittiğinden sonra hayalet
gibi dolaştı ortalıkta. Hatta sana komik bir şey anlatayım. Bundan bir süre
önce o Naserious, Lucian ve Galdor onun kafası dağılsın diye biraz uzaklaşmaya
karar verdiler. Sonra üçü başka bir şehre gitmeye karar verdiler. Oraya
gittikleri zaman gece olmuştu ve kalmak için bir han seçtiler. Bir tane de
garson kız varmış orada, Lucian’dan hoşlanmış tabi bu kız ve ona ilgi
göstermeye çalışıyormuş. Tabi kız o kadar ilgiliymiş ki o gece aralarında
birşey olacağını bile düşünmüşler. Ancak Lucian ona gösterilmeye çalışılan ilginin
farkında bile değilmiş. Kız da onun dikkatini çekmek için birayı onun üstüne
dökmüş. Tabi Lucian buna bile tepki vermemiş ve üstünü değiştirmek için odasına
geçmiş. Ertesi gün geri dönmüşler tabi. Sen birde bu hikayeyi Naserious’tan
dinle. Çok daha komik anlatıyor.”
“Ne yapmışım çocuğa ben.
Sayende tekrar gülebildim, hepinizi çok özledim ben.”
“Günlük ağlama limitini
doldurduğuna göre hadi gel biraz uyuyalım. Yarın neler gösterecek bakalım,
burada istediğin kadar kalabilirsin. Sen şu koltukta uyu bende burada uyurum.”
“Teşekkür ederim Heyrina.
Evet biraz uyumam lazım benim.”
Bu esnada Lucian koltuğa
kıvrılmış uyuyordu. Gece boyunca uyumaya devam etti. Sebebini bilmediği garip
bir huzursuzluk vardı içinde. Salonun camlarından içeriye güneş ışığı girmeye
başlamıştı ve çevreden gelen hayvan sesleri artmıştı. Ancak bunlar Lucian’ı
uyandırmaya yetmedi. Kapının yumruklanması sesine uyandı.
Hızlı adımlarla kapıya doğru
giderken aklındaki tek soru bu saatte kimin geldiğiydi. İkinci önemli soru ise
dün gece gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğuydu. Melvenia gerçekten
gelmiş miydi? Yoksa onun gelişini gördüğü başka bir rüya mıydı? İşin garip
tarafı ise daha önce gördüğü rüyalardan sonra hissettiklerinin hiçbirini
hissetmiyor olmasıydı. İşin daha da garip tarafı ise ona dair hiçbir şey
hissetmiyor olmasıydı.
Lucian kapıyı açtığı zaman
gelen kişinin Naserious olduğunu gördü. “Hoşgeldin Nas sabahın bu saatinde
hangi rüzgar attı seni buraya?”
“Rüzgar falan atmadı beni
seni kontrol etmeye geldim. Melvenia vurgunundan sonra nasılsın diye merak
ettim, senin için kolay değil biliyorum.”
“İyiyim merak etme, sadece
uyumak istiyorum şu anda. Daha önemli şeyler oldu dün gece. Rüyamda hayal
karavanını nasıl yapacağımı gördüm ve sabaha kadar çalışıp bitirdim onu. Hadi
gel göstereyim sana.”
“Yine ne manyaklıklar yaptın
sen! Hadi bakalım.”
Lucian, Naserious’u dışarıya
çıkartıp hayal karavanının yanına götürdü. “İşte bak, burada.” Cümlesini
bitirdiği zaman Lucian’ın yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve Naserious onu
uzun zaman sonra ilk kez bu kadar mutlu görüyordu.
“Aynı oğlum bu, zaten
yapmıştın bu karavanı sen.”
“Sen içine bak öyle karar
ver.”
İkisi birlikte içeriye
girdiler ve Naserious’un yüzü şaşkınlıktan bembeyaz oldu.
“Nasıl yani, yaptığın karavan
ufacık bir şeydi senin nasıl bu kadar büyüdü içi? Hayır dışarıdan da aynı
ufaklıkta! Ne yaptın oğlum sen buraya.”
“Söylediğim gibi rüyamda
nasıl yapılacağını gördüm. Büyü sözleri vardı onları söyledim oldu.”
“Sen ne anlarsın büyüden,
büyücülükten. Bana doğruyu söyle ne oldu burada.”
“Sana hiç yalan söylemedim
biliyorsun, dün olanları anlatıyorum sadece. Ben büyüden anlamam doğru ama sen
anlarsın. Bak bakalım ne varmış burada.”
Naserious, Lucian konuşmayı
bitirdiği zaman gözlerini kapattı ve kısık sesle bazı sözler söylemeye başladı.
Nasıl bir büyünün yapıldığını anlamaya çalışıyordu ancak büyü onun bilgisinin
çok ötesindeydi. Sanki yapılan büyü çok eskiydi, işin gerçeği büyünün hiçbir
parçasını anlayamıyordu. Sanki büyü onun bildiği, duyduğu hiçbir şeye
benzemiyordu. Hatta herhangi bir yaşayanın onu anlayabileceğine ihtimal
vermiyordu.Böyle
“Ne yaptın sen buraya. Burada
kullanılan büyünün en ufak bir parçasını bile anlamadım ben. Böyle bir şeyi
yapmaya senin gücün yetmez. Bana doğruları söyle nasıl yaptın bunları.”
Lucian, Naserious’un bu sert
tepkisini bekliyordu zaten gece boyunca hazırlamıştı kendini. “Aynen dediğim
gibi oldu. Gece rüyamda gördüm, büyünün sözleri sanki aklıma kazınmıştı ve
uyanınca hepsini söyledim. Sonuç ortada. Hem sen en büyük hayaline kavuşmak istemiyor
musun? Onca zaman boyunca hayal kurduğumuz şey şimdi karşında.”
“Bunun ne olduğunu anlamam
gerekiyor. Sen büyünün sözlerini hatırlıyor musun peki?”
“Hayır Nas, hiçbirini
hatırlamıyorum ve biliyorsun seni asla yalnız bırakmam. Bu yolun sonu nereye
giderse gitsin hep yanındayım. Hem birinin arkanı kollaması gerekiyor senin.”
“Teşekkür ederim Nas beni
yalnız bırakmayacağını biliyordum. İstersen sen anlamaya çalışırken bende
içeride birşeyler atıştırayım ve Galdor’a gidelim. Sonra Aranhil’e ve
diğerlerine. Hayallerimize çok yakınız” Lucian konuşurken neşesi giderek
artıyordu ve birşeyler atıştırmak için içeriye geçti. Naserious ise hayal
karavanının içinde kalıp büyüyü anlamaya çalıştı.
Lucian hızlı adımlarla eve
girip mutfapa geçti ve birkaç birşey atıştırarak kahvaltısını yaptı. Ne
yediğinin pek bir önemi yoktu biraz peksimet ve biraz peynir açlığını
bastırmaya yeterliydi. Kahvaltısını birkaç dakika içinde hızlı bir şekilde
yaptıktan sonra içinden kahvaltıyı zaten sevmediğini düşündü ve gülümsedi. Aynı
şekilde hızlı adımlarla evden çıktığında Hayal Karavanının kapısının önünde
durup Naserious’a seslendi “Hey Nas, ben Galdor’a doğru gidiyorum. İstersen
sende katıl bize.”
“İşimi bitirirsem gelirim”
dedi Naserius ve Lucian hızlı adımlarla Galdor’un evine doğru ilerlemeye
başladı. Aslında ikisinin evleri birbirine oldukça yakındı. Sadece köyün orta
yerinden geçen derenin diğer tarafına geçmeliydi. Şanslıydı ki uzun zaman önce
derenin iki tarafı bir taş köprü ile birbirine başlanmıştı. Taş köprü olmadan
önce derenin iki tarafı arasında küçük tekneler çalışıyordu. O tekneler ise
köprüden sonra dere boyunca balık avlamaya başlamışlardı.
Lucian acelesi olduğu
zamanlar gibi başkalarını görmüyordu. Görse bile umursamıyordu çünkü o an onun
için önemli olan şey Galdor ile konuşmaktı. Ona içindeki mutluluğun tamamını
anlatmak istiyordu ve beraber bu mutluluğu kutlamak. Galdor, Naserious gibi
sorgulamayacağı için çok daha neşeli olacaktı onunla yapacağı konuşma. Bu
nedenle ayrıca heyecanlıydı. Galdor’un onun mutluluğunu sorgulamadan kabul
edeceğini ve paylaşacağını çok iyi biliyordu.
Galdorun evine yaklaştığı
zaman onun evin dışında kütüklerin yanında elinde baltası ile gördü. Galdor’u
odun keserken izlemeyi her zaman sevmişti Lucian. Özellikle bazen baltası oduna
saplanmadığı zaman veya odunu istediği gibi kesemediği zaman tepkileri
gerçekten oldukça komikti. O esnada söylediği şeyleri bir sonraki an
hatırlayabilse kendisi bile gülmekten yerlere yatabilirdi.
“Hey Galdor, şu odunlarla
kavganı bir türlü bitiremedin. Yakında bu yüzden çevrede ağaç kalmayacak.”
“Bir sus be Lucian, harbiden
senin gelip işime engel olmak dışında bir uğraşın yok mu?”
“Engel olmaya gelmedim be,
seninle konuşmamız lazım.”
“Evet, bende öyle
düşünüyorum. Dün gece Naserious geldi buraya söylediklerine göre Melvenia
gelmiş dün. Yüzünün güldüğüne göre güzel şeyler olmuş sanırım. Gel oturda dün
olanları anlat bakalım. Dur hemen anlatma, ben biraz bira getireyim.”
“Bira kalsın şimdilik. Daha
öğlen olmadı. Melvenia konusuna gelince dün geldi evet, konuştuk, bir şeyler
anlattı bana. Babasından kaçıyormuş o yüzden haber verememiş. O gittikten sonra
düşündüm ve ona hak verdim. O kendince doğru kararı vermişti.”
“Nasıl yani??” Galdor
konuşurken şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı ve verdiği cevabı bağırarak
söylemişti. “Kafana sert bir şeyle mi vurdu? Ne yaptı oğlum sana, sen
Melvenia’nın gelişini bu kadar sakin karşılıyorsun. Yıllarca bunu anlattım sana
ama en saçma zamanda kabul ediyorsun. Kim vurdu oğlum kafana?” Galdor cümlesini
bitirdiği zaman uzun zakalını sıvazlayarak gözlerini gözyüzüne doğru
çevirmişti. Bunu genellikle düşünürken yapardı.
“Nasıl anlatacağımı
bilmiyorum sadece onu karşımda görünce bir anda ona karşı hissettiğim herşeyin
bir anda bittiğini hissettim. O gittikten sonra ise artık acı çekmiyordum. Sanırım
bu Mel’in benim bittiğini gösteriyor.”
“En güzeli be valla yıllarca
hep bunu anlatmaya çalıştım sana. Gel seninle biraz uzaklaşalım, bak söz
veriyorum çok acaip eğleneceksin.”
“Boşver şimdi onu, buraya
daha önemli bir şey konuşmak için geldim. Hayal Karavanını bitirdim ben. Çok
yakında hayallerimize kavuşuyoruz Galdor’um. Biricik kardeşim.”
Bunu duyan Galdor elindeki
baltayı yere bıraktı ve Lucian’a doğru koşmaya başladı. İri cüssesi sebebiyle
yapabilseydi toprağı sallayabilirdi. Lucian’ın yanına geldiği zaman kalın
kollarını onun beline dolayıp havaya kaldırdı ve kahkahalar atarak çevirmeye
başladı. Kendi etrafında o kadar hızlı dönüyordu ki Lucian ona durmasını ne
kadar söylesede dönmeye devam etti. En sonunda durdukları zaman Lucian başı
döndüğü için bir süre boyunca ayakta duramadı ve dizlerinin üzerine çöktü.
“Ne saçma bir adamsın lan
sen. Bıraksak öldüreceksin bizi.”
“Yok be oğlum, bu haberler
gerçekten harika. Biliyorsun seninle sonsuz ateşin dibine bile gelirim. Söyle
hadi ne zaman gidiyoruz?”
“Herkese anlatmam lazım şimdi
bunu. Sen ve Nas biliyorsunuz şu anda Aranhil’le konuşacağım sonra da
diğerleriyle. Hazırlanmamız falan bir veya iki günü bulabilir. Tabi onları ikna
etmem gerekecek.”
“Karşı çıkan olursa söyle
ağzını burnunu kırarım onun, en sonunda zaten ikna olur.”
“Teşekkür ederim Galdor, ben
şimdi Aranhil’e gideceğim ondan sonra diğerlerine. Hadi görüşmek üzere.”
Lucian, Galdor ile vedalaştıktan sonra yine hızlı adımlarla Aranhil’in evine
doğru yola çıktı.
Lucian Aranhil’in evine doğru
ilerlerken onun evde olmasını diledi. Eğer evde değilse ormanı dolaşmalı ve onu
bulmalıydı. Kesin yine bir yerlerde hayvan avlıyordur diye düşündü. Daha sonra
içinden bu saatte daha çıkmamıştır o. Çıktıysa zaten onu bul, avladığı
hayvanları taşımasına yardımcı ol bir sürü uzardı işi ve bu yüzden adımlarını
daha da hızlandırdı.
Aradan geçen yaklaşık 10
dakika sonra Aranhil’in evinin önüne kadar gelmişti. İlk olarak hızlıca kapıyı
çaldı, cevap gelmeyince evin etrafında dolaşmaya başladı. Şanslıydı ki
Aranhil’i evinin arka tarafında oklarıyla uğraşırken buldu. “Hey, dostum yine
mi avcılık işleri.”
Aranhil, Lucian’ı gördüğü
zaman oturduğu kütüğün üzerinden kalktı ve “Ooo kimler de gelirmiş. Sen
buraların yolunu bilir miydin?”
“Elbette bilirim sadece son
zamanlarda pek evden çıkmadım. Neyse önemli konular konuşacağız seninle işini
bırakta biraz oturalım.”
İkisi birlikte evin ön
tarafındaki ahşap koltukların oraya geçtiler ve Aranhil “Anlat bakalım Luci,
meraktan öldüreceksin galiba bizi.”
“Dün gece Hayal Karavanını bitirdim.
Rüyamda nasıl yapcağımı gördüm, bazı büyü sözleri fısıldadım ve oldu. Artık
hayallerimize kavuşacağız. Çok az kaldı.”
“Tamam da nasıl olacak bu iş.
Hep böyle düşünmeden hareket ediyorsun sen ve başımıza binbir türlü bela
geliyor. Sana kutların bize saldırdığı zamanı hatırlatmak isterim.”
“Onu hiçbir zaman unutmadım
ben merak etme. Şu anda herkesle teker teker konuşuyorum. Naserious ve Galdor
ile konuştum, diğerleri ile de konuşacağım. Sonra bir toplantı yapıp yola
çıkacağız.”
“Ben gelirim, maceraya her
zaman açığım biliyorsun. Kylana da gelmek ister böyle bir geziye. Daha önce
konuşmuştuk ve keşke böyle bir şey olsa demişti bana. Onu da yanımıza almak
isterim.”
Lucian cevap vermeden önce
bir an düşündü. Daha sonra Aranhil’in gözlerinin içine baktı. Onu kırmayı
hiçbir zaman düşünemezdi, hele onu hayal kırıklığına uğüratmayı asla
düşünemezdi. “Kylana’yı pek sevemedim biliyorsun ama sen istiyorsan elbette
gelebilir.”
“Biliyorum siz ikiniz bir
türlü birbirinize ısınamadınız ancak onu tanıdıkça daha çok seversin merak
etme. Özünde iyi kızdır ama zor şeyler yaşadı, hem kuzenim onu korumam ve mutlu
olmasını sağlamam lazım.”
“Merak etme, anlaşırız
umarım.”
“Bu arada Melvenia’nın
döndüğünü duydum. Nasıl hissediyorsun sen?”
“Daha iyiyim. Sanırım
içimdeki hayalet Melvenia dün öldü. Çok garip ama kendimi çok iyi hissediyorum
şu anda.”
“Çok garip fakat senden
normal bir şey beklemezdim. Melvenia’yı atlatmana sevindim. Zaten o kız seni
yavaşça bitiriyordu. Daha sonra uzun uzun konuşuruz. Ben de kılıcımı, oklarımı bileyeyim.
Hadi yolun uzun senin.”
“Teşekkür ederim Aranhil.
Herkesle konuştuktan yanına gelirim hatta bizim orada buluşuruz akşama, bir
şeyler içeriz beraber.”
Lucian ve Aranhil konuşma
bittikten sonra sarıldılar ve vedalaştılar. Şimdi sırada Heyrina vardı. İşin
garibi Mel’in onun yanında olabileceğini bilmesine rağmen onu görmekten hiç
çekinmiyordu. Normalde onu tekrardan görmekten deli gibi korkması gerekirsen o
an hiçbir şey hissetmiyordu ve Heyrina’nın evine doğru yola çıktı.
Şansına Heyrina’nın evi oldukça
yakındı. Aslında onu severdi Lucian. Neredeyse bütün hayatında bir yerlerde o
hep vardı. Onunla tanıştığı zaman oldukça küçüktü ikisi de. Ailesinden kaçıp
gelmişti. Sebebini sorduğu zaman ise onun tarlada çalışmasını istediklerini
söylemişti. O ise şarkı söylemek istediği için kaçmıştı evden. Yeni bir hayat
kurmayı seçmişti kendisine. Onların yanına ilk geldiği günü hala hatırlıyordu
Lucian. Kimsesiz bir şekilde öylece duruyordu. O zaman ona yardım etmişlerdi ve
sonra arkadaş olmuşlardı. Bir süre boyunca Melvenia’da kalmıştı. Daha sonra ise
bir handa şarkıcı olarak çalışmaya başlamıştı.
Aradan geçen yıllarda hep
yakın’dı Heyrina. Hep önemliydi. Güzel bir kızdı aynı zamanda ama onu güzel
yapan en önemli yanı sesiydi. Melekleri kıskandıracak kadar güzeldi onun sesi.
O şarkılara aitti bunu herkes bilirdi.
Heyrina’nın kapısına geldiği
zaman önce yumruğunu sıktı ve kapıya birkaç kere hafifçe vurdu. Yavaşça 3 kere
vurmak onların arasında bir haberleşme şekliydi ve gelenin yabancı olmadığını
gösterirdi.
Lucian fazla beklemeden kapı
açıldı. Kapıyı açan Heyrina oldu. Lucian’ı ilk gördüğü anda yüzüne bir
şaşkınlık ifadesi oluştu ancak bu ifade kısa zamanda yerini kocaman bir
gülümsemeye bıraktı. “Hoş geldin Luci.”
“Hoş buldum Heyrina. Konuşmak
istediğim bazı konular vardı da seninle. Hem belki bari çok güzel haberler
verebilirim.” Lucian’da aynı şekilde gülümseyerek karşılık vermişti ona. Öyle
bir andaydı ki mutluluğunu hiçbir şey bozamazdı.
“İçeriye davet ederdim seni
ama biliyorsundur Mel burada. Dün gece neler olduğunu anlattı bana. İçeriye
gelmek istediğine emin misin?”
“Evet, eminim hem onunla da
konuşmak güzel olur.”
Lucian ve Heyrina hızlı
adımlarla oturma odasına doğru ilerledi. İçeriye önce Heyrina gitdi ve hemen
ardından Lucian. “Mel bak kim geldi!”
Bu sefer şaşırma sırası
Melvenia’daydı. Normalde en son görmeyi beklediği kişiydi o ama nedense ilk
gelen o olmuştu. Onunla yüzleşmeye gelmiş olamazdı, bu Lucian’dan bekleyebileği
bir hareket değildi. Ayağa kalktı ve “hoşgeldin Luci” dedikten sonra hepsi
birlikte oturdu.
Melveniz ve Heyrina yanyana
oturdular Lucian ise onların hemen karşısında. Fazla zaman kaybetmeden Lucian
konuşmaya başladı. Garip bir anın içindeydi, yani garip olması gerekirdi ki o
an neden garip olması gerektiğini bilmiyordu. “Dün gece hayal karavanını
bitirdim. Bu gün herkesle konuşuyorum kimler gelmek isterse yarın yola çıkmayı
planlıyorum. Naserious, Galdor ve Aranhil ile Kylana tamam dedi. Şimdi sıra
sizde.”
“O karavan bizi saçma sapan
yerlere götürmez değil mi Lucian?” Heyrina konuşurken neşesi hala devam
ediyordu. O an en büyük hayalini tekrardan hatırladı, çok başarılı bir şarkıcı
olmak istiyordu o ve bunun için herşeyi yapabilirdi. O tam konuşmaya
hazırlanırken Melveniz araya girdi ve neşeli bir şekilde “İkimiz de geliyoruz.”
dedi. Lucian’a ne olduğunu bilmiyordu ama o an için fazlasıyla normal
görünüyordu. Hatta gereğinden fazla normal gibiydi sanki. Ters giden birşeyler
vardı ama ne olduğunu bilmiyordu. Belki de bilmemek daha iyiydi o an. Tekrar
Lucian’ın yanında olacaktı, en kötü ne olabilirdi ki.
“O zaman çok sevindim ben.
Şimdi kalanlarla konuşayım bu akşama bir toplantı ayarlayabilirim belki.
Yarında yola çıkarız. Sonra gelsin hayaller.”
Lucian, Heyrina ve
Melvenia’nın yanından ayrıldığı zaman kendine nelerin olduğu merak ediyordu. Birkaç
saat önce onu gördüğü zamanı düşünüyordu. Neler hissettiği, ne derece çaresiz
kaldığı ve hatta hareket bile edemediği aklına geliyordu ama o an hiçbiri
yokmuş gibiydi. Normalde Mel’i görmüş olsaydı yine aynısı olacaktı bundan
emindi. Daha kötüsü bile olabilirdi belki de. Gerçekten ona karşı hissettiği
her şey alınmış mıydı ondan? Böylesi daha güzel diye düşünüyordu özellikle ona
karşı yapılanlar aklına geldiği zaman. Hayatının 4 senesi sanki yok olmuştu
ancak bu şekilde devam etmeyecekti. Melvenia artık gitmişti hayatından. İçinde
kocaman bir boşluk vardı sanki Melvenia hayatının her bölümünü kaplıyormuş
gibiydi ve onu çıkarınca geriye hiçbir şey kalmamıştı sanki. Boşluğa da
alışırdı ama nelere alışmamıştı ki o, nelerin üstesinden gelmemişti.
Bu düşünceler bir an için
donuklaşan yüzünün tekrar gülmesini sağlamıştı. Artık özgürleşmişti, artık
zincirlerinden kurtulmuştu. Aslında hep hayal ettiği şeylerdi bunlar.
Yavmie’nin evine doğru ilerlerken tek düşündüğü şey Derian’ın da orada
olmasıydı. Eğer böyle olursa onun evine gitmekten kurtulurdu.
Aslında ikisini de severdi
onların. Belki Derian’ı biraz daha fazla seviyor olabilirdi. Bunu hiç
düşünmemişti aslında. İkisini neredeyse tüm hayatı boyunca tanıyordu. Derian
biraz farklı bir kızdı, onu ne kadar yakından tanırsa tanısın sanki onunla
ilgili bilmediği birşeyler vardı. Bazen onun gözlerinin içine baktığı zaman
orada daha önce hiç görmediği bir renk görürdü sanki. Sanki onun içinde
bambaşka birşey vardı.
Derian ise onlara daha
sonradan katıldı. 7 yaşında olduğunu hatırlıyordu. Bir kız çocuğu onların
yanına gelmişti, açtı susuzdu. Onu yedirmişlerdi, onunla ilgilenmişlerdi. Daha
sonra ise onların bir parçası olmuştu Derian. Derian’da farklı birisiydi.
Hayatına kaç kişinin girdiğini hiçbir zaman öğrenemedi. O birşeyler arıyordu
ama ne aradığını bilemedi hiçbir zaman. Aslında güzel bir kızdı. Hem yüzü hemde
fiziği oldukça çekiciydi. O ise bunları göstermekten hiçbir zaman çekinmezdi o.
Yavmie’nin evine yaklaştığı
zaman ikisini bahçede otururken gördü. İşte bu sevindirici bir haberdi. Kesin
yine dedikodu yapıyorlardır diye düşündü. Derian kesin Yavmie’ye yeni
maceralarını anlatıyordu. “Selam kızlar.”
Derian, Lucian’ı gördüğü
zaman hemen ayağa fırladı ve ona doğru koşar adımlarla ilerledi. “Hoşgeldin
Luci, özlemiştim seni.”
“Hoşbuldum Derian, evet şu
sıralar evden pek çıkmıyorum.” Lucian cümlesini bitirdiği zaman Derian
kollarıyla onu sıkıca sardı. Öyleki Lucian onun bedenindeki tüm kıvları
hissediyordu. Bunu hep yapardı o, insanları etkilemek için dişiliğini kullanırdı.
Onun bu taktiğini çok iyi bildiği için hafiçe itip kendinen uzaklaştırdı.
Ardından gülmeye devam etti. Yavmie’ye dönüp ikinizle de konuşmak istediğim bir
konu var.
“Gel Luci, anlat bakalım.”
Derian ve Lucian, Yavmie’nin
yanına doğru ilerlediler ve ikisi birlikte Yavmie’nin yanına oturdu. “Lafı çok
fazla uzatmayacağım Hayal Karavanını yaptım ve şimdi yolcuları toparlıyorum.
Siz geliyor musunuz? Benimle birlikte en büyük hayallerinize ulaşmak ister
misiniz?”
“Bunu daha önce konuştuk be
Luci. Her seferinde ikimizde o karavanı yaptığın zaman geleceğimizi söyledik
sana. Şimdi de farklı bir şey söyleyebileceğimizi sanma lütfen.”
“İşte bunu duymak harika
oldu.”
“Sizin için geliyoruz
biliyorsun biz olmasak ne tadı tuzu olur o gezinin ne de en ufak bir heyecanı.”
“Bende bu yüzden sizin
yanımda olmasını istiyorum.”
“Merak etme Luci, istersen
seni bolca eğlendirebilirim.” Yavmie sözü Derian’dan alıp konuşmaya başlamıştı.
Hatta konuşurken Lucian’a bir bakış atmıştı. Bu bakışı da çok iyi tanıyordu,
tutku dolu bir bakıştı o. Bu bakışa karşı durabilecek erkek sayısı oldukça
azdı. Lucian bu bakışı daha önce de görmüştü ve o zamanlarda da ona karşı
koymuştu. Ancak o zaman bu karşı koyuşun sebebi Melvenia’ya karşı
hissettikleriydi ancak şimdi Melvenia yoktu.
“Emin olun çok eğleneceğiz.
Ben eve geçeceğim. Sizde hazırlıklarınızı yapın ve gece olduğu zaman bizim evde
buluşalım. Toparlanırız ve sabaha doğru yola çıkarız.”
Lucian onları bırakıp
uzaklaşırken diğerlerine buluşma saatini söylemediğini hatırladı. Neyse bu
kolay işti nasıl olsa birçoğu karavanı görmek için onun evinde toplanmış
olmalıydı.
Lucian evine doğru giderken
aklında bir çok soru vardı. Bunlardan ilki Melveni ve onu görünce hiçbir şey
hissetmemesiydi. Şikayetçi olduğu söylemezdi ancak bu sanki içinde büyük bir
boşluk var gibi hissettiriyordu ona. Bir diğer taraftan gerçekten de hayal
karavanı ile hayallerine nasıl ulaşacaklarını merak ediyordu. Aslında soruların
birçoğu hayal karavanı ile ilgiliydi. Hele birde anlaşma yaptığı çınar
görünümlü adam vardı ki onunla ilgili hiçbir sorunun cevabını bilmedi için
düşünmek istemiyordu.
Evine yaklaştığı sırada
tahmin ettiği gibi Naserious, Galdor ve Aranhil’i bahçede otururken gördü.
Hepsinin keyfi yerinde gözüküyordu. Görünüşe göre Naserious hariç hepsi
eşyalarını toparlamıştı bile. Galdor baltasını sırtına asmış, Aranhil ile
yayını omuzuna asıp kısa kılıcını beline yerlertirmişti. Naserious ise henüz
hazırlıklarını yapmamıştı. Elbette Galdor metal zırhını giyerek saavşa
gideceklerini işaret ediyordu sanki. Aranhil ise ona göre daha temkinliydi, her
zaman giydiği deri zırhı ve siyah pelerinini giyiyordu.
“Selam gençler” diyerek
onlara doğru ilerlemeye başladı Lucian. Onu gördükleri zaman arkadaşlarının
hepsi ayağa kaltı. “Oooo kimler gelmiş!”
Lucian cevap vermeye yeltendiği
sırada ona doğru koşan Galdor Lucianı belinden tutup havaya kaldırdı ve olduğu
yerde çevirmeye başladı. Galdor bunu yapmayı çok severdi, arkadaşlarına
sevgisini en iyi bu şekilde ifade ettiğini düşünürdü. Elbette onun bu sevgi
gösterisi arkadaşları içinde bir eğlence kaynağıydı. Bundan yıllar önce hepsi
gençlik çağlarını yaşarken bir keresinde Galdor yine Lucian’ı çevirmeye
başlamıştı. Ancak önceki gece Lucian fazsıyla içmiş olduğu için midesindeki
herşeyi dışarıya püskürtmüştü. Tabi bu esnada onların etrafında olan herkesde
mide sıvısından faydalanmıştı.
Bu yüzden Lucian, Galdor’un
sevgi gösterisinden hiç hoşlanmazdı. Galdor’un sırtını yumruklaması da bu
sebeptendi. “Yeter lan bırak artık beni.”
Galdor onu bir kaç kere daha
çevirdikten sonra yere bıraktı. Lucian başlangıçta ayakta durmakta biraz
zorlansa da arkadaşlarının yanına geçip oturdu. “Söyle bakalım Luci kimler
bizimle?”
“Herkes geliyor. Eskisi gibi
tekrar bir ekip olacağız.”
“Hatırlıyor musun bundan çok
yıl önce kasaba işgal edilmişti. Ne deli savaşmıştık o zaman. Hala hatırlıyorum
o zamanlar Aranhil oldukça zayıf bir çocuktu onu kaldırıp düşmanların üzerine
atmıştım. Aslında o beni atmış olsa çok daha güzel oludu ama nerede onda beni
kaldıracak güç?”
“Tabi Galdor sen kaya gibi
adam olmasan kaldırırdım da oğlum sen ağırlıktan koşamıyorsun bile.”
Diğerleri kendi aralarında
şakalaşırken Naserious düşünceli bir şekilde duruyordu. “Hey Nas, ne oldu sana?
Yüzünden düşenler yere değmeden paramparça oluyor.”
“Bir şey olmadı Luci. Sadece
sen gittiğinden beri karavanı anlamaya çalışıyorum. Ancak pek başarılı
olamadım. Sadece onun içinde birçok büyü olduğunu anladım ancak onlar o kadar
iç içe geçmiş ki birbirinden ayırmak mümkün değil. 50 tane kelimenin üst üste
yazıldığını düşün. Anlamak mümkün değil hiç. Sadece bu karavanın bizi
hayallerimize ulaştırabileceğini anladım ama nasıl olduğu konusunda hiçbir
fikrim yok. Bir de şunu anladım hiçbir canlı bu büyüyü yapamaz. Bu bizim
algımızın çok ötesinde bir şey.”
“Hoş bundan bir sürü yapıp
satmayı düşünmüyoruz ki. Yapabilsek ne güzel olurdu, hayallere öyle de
ulaşırdık sanki.” dedi Aranhil gülümser bir şekilde.
“Bizim işimiz parayla değil
bunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Öyle olsaydı güneydeki savaşta ele geçirdiğimiz
herşeyi etrafa dağıtmazdık.”
“Haklısın be Lucian. Keşke
birkaç altın kendimize ayırsaydık oradan. Hele o altın kolye, ah o altın kolye,
hani elmaslarla süslü olanı.. Yedi sülalemize yeterdi o.”
“Hep Galdor’un yüzünden.
Kimseye bir şey söylemeden aşık olduğu kıza vermişti onu ve kız Galdor’u
yanağından öptükten sonra kayıplara karışmıştı. Sahi amacın neydi senin,
evlenecek miydin onunla?
“Çok seviyordum lan o kızı
ben. Aynı benim dişi olanım gibiydi. Evlenme teklif edecektim ona, işte kolyeyi
verdim. Babam beni çağırıyor dedi, yanağımdan öptü ve gitti. Gidiş o gidiş
tabi.”
“Ne alem adamsın lan sen.
Neyse güneş batmaya başladı sende istersen ufaktan hazırlan Naserious. Akşam
yola çıkacağız.”
“Benim hazırlanmam çok kolay
iş.”
“O değil de içeriye baktım
ben 5 tane oda var ve her odada ikişer yatak. En baştan söylüyorum Galdor ile
aynı odada yatmam ben. Hayvan ejderha gibi horluyor.”
Bu sözün üzerine hepsi
birlikte kahkahalar içerisinde gülmeye başladılar. O an için keyifleri oldukça
yerindeydi. Naserious gülmeyi bitirdiği zaman “Ben eşyalarımı hazırlamaya gidiyorum.
Birazdan gelirim” dedi ve hızlı adımlarla onlardan uzaklaştı. Diğerleri ise
gülmeye devam ediyorlardı.
Naserious onların yanından
ayrıldığı zaman Lucian ve Aranhil Galdor’un geçmişte yaptıkları üzerine
konuşmaya devam ediyordu. Bu ise kahkahalar içinde gülmelerine sebep oluyordu.
“Bakın biraz daha dalga geçerseniz yemin ediyorum size bu baltayı yediririm.”
“Sakin ol be Galdor, sen
olmasan bizi kim neşelendirecek. Tamam daha fazla hikaye anlatmıyoruz.” Lucian
bu cümleyi kurarken bile gülmeye devam ediyordu. Galdor ise uzun sakalının
arkasında dişlerini sıkmaya başlamıştı. Her ne kadar kendilerini tutmaya
çalışsalar da ikisi de küçük, kesik kahkahalar atıyorlardı. Aslında gülmemeleri
onların sağlığı için faydalıydı. Galdor daha önce ikisine de saldırmıştı ve
onun gözü döndüğü zaman durdurulması neredeyse imkansız oluyordu.
Bu esnada gelecek
arkadaşlarını bekleyen Lucian yolun biraz uzağında Derian ve Yavmie’yi gördü.
Onların gelmesi güzel olacaktı.
“Selam gençlik.” dedi Derian
yüzünde çekici bir gülümsemeyle.
“Hoşgeldiniz kızlar. Buyrun
oturun.”
“Tabi ki oturacağız.”
İçlerindeki neşe sayıları büyüdükçe giderek artıyordu.
Derian gözlerini Lucian’dan
ayırmıyordu pek. O gün Derian’ın hedefi olmak için seçilen kişi Lucian’dı ve o
bu durumdan kaçmak için elimden geleni yapıyordu.
“İsterseniz Aranhil size
karavanı göstersin.”
“Ben karavanı çok fazla merak
etmiyorum Luci. Burada kalabilirim.” dedi Derian.
Yavmie ise nelerin olup
bittiğinin farkındaydı ve Lucian’ın yüzündeki utanma ifadesini görmüştü.
“Yavmie hadi gel karavana bakalım biraz.” dediği zaman ikisi birlikte kalkıp
Aranhili takip ettiler.
“Ulan Luci, güzeli kız senin
içine düşüyor ama sende hala iş yok.” dedi Galdor şakayla karışık bir şekilde.
“Bırak artık bu işleri
Galdor. Ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Hatta şu sakalları kesersen seninle
birlikte olma ihtimalim ondan daha fazla.”
“Harbiden dayak istiyorsun
sen. Bak etrafta tutacak kimse de yok. Ağzını burnunu kırarım yeminle.”
“Hey Luci, bu karavanın içi
dışından daha büyük. Nasıl bir iş bu?” dedi Yavmie.
“Orasını kurcalamayacaksın.
Küçücük karavana sığmazdık bile.”
“Ancak hepimize yetecek oda
yok. Mecburen ikişer ikişer kalmak zorundayız.”
“Evet, onu planladım ben.
Erkekler beraber yatacak, kızlar da aynı şekilde.”
“Bunun bizi en büyük
hayallerimize ulaştıracağından emin misin” Derian’ın yüzündeki çekici ifade
yerini daha ciddi bir duruşa bırakmıştı.
“Evet, eminim. Naserious
bayağı inceledi onu ve herkesi en büyük hayaline ulaştırabileceğini söyledi.”
“İyi bari, kendimizi boş yere
tehlikeye atmak istemem.”
“Tabi canım bunu Galdor hariç
kimse istemez.” Lucian cümlesini bitirdiği zaman tekrardan kahkahalar atmaya
başladılar. Galdor yapabilseydi burnundan ateşler çıkartabilirdi o anda.
“Hadi çocuğu bırakalım şimdi
baksana öfkeden turp gibi oldu. Diğerleri ne zaman gelecek?”
“Naserious eşyalarını almaya
gitti. Melvenia ile Heyrina da yakında gelecek. Aranhil’de Kylana’ya haber
verdi o da gelir yakın zamanda. Çıkmadan önce birşeyler içeriz ve ay tepeye
ulaştığı zaman yola çıkarız. Planların bu şekilde.”
“O zaman ben içeçek bir
şeyler alayım hemen. Hatta fazla fazla alalım da yolda yanımızda bulunsun.”
“Ne alacaksın peki?” Derian
gözlerini biraz büyüterek sormuştu soruyu.
“İki fıçı bira alacağım
kendime. Kalanlara da bir kaç şişe şarap alırım.”
“Oğlum bari şuradaki el
arabasını al yanına. İki fıçı bira al yanına da 15 tane falan şarap al.
Kalabalık olacağız unutma.”
“Tamam alırım da en baştan
söyleyeyim biramdan kimseye vermem.”
“Olurmu öyle şey Galdor
efendi. Buradaki tüm gıdalar ve içecekler ortak olacak. Yoksa yeminle gece sen
uyurken hepsini boşaltırım.”
“Tamam tamam birkaç kadeh
veririm size. Hadi beni oyalamayın gidip alışveriş yapacağım.” Galdor sessizce
uzaklaşırken geriye kalan herkes merak içinde Hayal Karavanına bakmaya
başlamıştı.
“İsterseniz siz ufaktan
eşyalarınızı yerleştirin. Odalarınızı kafanıza göre seçin, gerekli
düzenlemeleri herkes gelince yaparız” Lucian hiç azalmayan neşeşi ile birlikte
konuşmaya devam ediyordu.
“Tamam biz içeriye geçiyoruz
o zaman.” dedi Yavmie ve Aranhil’i alarak ayağa kalktı.
“Ben bir süre daha burada
kalacağım. Temiz hava almak istiyorum.”Herkes Derian bunları söylerken
niyetinin ne olduğunu çok iyi biliyordu aslında. Bu yüzden Lucian’a bakarak
gülümseyerek yürümeye başladılar.
Lucian ve Derian ayrı
koltuklarda oturuyorlardı. Bu esnada Derian’ın gözü sürekli olarak Lucian’ın
üzerindeydi. Yüzüne çekici bir gülümseme yerleştirmişti. Lucian bu gülümsemeyi
de çok iyi biliyordu bu yüzden pek umursamıyormuş gibi davrandı.
“Luci biz niye böyle uzak
oturuyoruz. Yanına geleyim de diğerleri geldiği zaman oturacak yer kalsın
onlara.”
“Bence böyle güzel Derian.
Hem gelenler yanımıza da oturabilir. ”
Derian’ın duymak istediği
cevap bu değildi ama onun vazgeçmeye niyeti yoktu. Hafifçe öne doğru eğilerek
vücudunun hatlarını ortaya çıkarttı. Ancak Lucian ona bakmıyordu. O esnada gözü
yoldaydı ve gelecek arkadaşlarını bekliyordu. İleride onlara doğru gelen
Melvenia ve Heyrina’yı gördüğü zaman heyecanlı bir şekilde ayağa kalktı ve
Derian’a “Geliyorlar” dedi.
Melvenia ve Heyrina biraz
daha yaklaştığı zaman Heyrina neşeli bir şekilde “Biz geldik Luci, diğerleri
nerede?”
“Naserious ve Galdor birazdan
gelecek. Aranhil ve Heyrina içeriye geçti eşyalarını yerleştiriyorlar. Haymana
da gelir birazdan. ”
“O zaman tam zamanında geldik
desene.”
“Selam Luci.” Melvenia
konuşurken ses tonunda şaşkınlık vardı. Hala Lucian’ın nasıl bu kadar hızlı
değiştiğine anlam veremiyordu. Ona ne olmuş olabilirdi ki?
“Hoşgeldin Mel, Hayal
Karavanı karşınızda. Şimdiden söyleyeyim içi dışından daha büyük. Gelin size
içeriyi göstereyim. Hemde sizde yerleşirsiniz.”
Lucian ikisini yanına alıp
Karavana doğru yürümeye başladığı sırada “Derian sende gel istersen eşyalarını
yerleştirirsin” dedi. Derian bu durumdan memnun olmasa da istediğini elde etmek
için zamanı olacaktı ve onlarla birlikte yürümeye başladı.
Karavanın kapısından içeriye
girdikleri zaman Lucian konuşmaya başladı “Size içi dışından daha büyül
demiştim. 5 tane yatak odası var. Bir oda benim olacak ve siz ikişerli olarak
odalarda kalacaksınız. Yolculuk detaylarını bu akşam anlatacağım hepinize.
İsterseniz siz de kendinize bir oda seçin ve eşyalarınızı yerleştirmeye
başlayın.”
“Tamam Luci, öyle yaparız
biz. Sanırım sen beklemeye devam edeceksin.” konuşan Heyrina olmuştu çünkü
Lucian’da bir gariplik olduğunun o da farkındaydı. Melvenia’nın yokluğunda
paramparça olan adam gitmiş yerine bambaşka birisi gelmişti.
Kısa konuşmanın ardından
Lucian Derian ve Aranhil’e sataştı ilk önce. Gülüşmeler devam ederken benim
çıkmam lazım dedi ve dışarıya doğru yürümeye başladı.
Dışarıya çıktığı zaman
ileride yürümekte olan Naserious’u gördü ve ona doğru koşmaya başladı. “Sakin
ol Luci.”
Ancak Naserious konuşmaya
devam edeceği sırada nefesi Lucian’ın sarılması ile kesildi. “Hoş geldin
kardeşim.”
“Hoşbulduk da biraz serbest
bırak sen beni, nefes alamıyorum sayende.”
“Çok mutluyum be abi, hepimiz
hayallerimizden bir adım uzaktayız.”
“Evet, öyleyiz de bunun için
beni öldürmene hiç gerek yok. Nedense içimde bir şüphe var bu karavanla alakalı
ama şimdilik bunu yok sayıyorum. Hem ben gelmesem başınız belaya girdiği zaman
sizi kim kurtaracak.”
“Sen olmasaydın adım bile
atmazdım ben biliyorsun.”
“Çok iyi biliyorum ne zaman
bensiz adım atmaya kalksan başını belaya soktuğunu da biliyorum.”
“Benim de huyum böyle
biliyorsun bunu. İstersen içeriye git sende, bende buraada Galdor ve Kylana’yı
bekleyeyim. Hem içeride eşyalarını yerleştitirirsin. Sanırım Aranhil ile
kalacaksın.”
“Kiminle kalacağım çok önemli
değil sadece Galdor ile kalmam, adam çok fena horluyor.”
Naserious karavana doğru
ilerlerken Lucian tekrardan bankın üzerine oturup. Diğerlerini beklemeye
başladı. Çok az kalmıştı.
Lucian bankın üzerinde
otururken arkadaşlarını bekliyordu. Beklemeyi pek sevmezdi ancak hayat onu hep
beklemeye yönlendirmişti. Arkadaşlarını beklerken ömrünün çok büyük bir
bölümünde beklediğini düşündü. Beklemek ona hep acı verirdi çünkü beklediği
hiçbir zaman gelmezdi. Gelse bile doğru zamanda gelmezdi. Zaten bu yüzdendi
geceleri avizesi ile konuşması. Bu yüzdendi içindeki boşluğun sebebi.
Kendini çok heyecanlı hissediyordu
Lucian. En çok beklediği şeye ulaşmasına çok az kalmıştı gerisinin pek bir
önemi yoktu onun için. Artık beklemek istemiyordu, harekete geçmek ve beklediği
her ne ise onu almak istiyordu. Melvenia’da da aynısı olmuştu. Yıllarca
beklemişti onu ama o tamda beklmeyi bıraktığı zaman gelmişti. Beklemek
hayattaki en acı verici şey diye düşündü içinden. İnsanın karşılabileceği en
büyük zorluktu beklemek.
Lucian arkadaşlarını
beklerken Melvenia karavandan dışarıya çıkıyordu. Tek amacı Lucian’la biraz
konuşabilmek ve onun ani değişiminin sebebini öğrenmekti. Ona ne olmul
olabilirdi ki? Sanki bir anda tamamen değişmişti, sanki ona tamamen
yabancılaşmıştı.
“Hey Luci, seninle biraz
konuşabilir miyiz?” Melvenia karavanın dışına doğru birkaç tane hızlı adım
atarak Lucian’ın yanına gelmişti. Konuşmaya başladığı sırada başka bir banka
oturmuş ve Lucian’a doğru bakmıştı.
“Hoşgeldin Melvenia. Elbette
konuşabiliriz bende burada ekibin kalanını bekliyordum.”
“Neler olduğunu bana
anlatmanı istiyorum Luci? Bir anda tamamen değişmişsin gibi geliyor bana.
Eskiden tanıdığım o çocuk şimdi yok sanki.”
“Dün seni gördüğüm zaman çok
düşündüm, sen gittikten sonra da düşünmeye devam ettim. Sen gittiğin zaman çok
büyük acılar çektim ben. Her geçen seni bekledim, durmaksızın seni aradım.
Paramparçaydım, sonra sen geri geldin ve ben bu sefer farklı bir şekilde
düşünmeye başladım. Neden acı çekiyorum ki ben. Daha önce de savaşlara
katıldım, yaralar aldım ama hiçbiri senin kadar acıtmadı. Bende acı çekmemeye
karar verdim.”
“Çok özür dilerim Luci, sana
bunları yaşatmayı hiç istemedim. Ben sadece seni korumak istemiştim. Sanırım
hayatımın sonuna kadar senden özür dileyebilirim. Ancak bunun bir işe
yaramayacağını biliyorum. Sadece anlamak istiyorum sana ne olduğunu?” Melvenia
konuşurken gözlerinin dolduğunu hissetmeye başlamıştı. Sanki bir tele
dokunsalar nehirler kadar ağlayacaktı. Ancak kimse o tele dokunmadı, hele
Lucian o kadar uzaktaydı ki ondan.
“Özür dilemenin anlamı yok
biliyor musun. Hatta şu anda hiçbir şeyin anlamı yok. Dün sen gittikten sonra
neyi fark ettim biliyor musun ben seni beklemeyi sevmişim. Ben sadece beklemeyi
sevmişim. Dün seni gördüğüm zaman sanki bir yıldırım düştü zihnime. Sanki o an
herşeyi anlıyordum. İkimizde farklı yerlerde farklı acılar çektik ama ikimizin
aynı yerde acı çekmesi çok saçma. Bu yüzden acı çekmemeyi seçtim ben.” Lucian
konuşurken duygusuzca konuşuyordu. Sanki Melvenia’yı hiçbir zaman sevmemiş
gibiydi.
“En azından birimizin acı
çekmemesi çok güzel. Bende iyi olurum merak etme. İçeriye gidiyorum şimdi.” Melvenia
hızlı adımlarla uzaklaşırken tek istediği gözlerinin kenarlarından aşağıya
doğru düşen yaşları engellememek ve onları özgür bırakmaktı. Karavandan içeriye
girdiği zaman kimseyle konuşmaması bu yüzdendi. Odaya hızlı bir şekilde girip
kafasını yastığa bastırdı. Bu esnada içeriye Heyrina girdi ve konuşmaya
başladılar.
Lucian ise Melvenia’nın
gidişini takip bile etmemişti. Onun ağladığını çok iyi biliyordu ancak onun
sorunu değildi sanki.
Şarkılar söyleyerek gelen
Galdor’u gördüğü zaman ayağa kalktı. Galdor’un yanında Kylana da vardı. Onun da
gelmesi güzel olmuştu. Artık herkes tamamlanmıştı.
“Nerede kaldın be Galdor,
köyde içki bırakmadın galiba.”
“Yok canım daha neler iki
fıçı bira aldım, 15 şişe de şarap. Gelirken Kylana ile karşılaştım.”
“İyi yaptınız, hoşgeldin
Kylana. Bize katıldığına çok sevindim.” Kaylana geldiği zaman her zamanki
ifadesiz bir şekilde duruyordu. Bu yüzden herkes ona karşı uzaktı biraz.
“Hadi Galdor ikiniz gidin ve
eşyalarınızı yerleştirin. Daha sonra burada buluşup size gerekli bilgileri
vereceğim. Sonra eğleniriz bolca, geceyi karavanda geçiririz ve sabah olunca
yola çıkarız.”
Galdor ve Kylana karavana
doğru giderken Galdor yüksek bir sesle “Hey içeridekiler gelin ve nevaleyi
taşımama yardımcı olun diye bağırdı.
Onlar da içeriye girdikten
sonra Lucian oturmaya devam ediyordu. Gece yarısı yaklaşmaya başlamıştı bu
yüzden hava soğuyordu ve ateşe birkaç tane daha odun attı ve ateşi daha geniş
bir alana yaydı. Biraz daha odun attı ve ateş artık oldukça gürültülü bir
şekilde yanıyordu. Acaba ateş ne anlatmak istiyor diye düşündü bu esnada.
Ateşin ısısı tenini yakmaya başladığı zaman ondan uzaklaştı.
Diğerlerine ne anlatacağını
kararlaştırması gerekiyordu. Onlar yaşadıklarının ne kadarını bilmeliydiler?
Onlara ne kadarlık bölümünü anlatabilirdi? Onlara herşeyi tam anlamıyla anlatsa
bu yolculukta yalnız kalacağını biliyordu. Yalnızlığın ötesinde Galdor ve
Aranhil tarafından güzel bir dayak yerdi. Dayak yemekten korkmuyordu aslında
sadece onları kaybetmek istemiyordu.
Geçen akşam yaşananları
anlatmamaya karar verdi. Rüya yalanını Naserious hariç herkes yutmuş gibi
görünüyordu. Onun da inanmasına gerek yoktu çünkü Lucian’ın yanında olacaktı.
Gittikleri yerlerde neler olacağını anlatmalıydı, bu bölüm çok önemliydi yoksa
hiçbir yolculuk başarılı olamazdı. Kitaplardan bahsetmeliydi, ayrılanın hep
istediği şeye sahip olacağını da eklemeliydi. Bu şekilde onları ikna etme
ihtimali daha da artacaktı.
Galdor’un getirdikleri bu
süreçte işini kolaylaştıracaktı. Aslında bu geceyi şenlik gibi geçirmek istiyordu.
Sabah olduğu zaman yola çıkacaklarını düşündüğü zaman mutlu olmayı ne kadar
hakettiklerini düşündü. Bu gece sabaha kadar eğlenmelilerdi. Belki de
gezegendeki en mutsuz insanlar bir araya gelmişti ve sadece bu bile mutluluğu
istemeleri için bir sebepti.
Biraz daha boşluğu
seyrettikten sonra Lucian artık zamanın geldiğini düşündü ve “Hadi buraya
gelin. Konuşacaklarımız var.” Lucian konuşurken sesi oldukça neşeliydi. Şimdiye
kadar hazırlamayı bitirdiklerini çok iyi biliyordu ve içeride dedikodu yaptıklarını
da iyi biliyordu. Tahminlerine göre Galdor bira fıçılarından birini açmış ve
içmeye başlamıştı. Derian ve Kylana hangi şarabı içecekleri konusunda derin bir
düşünce içinde olmalıydılar. Melveniz olayların ölçüp biçiyor ve tartıyor
olmalıydı. Herkes kendilerini eğlendirebilecek bir şeylerle uğraşıyordu ve
şimdi hep beraber eğlenmenin zamanı gelmişti.
Lucian’da bu esnada ayağa
kalkmış ve diğerlerini beklemeye başlamıştı. Yüzünde kocaman bir gülümseme
vardı bu esnada. Mutlu olmak istediği mutlu görünmek isteğinden daha fazlaydı o
anda. Birkaç an sonra hepsi sırası ile dışarıya çıkmaya başladı.
Hepsinin elinde bir şişe
vardı. Galdor ise bira fıçısını omuzuna almış dışarıya doğru yürüyordu. Tahmin
ettiğinin de ötesinde hepsi biraz içmişti içeride. Arkadaşları Lucian’ın önünde
sıralandığı zaman o konuşmaya başladı. “Arkadaşlarım, dostlarım, kardeşlerim,
yanlarından olmak gurur duyduklarım.” Lucian konuşurken arkadaşları onu
alkışlamaya başlamıştı. Hatta alkışlarının şiddetinden hepsinin ne kadar içtiği
tahmin edilebiliyordu.
“Bu gece hayatımız değişmeye
başlayacak ve yarın yepyeni bir macera başlayacak. Birlikte çok şey atlattık,
savaştık, mutlu olduk, üzüldük ancak bunları yaşarken hep beraberdir ve bu
nedenle güçlüydük biz. Şimdi de gücümüzü herkese gösterme zamanı geldi.”
Lucian’ın sözleri tekrar alkışlarla bölünmüştü ancak o konuşmaya devam etti.
“Bu gece eğlenmemizi
istiyorum çünkü çok iyi biliyorum ki bu bizim hakkımız. Bundan sonra herşey
farklı olacak ve bu değişim bu geceden başlayacak. Şimdi size bu yolculuğun
detaylarını anlatacağım. Aklınıza takılan bir şey olursa lütfen sorun ama
Galdor’un soruları gibi saçma sapan şeyler olmasın.” Lucian son cümlesini
kahkaha ile bitirmişti ve arkadaşları da ona kahkaha ile karşılık vermişti.
“Hepiniz biliyorsunuz ki bu
karavan bizi hallerimize getirecek. Biz ona bindikten sonra her hangi bir yerde
duracak. Nerede duracağını veya hangi zamanda duracağını bilmiyor olacağız.
Yani geçmişte veya gelecekte olabiliriz yada başka bir şehirde, başka bir
gezegende. Bunun için hepimizin hazır olması gerekecek. Gittiğimiz yerlerde
beraber hareket etmemiz çok önemli. Duruma göre birkaç gruba bölünebiliriz
ancak birbirimizden haberdar olmamız gerekiyor.” Lucian konuşmaya devam ederken
az önce kahkahalar içinde olan arkadaşları bir anda sessizliğe bürünmüştü.
“Karavandan her indiğimiz
zaman gittiğimiz yerde bir kitap bulmamız gerekecek. O kitabın üzerinde
birimizin adı yazacak ve herkes kendi kitabını eline aldığı zaman hayallerine
kavuşacak ve aramızdan ayrılacak. Biz ise kendimizi tekrar karavanda bulacağız
ve başka bir yolculuk başlayacak. Bizim için sıradışı ve kesinlikle tahmin
edilemez bir yolculuk başlayacak. Bu yüzden belki de son kez hepimiz bir arada
olacağız ve bu yüzden sabaha kadar eğlenmenizi istiyorum.”
Lucian bu cümleyi söyledikten
sonra herkes ellerindeki içkileri havaya kaldırdı ve içmeye başladı. Lucian’da
kendine bir şişe alıp arkadaşlarına katıldı. Konuşmadan sonra herşey çok hızlı
ilerlemişti. Heyrina şarkı söylemeye başlamıştı, Galdor ise bira fıçısının
üstüne vurarak ritm tutuyordu. Hem içtikleri alkol hemde Heyrina’nın söylediği
neşeli şarkılar kalanların içindeki dans etme isteğini arttırmıştı. Saatler
boyunca içki içip dans ettiler ve güneşin doğmaya yaklaştıkları zamanda herkes
karavana geçip yattı. Sabah olduğu zaman herşey farklı olacaktı ve yeni bir
macera başlayacaktı.
Lucian ise sessiz bir şekilde karavana doğru
bakıyordu. Yarın sabah herşey başlayacaktı, her şey değişecekti ve bu yüzünün
gülümsemesini sağlıyordu. Biraz daha bekledikten sonra o da uyumak için
karavana doğru yol aldı. Karavana girdiği zaman içeride Galdor’un horlaması
haricinde sessizlik hakimdi. Odasına geçtikten sonra yatağına yattı ve bir süre
sonra uyumaya başladı.
1. Bölüm
Lucian derin bir uykunun
içerisindeydi ama rüya görmedi. Uyandığı zaman ilk hissettiği şey içindeki
boşluk oldu. Neden son zamanlarda bu şekilde hissettiğini bilmiyordu. Aslında
Galdor’un “BAŞIMIZ BELADA!!” diye bağırmasıyla uyanmasaydı çok daha iyi
hissedebilirdi. “Sahi Galdor neden bağırıyordu?”
Lucian yatağından fırlayıp
içeriye gitti. Ne olduğunu anlaması gerekiyordu. Girişteki bölmeye geldiği
zaman Galdor’un yüksek sesle bir şeyler anlattığını gördü. Hemen hemen herkes
oradaydı.”
“Niye bağırıyorsun Galdor?”
dedi Lucian uykulu ses tonuyla.
“Fena başımız belada.”
“Söyle ne oldu?”
“Sabah uyandım. Dışarıya
çıkayım da biraz hava alayım dedim kendime. Amacım sessizce dışarıya çıkıp
birşeyler içmekti. Dışarıya çıktım tabi bir baktım ki senin ev yok, banklar da
yok, bunun yerine başka evler var. Sonra dışarısının bizim kasaba olmadığını
anladım. Kafamı çevirip baktığım zaman karavanın da olmadığını gördüm. Onun
yerine eski mavi duvarlı bir ev duruyordu.”
“Biraz sakinleş Galdor.” dedi
Naserious. “Biliyorsun ki karavan bizi en büyük hayallerimize götürecekti. Belki
birimizin hayalleri buradadır.”
“Nasıl sakinleşeyim ben.
Karavanda insan gibi söyleseydi bize gidiyoruz diye.”
“Kendin söyledin insan gibi
diye. Karavanın konuşmasını mı bekliyorsun sen?”
“Hayır konuşmasın da en
azından haber versin, biz de bilelim.”
“Sakin olalım. Demek ki biz
uyurken karavan hareket etti ve birimizin hayalinin olduğu yere geldik.” dedi
Lucian. “Bundan sonra daha önce söylediğim gibi üzerinde birimizin isminin
yazdığı kitabı bulmamız gerekiyor. Sonra da başka bir yere gidip orada yine kitabı
arayacağız.”
“Tamam daha sakinim şimdi,
aslında değilim ama olsun.”
“Peki aramaya nereden
başlayacağız?” diye sordu Melvenia.
“Bilmiyorum, sanırım önümüze
çıkan herkese soracağız. Kitaplar büyük ihtimalle kütüphane gibi bir yerdedir.”
diyerek cevapladı Lucian.
“O zaman dışarıya çıkıp
aramaya başlayalım.”
“Tamam herkes hazırlansın,
silahlarınızı alın yanınıza. Her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız. Ayrıca
birbirimizi kaybetmememiz gerekiyor.”
Naserious ben biliyordum
dercesine Lucian’a bir bakış attı. Naserious dişlerini sıkıyordu. Bu onun
belirsizlikler karşısında takındığı tavırdı. Bu esnada kendini düşünmeye adardı
genellikle ve o düşündükçe de olaylar kafasında şekil alırdı. Ancak ne olduğunu
veya ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu onun.
Lucian ise ortalığı
sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu süreçte nedendir bilinmez Melvenia ile göz göze
gelmekten kaçınıyordu.
“Önden ben çıkacağım ve
etrafa göz gezdireceğim. Peşimden Naserious gelsin ve diğerleri.” dedi Lucian.
Lucian dışarıya çıktığı zaman
ilk olarak etrafındaki evleri gördü. Daha sonra evlerin arka tarafındaki büyük
duvarları. Duvarlar taşların üst üste koyulmasıyla oluşturulmuştu ve duvar
etraflarında bir çember oluşturacakmışçasına kıvrılıyordu. Demek ki bir kalenin
içindeydiler. Bunun yanında insanların koşuşturduklarını gördü. Hepsi bir
aceleyle bir yerden başka bir yere doğru ilerliyordu. Demek ki o anda acil bir
durum vardı.
Lucian etrafı algılamaya
çalışırken Naserious dışarıya çıktı. “Neredeyiz?”
“Bilmiyorum ama bir kalenin
içindeyiz. İnsanlar sağa sola koşuşturuyorlar. Burası tamamen farklı bir yer
sanki.”
Lucian cümlesini bitirdiği
zaman bir borazan sesi duyuldu onların arka tarafından. Bu sesi çok iyi
biliyorlardı, bu bir savaş çağrısıydı. Demek ki bir savaşın içindeydiler ve bu
etrafta koşuşturan silahlı insanları anlatmak için yeterliydi.
Kısa bir süre sonra herkes
karavanın dışına çıktı. Herkes birbirine bakıyor ve neler olup bittiğini
anlamaya çalışıyordu. En önemli soru nerede oldukları ve kimin kiminle
savaştığıydı. Diğer önemli soru ise kitabın nerede olduğuydu. Tabi kitabı kimse
soracakları da büyük bir sorundu.
“Bence geçen birilerine
soralım.”
“Tabi Galdor, hemen öyle
yapalım. İnsanlar canla başla kaçmaya çalışıyor eminim ki durup sana cevap
verecelerdir.”
“Haklısın Aranhil o zaman
kaçmayanlara sorsak daha iyi olur. Bak şurada askerler var onlara sorabiliriz.”
“Ulan Galdor daha iyi bir
fikri olan olmadığına göre öyle yapmalıyız. Yoksa kitabı bulmak imkansız
olacaktır.”
“İşte böyle Lucian. Yalnız
dikkat edin, onlarla savaşamayız bunu sakın unutmayın.”
Lucian ve diğerleri ileride
bir binanın köşesinde duran askerlere doğru yürümeye başladı koşuşturan
insanların arasından. Bu esnada insanlar yanlarına aldıkları eşyalar ile
koşmaya devam ediyordu. Ne kadar da boşuna uğraşıyorlar diye düşündü Melvenia.
İnsan ölümden kaçamazdı ancak onunla savaşırdı. Eğer yeteri kadar savaşırsa bir
süreliğine kazanma şansı olabilirdi. Ölümü yenmek mümkün değildi elbette.
Lucian ise bu esnada benzer
şeyler düşünüyordu ancak konuşmamayı tercih etti. Konuşursa eğer
söylebileceklerinden korkuyordu. Bu esnada gözü hemen yanında duran Melvenia
üzerindeydi. “O bu kadar güzelken nasıl ona karşı hiçbir şey hissetmezdi anlam
veremiyordu. Sanki içinden ona dair herşey alınmıştı.
Askerlere yaklaştıkları zaman
bıyıklı olan asker onlara “Durun, nereye gittiğinizi sanıyorsunuz.”
Aslında bu hepsinin beklediği
bir tepkiydi. Özellikle bir savaşın içinde olmaları bu soruyu oldukça önemli
kılıyordu ve verecekleri cevabı. Eğer yanlış bir cevap verirlerse sonları hiçde
iyi olmazdı. Sorunun sorulmasının ardından Haymenia ve Derian askerlere
yaklaşmak için bir adım atacağı sırada Naserious ileriye doğru bir adım attı.
Elbette aralarında en bilge olanı oydu ve o varken iletişimden o sorumluydu.
“Efendim, burada neler
oluyor?”
“Sizin haberiniz yok mu? Kaç
zamandır neredeydiniz?”
“Efendim bir süreliğine
dışarıya çıkmıştık. Yeni geldik ve ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.”
“Demek sizde savaştan
kaçanlardandınız. Ne olduğunu söyleyeyim sana bu kale ele geçirilecek yakında.
Dışarıda devasa bir ordu var ve bir gün daha dayanacağımızı sanmıyoruz.”
“Size yardım etmek isteriz
efendim.”
Asker biraz yumuşadığı sırada
Galdor bir anda konuşmaya dahil olarak “Evet biz de savaşmak istiyoruz ama önce
bir kitap bulmalıyız.” dedi. İşte o an Galdor’un her şeyi berbat ettiği bir
diğer andı.
“Ne diyor lan bu. Hepimiz
öleceğiz diyorum adam Kitap diyor hala. Kimliklerinizi gösterin!”
Kimlik kelimesi hepsi için
yabancıydı ve ne anlama geldiğini bile bilmiyorlardı. Bu esnada Naserious,
Galdor’a sert bir bakış atarak ona asla konuşmaması gerektiğini işaret etti.
“Efendim biz kimliklerimizi kaybettik. Buraya gelirken eşkiyaların saldırısına
uğradıkda.”
“Şunları içeriye tıkalım en
iyisi. Gidin lan başımdan. Sizden daha önemli işlerimiz var bizim.”
Tam bu anda Lucian söze
karıştı ve oldukça sakin ve bıçak kadar keskin bir tondan konuşmaya başladı.
“Bizi kralınıza götürün. Bu savaşı kazanmanızı sağlayabiliriz. Şimdi bizi
kralınıza götürün. Anlaşıldığı üzere hepiniz acemi askersiniz burada. Acemi
olduğunuzu zırhınızın üzerine oturmamasından anlayabiliyorum. Bir çoğunuz silah
kullanmayı bile bilmiyor. Eğer burada öleceksek en azından savaşarak ölelim ve
onlara güzel bir ders verelim. Şimdi bizi kralınıza götürün.” En son cümleyi o
kadar tehditkar birşekilde söylemişti ki askerler derin bir nefes aldılar ve
hemen ardından “Bizi takip edin.” dediler.
Önde iki asker ve onların
arkalarında Lucian ile Naserious ve onların da arkalarında grubun kalanları
yürümeye başladılar. Bir süre boyunca ilerlediler, bol miktarda sağa ve sola
saptılar. Etraflarını çevreleyen evlerin büyük bölümü tek katlıydı. Bunun
yanında bazı iki ve nadiren 3 katlı evlerde görüyorlardı. Onların han veya
zenginlerin evleri olabileceğini tahmin ettiler. Bir diğer taraftan kimse
konuşmuyordu. Herkes ne kadar ciddi bir durumla karşı karşıya kalacaklarını
biliyordu. Herkes gergin bir şekilde ilerlerken sadece Galdor gülümsüyordu.
Herhalde kimse Galdor kadar savaşmayı sevemezdi.
Yol boyunca birçok asker
gördüler. Ancak hepsi onların acemi askerler olduklarını anlayabiliyordu.
“Bunlarla nasıl savaş kazanılır” diye düşündü Naserious. Aslında Galdor hariç
herkesin temel düşüncesi “Ne gerek vardı şimdi savaşmaya”idi. Ancak hiçbiri tek
kelime etmedi. Mutlaka bir çıkış yolu olmalıydı.
Yaklaşık 3 kilometre
yürüdükleri zaman büyükçe bir şato ile karşılaştılar. Burası kralın oturduğu
yer olmalıydı. Büyüklüğü diğer evlerin yaklaşık 50 katıydı. Tabi buranın birde
zemin altında kalan bölümü vardı. Orası da zindan olmalıydı. Eğer bir çıkış
yolu bulamazlarsa gidecekleri yer orasıydı.
Şatonun büyük kapılı girişine
geldikleri zaman askerlerden daha uzun boylu olanı “Siz burada bekleyin. Biz
krala gidip geldiğinizi haber vereceğim.” dedi soğuk bir ses tonuyla. O diğer
askerlerden daha deneyimli olmalıydı.
Tek kelime etmeden beklediler.
Yaklaşık 10 dakika sonra uzun boylu asker geri geldi ve “Kral sizi bekliyor,
yalnız aranızdan sadece bir kişi onun huzuruna çıkabilir.” dedi.
Naserious, Lucian ve Melvenia
ileriye doğru bir adım atsa da Lucian onları bir bakışıyla durdurdu. Bu ben gideceğim
demekti ve askere “Ben geliyorum.” dedi.
Lucian ve uzun boylu asker
girişten içeriye girdiler. İçerisi normal zamanların aksine oldukça boştu.
Herkes savaş için hazırlanıyor diye düşündü Lucian. Büyük salonun bitiminde yer
alan merdivenlerden yukarıya çıktılar. Sonra sağlı sollu bir çok odadan
geçtikten sonra büyükçe bir kapının önün geldiler.
Uzun boylu asker Lucian’a
dönüp “Bekle” dedi ve içeriye girdi. İçeriye girdikten sonra asker geri gelip
“Kralımız sizi bekliyor” diyerek kapıyı gösterdi.
Lucian içeriye girdiği zaman
kapının arkasından kapandığını duydu. Kral deri bir koltukta oturuyordu. Ellili
yaşlarda olmalıydı, bunu beyaz sakalına ve yüzündeki kırışıklıklara bakarak
kolayca anlayabiliyordu. Sert mizaclı birisine benzemiyordu pek. Hatta yüzündeki
boş mimiklere bakarak pek de deneyimli olmadığını söyleyebilirdi.
“Merhaba kralım.” Lucian
oldukça sıcak bir şekilde karşılaşmak istemişti kralla. Cümlesini bitirdiği
zaman öne doğru eğilerek selamladı kralı.
“Ne istiyorsunuz?”
“Efendim şu anda bizim
istediklerimizin bir önemi yok. Öncelikle burayı kurtarmamız gerekiyor.
Kurtulmanın bir yolunu bulduktan sonra istediklerimizi söyleriz size.”
“Şimdi söyleyin fark
edebileceğiniz gibi verecek fazla bir şeyimiz kalmadı bizim.”
“Bir kitap arıyoruz efendim.”
“Bizi kurtarırsanız tüm
kitapları alabilirsiniz. Şimdi söyleyin bakalım bizi nasıl kurtaracaksınız?”
“Efendim askerlerinizin çok
deneyimli olmadığını görüyorum. Bu da onların yeni askerler olduklarını
gösteriyor. Demek ki eski askerler savaşta öldü. Onların temel silah eğitimi
almalarını hesaba katarsak bu iki veya üç hafta kadar önce oldu. Yani 2 veya 3
hafta önce buraya büyük bir saldırı oldu ve askerlerinizi katlettiler.”
“Aferim zeki bir çocuksun
sen. Aynen öyle oldu ve şimdi gördüğün gibi elinde kılıç tutmasını bilmeyen bir
ordumuz var.”
“Haklısınız efendim bu kötü
bir durum ancak herşeyin sonu demek değil. Ben ve arkadaşlarım deneyimli
savaşçılarız. Birçok savaş geçirdik ve oldukça deneyimliyiz. Öncelikli olarak
birkaç tane tuzak hazırlamamız gerekiyor. Bunun için etrafı incelememiz
gerekiyor. Ancak kafamda birkaç plan var.”
“Söyle bakalım neymiş o
planlar?”
“Öncelikli olarak iki farklı
şekilde içeriye girmeye çalışacaklardır. Bunlardan ilki ön kapıyı kıramaya
çalışacaklar ve ikincisi ise surları aşmaya çalışacaklar. Bir de surları yıkmak
var tabi. Bizim yapmamız gereken surlara yakalaşamamalarını sağlamak. Eğer bunu
başarırsak geriye tek bir yol kalacak yani ön kapı. İşte asıl tuzağımızı orada
kuracağız. Bu esnada tüm okçuları surların üstünde istiyorum. Surlara yaklaşan
herkesi hedef alacaklar. Tabi oklardan korunmaya çalışacaklardır ancak onlara
kaçamayacakları bir şey vereceğiz.”
“Sevdim seni çocuk. Sayende
biraz da olsa rahat nefes alabildim. Şimdi sen ve arkadaşların tüm
hazırlıklarda tam yetkiye sahip olacak. Eğer bu savaşı kazanırsak istediğin tüm
kitaplar senindir.”
“Teşekkür ederim kralım. Eğer
bu savaşta öleceksek merak etmeyin kolay kolay unutulmayacak bir savaş olacak.”
“Çıkabilirsin şimdi. Çıkarken
yanındaki askeri benim yanıma gönder.”
Lucian başı ile selam verip
dışarıya çıktı. Dışarıdaki uzun boylu askere bir şeyler söyledi ve asker koşar
adımlarla içeriye girdi. Lucian ise şatonun dışına doğru yürümeye başladı
yüzünde bir gülümseme ile.
Lucian kapıdan çıkana kadar
ilerledi, kapıdan geçtikten sonra merdivenlerde onu bekleyen arkadaşlarını
gördü. Gülümseyen bir şekilde “Konuşmamız lazım” dedi. Sesi oldukça neşeli olsa
da yüzündeki endişeyi sadece Naserious ve Melvenia gördü. Lucian bunu biliyordu
ancak onlarla konuşacak zamanı yoktu belki bir fırsat bulabilirse onlarla
konuşmak istiyordu.
Hepsi beraber şatodan
ayrıldıktan sonra biraz ilerlediler. Sakin bir sokak arasında toplandılar ilk
önce. Daha sonra Lucian’ın etrafını çevrelediler ve Lucian kısık bir sesle
konuşmaya başladı. “Durum çok iç açıcı değil. Burası bir kuşatma altında ve çok
kısa süre içerisinde saldırıya uğrayacaklar. Fark ettiğiniz üzere savunmaları
oldukça kötü, askerleri deneyimsiz, burayı ele geçirmeleri birkaç saatlerini
alır en fazla. İnsanların yüzündeki sıkılmışlık da bu sebepten.”
“Yani ne yapmamız gerek?”
diye sordu Galdor hızlı bir biçimde.
“Anlatmama izin verirsen
güzel olur Galdor. Daha önce bir kez saldırıya uğramışlar ve onu püskürtmüşler
ancak bu askerlerinin azalmasını sağlamış. Kral ile konuştuğum zaman bize
istediğimiz, kitabı hatta tüm kitapları verebileceğini söyledi. Ancak tek bir
şartı var, bu saldırıdan kurtulmalarını sağlamak. Ben kabul ettim tabi ki çünkü
başka bir şansımız yok. Bu yüzden buranın savunmasını güçlendirmemiz gerekiyor.
Aynı zamanda yeni savunma taktikleri geliştirmemiz de gerekli. Garip bir
biçimde buranın savunmasını ayarlamaktan ben sorumluyum. Düşünün kral ne kadar
savunmasız durumda hiç tanımadığı birisine tüm krallığı emanet ediyor.”
“Ne saçma şey böyle. Burayı
nasıl toparlayabiliriz ki biz? Ayrıca bu kadar zayıflarsa gidelim hepsini
öldürelim ve ne varsa alalım.”
“Üzgünüm Yavmie ama bunu
yapamayız. Hala asker sayısı fazla ve kitapların nerede olduğunu bilmiyoruz.
Yani iki seçeneğimiz var ya bu savaşta öleceğiz ya da bu savaşı kazanacağız.”
“Bence kalenin girişine bir
tuzak kurabiliriz. Hatta aklımda çok güzel fikirler var.”
“Orası sende Galdor.
Naserious ve Melvenia ile konuşmam lazım. Aranhil sende Galdorla git. Derian,
Heyrina, Yavmie ve Heyrina sizde surların üstüne çıkın ve sizde oraları
inceleyin. Bu devirde büyünün olmadığını düşünüyorum, ki bu bizim için önemli
olabilir. En azından hiç büyücü kulesi görmedim. Hadi dağılalım. Siz ikiniz
burada kalın.” Lucian konuşmasını bitirdikten sonra aynı endişeli bakışlar
diğerlerine bulaştı. Sadece Galdor endişeden etkilenmemiş gibiydi, hatta o
fazlasıyla neşeliydi.
Diğerleri uzaklaştıktan sonra
geriye sadece Lucian, Naserious ve Melvenia kaldı. “Evet şimdi ne yapıyoruz?”
diye sordu Naserious.
“İşin güzel tarafı bu işte
hiçbir fikrim yok. Naserious senden hem kule üstlerini hem de girişteki
savunmayı organize etmeni istiyorum. Orayı Galdor’a bırakırsak bir orduya karşı
tek başına savaşır.”
“Peki ben ne yapacağım?”
“Sende Melvenia, okçuları
yöneteceksin. Sanırım Derian ile birlikte güzel birşeyler yapabilirsin. Hatta
okların ucuna sağlam bir zehir harika olur. Bu arada Naserious yapabilirsen
senin her yerde olmanı istiyorum. Kendini çoğaltmanı istesem sıkıntı olmaz
değil mi.”
“Tabi canım kendimden 50 tane
yaparım ve hep beraber seni döveriz. Benim için sıkıntı olmaz.”
“Anlaştığımıza göre dağılalım
şimdi. Bende sözde komutanları ile konuşmalıyım. Ardından kralın yanına
çıkacağım. Kendinize dikkat edin ve Galdor’a söyleyin fazla içmesin.
Lucian biraz yürüdükten sonra
şatonun girişine gelmişti. Daha önce konuştuğu asker orada bekliyordu. “Selam
kralınızla konuşmam lazım.”
“Sence bu savaşı kazanabilir
miyiz gerçekten?”
“Bundan çok daha kötülerini
gördüm ve hepsini kazandık. Birkaç tane planımız var. Arkadaşlarım hem surların
üstünde hemde girişte araştırma yapıyorlar. Onlara bu konuda çok güvenirim.”
“Neler var anlatmayacak mısın
bana?”
“Önce kralınızla konuşmam
lazım. Sadece şunu söyle ne kadar alkol var sizde?”
“Oldukça vardır, fıçılarca.
Hatta hanlardakilerle birlikte bayağı çok olur.”
“İşte bu harika hepsini
surların üstünde toplayın. Saldırabilecekleri tüm cephelere dağıtın onları. Bir
de buralarda hiç büyücü var mı?”
“Büyü ne demek?”
“Bu daha harika oldu. Sen ne
olduğunu boşver şimdi beni kralın yanına çıkar!”
Lucian askerle birlikte
şatonun içine girdikten sonra merdivenleri hızlıca çıkarak kralın odasına
girdi. Daha sonra yanındaki askere dönerek “Sen söylediğim şeyleri hazırla.
Unutma bulabildiğin tüm fıçıları surların üstünde istiyorum en kısa zamanda.”
“Emredersiniz efendim.”
Lucian askeri gönderikten
sonra içeriye doğru yine hızlıca birkaç adım atıp kralın yanına gitti. “Kralım
ilk planlar hazır. İlk önce askerine bulabildiğim tüm alkol fıçılarını surlara
yerleştirmesi emrini verdim. Bunun sebebi fıçıları surlardan aşağıya atacağız
ve daha sonra hepsini birden yakacağız. Bu sayede surlara tırmanma şanslarını
ellerinden alacağız.”
“Sen bir dahisin ama bu
onları durdurmaya yetmez.”
“Evet kralım bunun
farkındayız. Bu yüzden girişte hiç savunma bırakmayacağız ve şehrin içinde
büyük bir tuzak hazırlayacağız. Şehrin girişini aşmaları zor değil ve orayı
savunacak kadar askerimiz yok. Bu yüzden hepsini şehrin merkezine toplayacağız.
Daha sonra onları da yacağız. Bizim askerler saklanacak. ve onları hilal
şeklinde sıkıştıracağız. Böylece ateşten kaçanlar kılıçlarımızın altında can
verecek.”
“Harika bir plan. Benden ne
istiyorsun?”
“Sizden istediklerimiz
aslında basit. İlk önce girişten şehrin meydanına kadar olan yola çivili
bilyeler yerleştireceksiniz. Bu sayede onlar ilerlerken yara alacaklar. Daha sonra
bilyelerin üstünü toprakla örteceksiniz. Bu engeli aşşalar bile onları
yavaşlatacaktır. Daha sonra şehrin meydanına girişteki tünelden başlayan (C)
şeklinde bir duvar yapacağız. Bunun içinde bulabildiğimiz herşeyi kullanacağız.
Bu noktada işte yerlere döktüğümüz ve yerlere yağa bulanmış bezler sereceğiz.
Daha sonra bu bezlerin üstünü toprak ile örteceğiz. Onları yakma işini biz
hallederiz. Ayrıca elimizde kalan fıçı olursa onları da oraya atabiliriz.”
“Uzaktan okçulara ne
yapacağız?”
“Kralım surlardaki tüm
okçular saklanacak. Hatta mümkünse üstlerine tahtalar alacaklar. Buranın
boşalmış olduğunu göstermeliyiz. Böyle olunca ilk önce okçular ok atmaya
başlayacaktır. Biz karşılık vermeyince hem surların üstünden hemde girişten
girmeye çalışacaklardır. İşte bu noktada biz devreye gireceğiz.”
“Sen bir dahisin. Savaştan
sonra yeni komutanım olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim kralım
ama söylediğim gibi o kitabı almamız gerekiyor. Onu aldıktan sonra teklifinizi
düşüneceğim. Teklifiniz benim için bir onurdur.”
“Tamam, fazla zaman kalmadı.
Şimdi git ve hazırlıkları bitir.”
“Emredersiniz kralım.
Arkadaşlarım hem sur üstüne hem de girişte dağılmış durumdalar onlar
hazırlıkları tamamlarlar. Sadece sizden istediğim malzemeleri hazırlayın ve
alkolleri sur üstlerine, tahtaları is girişe getirin. Ayrıca tüm halk
hazırlıklarda bize yardım edecek.”
“Merak etme sen. Şimdi çık
sen.”
Lucian kralın yanından
ayrıldıktan sonra yüzünde pis bir gülümseme vardı. Savaşmayı hiç sevmese de
bazen ondan kaçış olmuyordu. Ölmemek için öldürmek nedense bu hayatta çok
gerekliydi.
Lucian surlara doğru
ilerlerken aklından farklı planlar geçiyordu. Öyle bir andaydılar ki her planın
birkaç tane alternatifi olması gerekiyordu. Ancak bu kadar zamanları yoktu bu
yüzden sonuca doğrudan etki edebilecek hamleler düşünmesi gerekiyordu. Önce
surlara giderim diye düşündü daha sonra ise girişi kontrol ederim. Bu esnada
onun nerede durması gerekiyordu? Öyle görünüyordu ki aynı anda birkaç yerde bir
olması gerekliydi. Bu mümkün olmadığına göre işleri biraz şansa kalacaktı ki
şansa bırakılan işlerden nefret ederdi.
Aslında Melvenia gidene kadar
kendini oldukça şanslı hissederdi. Sonuçta Melvenia ile beraberdi o ve bundan
daha büyük bir şans olamazdı. Ancak o gittikten sonra kendini gezegenin en şansız
kişisi ilan etmişti. O an ise ne olduğunu bilmiyordu.
Surlara tırmanırken aklından
şans geçerken bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Yapacak daha önemli işleri
vardı. Surların üstüne çıktığı zaman arkadaşlarına dönerek “Buraya gelin.”
dedi.
Kısa bir süre sonra hepsi
Lucian’ın etrafında toplandılar. “Hazırlıklar nasıl gidiyor?” diye sordu
Lucian.
“Alkoller fıçılarca geldi.
Anlaşılan bayağı alkolik bir krallık burası. Okçular desen ok atmayı bilenlerin
sayısı bile az. Bende onlara aşağıya ne bulurlarsa atmalarını söyledim. Belki
düşmanın kafalarını falan yararlar.” dedi Naserious gülümseyerek. Bu sözleri
diğerlerini de endişeli bakış altında gülümsemeye zorladı.
“Aslında durum çok vahim bile
değil. Daha beteri. Ok atmayı bilenlerin oklarına zehir süreceğiz. Ancak bunlar
kendilerini zehirlerler diye korkuyorum.” dedi Melvenia. “Ancak bu alkollerle
çok fena sarhoş olabiliriz bu kesin.”
“Luci seninle konuşmamız
gerek. Önemli şeyler söyleyeceğim sana.” Naserious konuşurken yüzünde bir
heyecan ifadesi oluştu ve bu Lucian’ı heyecanlandırmaya yetti. Daha sonra ikisi
beraberce uzaklaştılar ve konuşmaya başladılar.
“Bir sorun mu var Nas.”
“Buna sorun denmez aslında.
Buraya geldiğim zaman bende bazı değişiklikler olduğunu fark ettim ama anlam
veremiyordum ancak şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Kendimi daha güçlü
hissediyorum. Zihnimde yeni büyüler var ve bunların bazılar çok güçlü büyüler.”
“Ne gibi?”
“Birkaç tane ilüzyon büyüsü
var mesela. Mesela gerçeğine çok benzeyen bir ejderha ilüzyonu çağırabilirim.
Bunu başka bir büyü ile desteklersem ejderha ateş çıkartabilir. Ayrıca ne kadar
etkili olur bilemem ama tuzağı güçlendirebilirim belki Galdor’u yenilmez bile
kılabilirim. Tabi bunları daha önce hiç kullanmadım.”
“İşte bunlar harika. Surların
komuta etme işini Mel ile sen yapacaksın. Ben aşağıda olacağım. Malum ki
aşağıda bana daha fazla ihtiyaç duyacaklardır. Ejderha ilüzyonu onları
altlarına sıçırtır. Burada büyü de yok ejderha da. Büyük ihtimalle
kaçacaklardır. Kızlara söyle tüm okçu gücümüz onlar. Şansımız bol olsun. Ben
aşağıya bakmaya gidiyorum. Savaştan sonra Galdor’un zulasını patlarız artık.”
Lucian ile Naserious sarıldılar ve Lucian hızlı adımlarla surlardan aşağıya
inmeye başladı.
Lucian hızlı adımlarla
merdivenlerden aşağıya doğru iniyordu. Aklında Galdor, Aranhil ve Heyrina ile
yapacağı konuşma vardı. Bir taraftan da hazırlıkları bitirmiş olmaları için dua
ediyordu. Eğer hazırlıklar savaşa kadar hazır olmazsa savaştan kurtulma
şansları yoktu.
Merdivenlerden inmeyi
bitirdiği zaman ilk olarak sol tarafında yapılan duvarı gördü. Aslında ona
duvar demek için bin şahit gerekirdi. Baktığı zaman üst üste yerleştirilmiş
masa ve tahtalardan oluşuyordu. Arka arkaya beş sıra masa vardı ve onların arka
tarafında ise kütüklerden bir duvar daha yapılmıştı. Onların hepsini ise yere
çakılan kütükler tutuyordu. Bu onları biraz da olsa yavaşlatabilirdi.
Biraz daha ilerledikten sonra
Aranhil ile karşılaştı. “Hey Aranhil ne alemdeyiz?”
“Valla doğruyu söylemek
gerekirse hiçbir fikrim yok. Burada herkes canla başla çalışıyor. Zaten duvarı
görmüşsündür. Çok dayanıklı olduğu söylenemez. Galdor ileride tuzakları
yerleştirmeye başladı. Bu tarafa doğru gelmeye başladı bile yakın zamanda
biteceğini düşünüyorum.”
“Elimizden gelenin en iyisini
yapacağız biliyorsun bunu. Bende isterdim yüz bin kişilik bir orduyu yönetmeyi
ama imkanlarımız fazlasıyla sınırlı. Hepiniz duvarın arka tarafında
bekleyeceksiniz. Eğer duvarı geçen olursa ne yapacağınızı biliyorsun. Ben
Galdor ve Heyrina ile konuşayım geri gelirim yakın zamanda.”
Lucian girişe doğru ilerlerken
Heyrina ile karşı karşıya geldi. “Oraya basma sakın Luci, yerler hep zehirli,
keskin metallerle dolu.”
“Tamam Kaymana, keşke bir
uyarı levhası falan koysaydın. Hazırlıklar ne alemde?”
“Geri doğru çekilerek
ilerliyoruz. Az kaldı yakında buradaki işlerimizi bitirip duvarın arka tarafına
geçeceğim. Bu arada onların moral kaybına uğramaları için bir şeyler
planlıyorum. Sonra neden bunu yaptın deme bana.”
“Merak etme sana hiç
karışmıyorum ben. Galdor nerede?”
“En son görüğüm zaman ileride
içiyordu. Ona sorarsan ise patlayıcı falan hazırlıyordu.”
“Şaşırmadım, umarım fazla
içmez de geri gelebilir. En iyisi ona bir sesleneyim de gelsin. Fazla vaktimiz
kalmadı.” “Galdor, hadi buraya gel artık.”
Aradan biraz zaman geçtikten
sonra Galdor sallana sallana yaklaşmaya başladı. Biraz yaklaştıktan sonra
karışık kelimelerle konuştu “Hey Luci, bil bakatım işerde neler yaptım? İki
fışı biayı koydum, sonra patlayıcı döşedim. Ataşli okla fıçıyı vurzam, fıçı
yaacak sonra bompalar batlayacak. Sonra Gümmmmm olarak, Pattttt olacak. Hep
yanacaklar.”
“Ulan hayvan ne kadar içtin
sen ayakta zor duruyorsun?”
“Aj biy fışı iştim sadece.”
“Vay gerizekalı var. Hadi
şimdi sen duvarın arka tarafına geç. Orada kendine gel fazla vaktimiz kalmadı.”
“Tamam be yav.”
Galdor sarhoş adımlarıyla
yürürken Lucian Heyrina’ya döndü “Onun bu kafayla daha iyi savaşacağını
bilmesem onu mahvederim ama eşşek herif sarhoşken durduralamaz oluyor.”
“Galdor hep aynı biliyorsun
bunu. Şimdi sen yerine geç, benimde az bir işim var birazdan gelirim.”
Heyrina’nın sözleri üzerine Lucian hızlı adımlarla tekrar Naserious’un yanına
çıktı.
“Aşağısı tamam gibi. Tahmini
ne kadar zamanımız kaldı.”
“En fazla bir saatimiz var.
Ben ilk olarak duvarı sağlamlaştıracağım. Onlar saldırdıktan sonra fıçıları
aşağıya atacağız ve yangın çıktığı anda ben ejderhayı çağıracağım. Yanlış oldu
ateş çıkaran bir ejderha çağıracağım.”
“Harikasın dostum. Siz ilk
başta saklanın unutma burada kimse yokmuş izlenimi vermek istiyoruz.”
“Merak etme sen, bence
yukarıda kalsan çok daha iyi olur.”
“Evet bunu bende düşündüm
dostum. Yanından ayrılmak mantıklı gelmemişti zaten.”
Hazırlıklar yarım yamalak da
olsa tamamlanmıştı. Aslında Lucian ve diğerlerine göre bu savaşı kazanma
şansları hiç yoktu. Ancak bunu söylemek yerine herkese cesaret verici konuşmalar
yaptılar. Kandan, zaferden, tarih yazmaktan bahsettiler bol miktarda. Eğer az
sayıda askerleri moral olarak sıfıra inerlerse o zaman hiç şansları
kalmayacaktı.
Lucian Naserious ile
bakışırken yüzünde acımasız bir gülümseme belirdi. Naserious bu gülümsemeyi çok
iyi biliyordu bu onun her savaş öncesindeki gülümsemesiydi. Lucian’ın içindeki
insaniyetin geçiçi bir süre için devre dışı kaldığını gösteriyordu ve daha
kötüsü ise Naserious’un bu gülümsemeyi daha sık görür olmasıydı.
Bu esnada herkes surların arkasındaki
yerlerini almıştı. Heyrina sunağını çıkarmış ve saldırmak için bekliyordu.
Derian ise sadece küçük tahta asasını kavramıştı. Yavmi giriş kapısını hedef
almış bir şekilde bekliyordu. Galdor, Aranhil ve Kylana ise surların iç
tarafında bekliyorlardı. Lucian’ın amacı ise onlara fazla bir iş kalmamasıydı.
Beklemeye devam ediyorlardı.
Düşmanları surlara merdivenleri yasladığı anda saldırı başlayacaktı. O andan
sonra tüm insanı duygular devre dışı kalmalıydı. Düşmanlarının da insan olduğu,
onların da eşlerinin veya çocuklarının olduğunu kesinlikle düşünmemeleri
gerekiyordu. Herkes bu şekilde düşünseydi zaten ortada hiçbir savaş kalmazdı.
Ancak hayat asla istedikleri gibi olmuyordu.
İşin garip tarafı ise
Melvenia ortalıkta görünmüyordu. Savaştan korkup kaçacak birisi değildi o. Onun
da kendine ait bir planı olmalı diye düşündü Lucian. Onun her zaman kendine ait
bir planı vardı. Zaten o anda orada olmalarının sebebi de onun planlarıydı.
Eğer hiçbir zaman Lucian’ı bırakmamış olsaydı o anda bambaşka bir hayat yaşıyor
olabilirlerdi. Ancak öyle bir andaydılar ki geçmişi düşünmeye hiç zamanları
yoktu.
Biraz daha zaman geçtikten
sonra surların dışından gelen ayak seslerini duymaya başlamışlardı. Tek
dilekleri askerlerin bir salaklık yapmamasıydı. Bunu defalarca onlara
söylemişlerdi. Hatta eğer birisi böye bir hata yaparsa ölümünün kendi
ellerinden olacağını eklemişlerdi.
Birkaç an daha geçtikten
sonra. Askerlerin sesleri daha yakınlaştı. Herkes birbirine bakıp ne
yapacaklarını düşünüyordu.
Birkaç an sonra askerlerin
surların dibine geldiklerini anlayabiliyorlardı. İlk önce surların üstüne çıkıp
okçuları öldüreceklerdi. Okçular öldükten sonra içeriye girmek çok daha kolay
olacaktı.
Ve ilk merdiven surların üst
kısmına değdi ve onu diğerleri ekledi. Lucian elini havaya kaldırdı. Amacı
askerlere ve arkadaşlarına beklemelerini söylemekti.
Aradan bir kaç an daha
geçtikten sonra Lucian ayağa kalkarak bağırdı “Alkol fıçılarını atın.”
Lucian cümlesini bitirdiği
zaman herkes yanında bulunan fıçıları atmaya başladı. Fıçılardan bazıları
merdivene tırmanmakta olan düşmanın üzerine düştü kısa bir an sonra yere düşme
ve parçalanma sesi duyuldu. Saldırı başlıyordu artık.
Tüm fıçılar atıldıktan sonra
Naserious surların yanına gelip etrafa hızlıca baktı. Daha sonra gözlerini
kapattı ve dişlerini sıktı. Kollarını iki yana açtı ve hemen sonra avuç
içlerini gökyüzüne doğru çevirdi. Kısık sesle bazı sözler mırıldanmaya başladı.
Aslında herşey çok hızlı ilerliyordu. Merdivenleri tırmanan düşmanlarının
sesleri duyuluyordu. Sonra onların tuzak var diye bağırmaları. İşte Lucian’ın
beklediği bu şaşkınlıktı.
Naserios ellerini önce
birleştirdikten sonra çok hızlı bir şekilde iki yana doğru açtı ve surların
altı yanmaya başladı. Lucian onun böyle bir şey yapabileceğini hiç bilmiyordu
ve bunun şaşkınlığı içerisindeydi. Ondan beklediği en büyük büyü ellerinden
renkli ışıklar çıkarmasıydı. Ancak şimdi büyük bir ordunn bir kısmını
yakıyordu. Yanan düşmanların acı çığlıkları her yeri kaplamıştı ve onlara değer
herkes yanmaya başlamıştı. Düşmanların hepsi korkudan ne yapacaklarını şaşırmış
durumdaydı.
Tam bu esnada Naserious
tekrardan ellerini havaya kaldırdı. Bu sefer yüzünde öyle bir nefret ifadesi
vardı ki ölüm bile ondan korkabilirdi. Ellerini tekrar ortada birleştirdi ve
kollarındaki kasları olanca gücüyle sıkarak kendine doğru çekti. Bir an sonra
çenesine doğru çektiği ellerini birleştirip ileriye doğru savurdu. İşte tam bu
anda alevler yükselmeye başladı ve yükselen alevlerin içinde devasa kırmızı bir
ejderha belirdi.
Ejderhanın uzunluğu neredeyse
elli metre kadardı. Yüksekliği ise 15 metre olabilirdi. Kanat açıklığı ise 50
metreden de fazlaydi. Ejderhanın ortaya çıkmasıyla birlikte yanan düşmanların
çığlıkları haricinde başka hiçbir ses duyulmadı. Naserious ise gözlerini kısmış
ve düşmanlara bakıyordu. Ejderha alevler üfleyerek önce kalenin etrafında bir
tur döndü. Bu surların altındaki herkesin yanması için yeterliydi.
Bu esnada düşman askerleri
farklı yerlere doğru koşmaya başlamıtı bile. Ejderha ise onları takip ederek
alevler içinde bırakıyordu. Lucian hiç bu şekilde düşünmemişti ve surların iç
tarafına doğru koşarak “Saldırın” diye olanca gücüyle bağırdı. Naserious
yaptıklarını nasıl yapabilmişti bir türlü anlam veremiyorum. Ancak düşünmeye
hiç vakti yoktu ve merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı.
Surlarıın içinde pusuda yatan
askerler bir anda koşmaya başladı. Okçular oklarını havaya doğru çevirip ateş
etmeye başladı.
Kaleden çıkan askerler tüm
güçleriyle koşarken ejderha bir çırpıda kaçan düşmanlarının yolunu kesti ve
kaçtıklarını yönü ateşe verdi. Düşmanların sayısı neredeyse yarıya inmişti ve
etraf yanmış insan etinden başka bir şey kokmuyordu. Arada sıkışmış olan düşman
askerlerinin bir kısmı ne yapacaklarını bilemiyordu. Bir çoğu silahlarını
bırakmıştı.
Tam bu esnada Melvenia elinde
kanlı bıçağı ile ortaya çıktı. Tam Lucian’ın karşısındaydı ve gülümsüyordu.
Lucian ve Melvenia bir süre
boyunca bakıştılar. Hemen ardından Lucian heyecanlı bir şekilde “Ne yaptın?
Yine kimin canını aldın?” diye sordu. Melvenia’dan gelen “Şimdi zamanı değil
daha sonra anlatırım sana sadece onların başlarını aldım diyebilirim.” cevabı
ise bir süre boyunca durdukları yerden koşmaya başlamalarını sağlamıştı.
Askerlerin en önünde giden
Galdor karşılaştığı ilk askere önce vahşi bir şekilde gülümsedi. Ardından ne
olduğunu anlamayan asker kılıcını savunma amaçlı kaldırdığı zaman ilk olarak
cebinde taşıdığı fırlatmalık küçük baltasını eline aldı ve karşısındaki askerin
yüzüne doğru fırlattı. Küçük balta askerin zırhını delip koluna saplandı. Asker
kısa bir acı çığlığı attığı sırada Galdor baltasını hava savurdu ve adamın
kafasının boynundan ayrılmasını sağladı.
Bu esnada Aranhil ise onu
biraz daha zorlayabilecek bir rakip ile karşılaşmıştı. Rakibinin kılıç
hamlesini hafifçe geri çekilerek savuşturduktan sonra önce sağ elinde tuttuğu
kılıç ile bir saldırı hamlesi yaptı. Karşısındaki asker ise bu hamleyi halkanı
ile durdurdu ancak bu onun sol elinde tuttuğu kılıç ile bir hamle yapmasını ve
askerin kolunu omuzundan kesmesine engel olamadı. Asker karşı hamle yapmak için
kılıcını ileriye doğru sapladı. Amacı Aranhil’i karnından yaralamaktı. Ancak
Aranhil sağ elinde tuttuğu kılıç ile bu hamleyi savuşturdu ve sol elinde
tuttuğu kılıcı adamın karnına sapladı. Daha sonra adamın elindeki kılıçlar
düştüğü zaman sağ elindeki kılıcı adamın boğazına sapladı.
Lucian içinse karşılaştığı
ilk askeri öldürmesi fazlasıyla kolaydı. İkinci asker de ondan pek farklı
değildi. Kendisine uygun bir rakip ararken karşısına çıkan bir kaç askeri daha
öldürdü. En sonunda daha yetkili olduğunu düşündüğü birisi ile karşılaştığı
zaman pis bir şekilde gülümsedi ve kılıcını hafif bir biçimde savurarak ilk
hamlesini yaptı. Bu hamlesi kalkan ile karşılaştığı zaman sağa doğru hafifçe
zıplayarak ona doğru gelen kılıç darbesinden uzaklaştı. Adamın savunmasındaki
bir anlık boşluğu gören Lucian ilk önce boşta olan koluyla adamın çenesine
sağlam bir yumruk indirdi. Asker dengesini bir anlığına kaybettiği sırada önce
karnına yatay bir iz bıraktı. Askerin karnından akan sarı renkli toprağı
kızmızıya bularken asker tekrardan saldırdı ancak bundan kaçınmak Lucian için
oldukça kolaydı ve bu sefer göğüs kafesinin üstüne daha derin bir kesik attı.
Bu esnada adamın bazı kemiklerinin kılıcının karşısında parçalandığını
hissetti.
Melvenia ise iki tane hançer
taşıyordu. Karşısına çıkan ilk askeri elindeki hançerlerden birini fırlatarak
indirdi. Bu esnada ona doğru gelen bir kılıç hamlesinden eğilerek kaçtı ve
adamın karnına diğer hançerini sapladı. Bu esnada cebinden çıkarttığı diğer
hançeri adamın göğsüne saplayarak yoluna devam etti. Melvenia sanki hamleler
arasında ışınlanıyordu. Sanki dans ediyordu o düşmanların arasında. Sanki o
kadar ölümcül bir dans ediyordu ki onu gören herkes o an can veriyordu onun
nazik dokunuşlarında.
Bir süre daha savaşmaya devam
ettikten sonra kalan düşmanlarda silahlarını bırakmış ve teslim olmuştu. Lucian
onların hepsine dizlerinin üzerine çökmelerini söyledi. Birkaç yüz tane adam
kalmıştı geriye. Bu esnada kırmızı ejderha ise uzaklaşarak ortadan kaybolmuştu.
Herkeste bir sevinç havası hakimdi. Özellikle Galdor çok keyifliydi. Keyfini
ise “Acaba kırılmamış fıçı kalmış mıdır? Tam içmelik bir hava var ortada.
Aranhil, Lucian’a doğru
dönerek sordu “Bunlarla ne yapacağız?”
“Ona da kral karar versin
artık biz verdiğimiz sözü tuttuk.”
Daha sonra Lucian askerlere
dönerek “Bunların hepsini kralınıza götürün. Eğer kaçmaya çalışan olursa orada
öldürün onu.” dedi.
Asker, tutsaklarla birlikte
kaleye doğru ilerlerken Lucian ve arkadaşları onlardan geride kalarak kendi
aralarında sohbet ediyorlardı. Söze ilk başlayan Galdor oldu “27 kelle var
bende. Sizde durum nedir?”
“Hala bu oyunu mu oynuyorsun
Galdor dedi Aranhil. “Savaşı kazandık işte önemli olan sonuçtur.”
“Söylesene hadi.”
“Bende 25 var o zaman.
“Peki ya sende Lucian?”
“Saymadım desem olmaz değil
mi Galdor.”
“Asla olmaz!”
“O zaman bende de tahmini
olarak 77 tane falan vardır.”
“Yuh deve yalan söyleme
bana.” Galdor cümlesini kızgın bir biçimde söylemişti. Katıldıkları her savaşta
olduğu gibi en çok öldürenin kendisi olmasını istiyordu.
“Tamam tamam sanırım 29 bende.
Bir kılıçla iki kişiyi öldürürsek iki sayılıyor değil mi?” dedi Lucian.
Bu esnada hepsi askerlerin
arkasından yürümeye başlamışlardı oldukça neşeliydiler ve kahkahalar
atıyorlardı.
“Peki ya sen Melvenia?”
“Savaş başladığı zamandan
beri mi soruyorsun yoksa saldırdığımız andan itibaren mi? Çünkü arada bayağı
bir fark var. Toplamda 47 tane var bende. Bunların arasında bir kral ve iki de
komutan var.”
“Kral 5 sayılır komutanlarda
3”
Artık amaç Galdor’u
sinirlendirmeye gelmişti. Bunun sebebi ise o sinirlendiği zaman çok komik
olmasıydı.
Galdor’un cevap vermesi fazla
uzun sürmemişti “Ben o kadarını öldürdüğünü görmedim. Onları saymam ben.”
“Tamam Galdor sen birinci ol.
Ne fark eder ki bizim için.”
“Bu arada Mel sen nasıl kralı
ve komutanları öldürdün?”
“Siz hazırlıklarla uğraşırken
ben kaleden gizlice çıktım ve ormanın içinden sessizce ilerledim. Onların
toparlanma yerine yaklaştığım zaman nöbet tutan iki askeri öldürdüm ve birinin
kıyafetlerini giydim. Böylece kralın çadırına kadar ilerleyebildim. Sonrası kolaydı
üç kişiye üç hançer fırlattım ve sizin yanınıza geldim.”
“Harikasın Melvenia, seni çok
tebrik ediyorum. Kabul ediyorum sen kazandın bu yarışmayı.”
“Bizim yanımızda değilken sen
hangi ara öğrendin bunları?” diye sordu Aranhil.
“Bende boş durmadım diyelim
fazla detay vermeye gerek yok.”
Onlar kendi aralarında
konuşurken Lucian, Melvenia ile yüzyüze gelmemeye çalışıyordu. Sebebini
bilmiyordu ama içinde garip bir şeyler vardı ona karşı. Sanki içindeki bir
parça alınmış ve onu yeri boş kalmış gibiydi
Surlardan içeriye girdikleri
sırada kalenin içindeki herkes büyük bir alkış içindeydiler ve onları çılgınca
alkışlıyorlardı. Onların alışık olmadığı bir sevgi gösterisiydi bu ancak yine
de insanları ellerini sağlayarak selamladılar. Onlara doğru koşan çocuklar veya
onlara sarılmak isteyen yaşlı kadınlar elbette beklenen bir tepkiydi. Ancak
onları gören genç kızların önce Lucian’a daha sonra ekipteki diğer erkeklerin
yanına gitmeye çalışması oldukça şaşırtıcıydı. Bu esnada Melvenia Lucian’a
doğru bakıyor ona ulaşmaya çalışan kızlara kızık gözlerle bakıyordu. Sanki eli
her an hançerine gidecekmiş gibi hazırda bekliyordu.
Ancak bunların hiçbiri olmadı
sadece Galdor bir yerden eline geçirdiği birayı içerken birkaç tane kız onun
etrafını sardı ve o birasını bitirdikçe başka biralar verdi ve elbette onun
yanaklarından öpen kızlarda vardı. Ancak bu fazla uzun sürmedi ve Galdor’u
kızların elinden aldılar.
Kral’ın şatosuna doğru
ilerlerken herkesin neşesi yerindeydi. Sadece Lucian, Naserious ve Melvenia
diğerlerine göre biraz daha durgundu. Lucian ve Naserious aynı düşüncedeydiler
Melvenia ise çok farklı düşünmüyordu “Eğer kral sözünde durmazsa ne olacaktı?”
En kötüsüne hazırlanmaları gerekiyordu ancak bunu nasıl yapacaklarına dair pek
bir fikirleri yoktu. Doğaçlama hareket etmeleri gerekebilirdi bu yüzden
Melvenia nasıl kaçabileceklerini düşünürken, Naserious hangi büyülerin işlerine
yarayabileceğini, Lucian ise yalan söylemenin cezasını düşünüyordu.
Kral’ın şatosunun önüne
geldikleri zaman onları bekleyen tüm askerler eğilerek selam verdi ve “Buyrun
kralımız siz kahramanlarımızı bekliyor.” dedi. Onlarda mermer merdivenlerden
ağır adımlarla yürümeye devam ettiler.
Dış kapıdan içeriye
girdikleri zaman içerisi dışarıya göre daha sakindi. Ağır adımlarla
merdivenleri tırmandılar ve büyük yemek odasına girdiler. Kral onları yüzünde
kocaman bir gülümseme ile bekliyordu.
“Hoş geldiniz kahramanlar.
Siz ne büyük savaşçılarsınız ki koca bir orduyu mahvettiniz. Buyurun gelin
zafer yemeğinde bana eşlik edin.”
“Kralım sizi rahatsız etmek istemeyiz,
bir kitap bulmamız gerekiyor. Onu alıp çıkmak istiyoruz.” dedi Lucian oldukça
sakin bir ses tonu ile.
“İşte bu mümkün değil. Size
olan borcumu bir şekilde ödemem gerekiyor ve bana göre bir kitap borç ödemek
için yeterli değil pek.”
“Madem çok ısrar ettiniz
kralım, elbette size yemekte eşlik etmek isteriz.”
Herkes masada boş olan
koltuklara oturdu. Lucian kralın sol tarafına oturdu. Kral sağ elini
kullanıyordu ve herhangi bir karışıklık anında hamle yapması çok daha kolay
olurdu. Melvenia kralın karşısına oturmuştu. Naserious ise masanın tam
ortasına. Diğerleri ise olabileceklerden bihaber bir şekilde masaya dağılmıştı.
Kısa bir süre sonra kocaman
masanın üzerine yemekler ve içkiler ile dolmuştu. Herkes zaferin tadını
çıkartıyordu, herkes çok neşeliydi.
Yemek bittiği zaman Lucian
konuşmaya başladı “Ellerinize sağlık kralım, harika bir ziyafetti.”
“Siz daha iyilerine
layıksınız kahramanlar ancak elimizden ancak bu kadarı geldi.”
“Önemli değil kralım. Herşey
çok güzeldi. Bir kitap aradığımızı biliyorsunuz onu alıp gitmek istiyoruz.”
“Elbette o kitabı almak sizin
hakkınız ancak son bir şey söylemek istiyorum” Lucian’a bakarak “Senin yeni
komutanımız olmanı istiyorum.” Naserious’a bakarak “senin baş danışmanım olmanı
istiyorum”. Melvenia’ya bakarak “senin özel koruma birliğini yönetmeni
istiyorum.” “Ve sizin kolorduları yönetmenizi istiyorum. Ne olur teklifime
hayır demeyin.”
“Kralım bu muhteşem bir
teklif ve bu teklif bizim için bir onurdur ancak bundan sonra bize ihtiyacınız
olacağını sanmıyorum. Yakın zamanda size saldıracaklarını sanmıyorum. Hatta
önümüzdeki 3, 4 sene içerisinde ordunuzu tekrardan güçlendirirseniz onları
haritadan silebilirsiniz. İzninizle kitabı almak istiyorum.”
“Elbette alabilirsiniz, ancak
yolunuz tekrar buraya düşerse lütfen gelin ve misafirim olun.” Askerlere
dönerek “Onlara kütüphaneye kadar eşlik edin.”
Kral cümlesini bitirdiği
zaman hepsi ayağa kalktı ve sırayla kralın elini sıkarak odadan çıktılar.
Önlerinde bir asker tekrardan merdivenlerden yukarıya çıktı. Merdivenler bittiği
zaman önce sağ ardından sol yaptılar ve büyükçe bir odaya girdiler. Oda
kitaplarla doluydu ve hepsi 4 bir yana dağılıp aramaya başladılar.
Herkes orada kendi kitabını
bulmak için var güçleriyle aramaya başladılar. Herkes en büyük hayaline
kavuşmak istiyordu ve bu yüzden var gücüyle kitaplara baktılar.
Bu esnada Haymana yüksek
sesle bağırdı “Bunun üzerinde benim adım yazıyor.” O cümlesini bitirdiği zaman
bir anlık karanlığın ardından kendilerini karavanın içinde buldular ve etrafa
baktıkları zaman Haymana’nın aralarında olmadığını gördüler.
2. Bölüm
Haymana’nın bir anda
kaybolması hepsi için büyük bir şaşkınlıktı aslında. Kendilerini karavanda
bulduktan sonra bir süre boyunca sadece etrafa baktılar. Hiçbirisi konuşmak
istemiyordu geçen anlar boyunca. Bir hoşçakal bile diyememişlerdi ona. Sanki
bir anda ortaya çıkabilirdi ancak zaman ilerledikçe ona dair hiçbir işaret
yoktu. Ortadan kaybolmuş gibiydi.
İlk konuşan her zaman Galdor
olmuştu. “Haymana nereye gitti? Bu şekilde mi gidecek yani herkes?”
Galdor konuşurken genelin
aksine daha yavaş ve derinden konuşuyordu. Bu onun duygulandığını gösteriyordu.
Galdor konuştuktan sonra herkes bir anda Lucian’a doğru bakmıştı. Sonuçta bu
geziyi ayarlayan kişi oydu ve cevapları onun vermesi gerekiyordu.
Lucian biraz durgun bir
şekilde de olsa konuşmaya başladı “Böyle olacağını hepimiz biliyoruz. Her
gittiğimiz yerde bir kişiyi bırakacağız. Evet onun gitmesi hepimiz için çok zor
bunu biliyorum ama onun en büyük hayaline ulaştığını ve çok mutlu olduğunu
düşünün. Onun için mutlu olmalıyız ve zamanı geldiği zaman diğerlerimiz için de
mutlu olmalıyız. Üzgünüm ama böyle olmak zorunda.”
Lucian konuşmasını
bitirdikten sonra Derian sözü aldı “Lucian haklı. Hepimiz bu yolculuğa
birisinin gideceğini bilerek başladık. Yarın belki ben giderim veya bir başkası
ama şunu unutmayın hepimiz en büyük hayalimize kavuşacağız. Bence daha önemli
bir şey yok.”
Konuşma sırası Naserious’a
geçmişti. “Evet, doğru söylüyorlar. Artık önümüze bakma zamanı geldi. Birlikte
geçirdiğimiz zamanları daha güzel değerlendirmeliyiz. Unutmayın bu yolculuk
ileride romanlara konu olacak. Hepimiz birer kahraman olacağız ve en büyük
hayallerimize ulaşacağız.”
Birçok farklı ses çıkarken en
fazla konuşması gereken Aranhil sadece yere bakıyordu. Onun bu duruşunu fark eden
Melvenia ona doğru dönerek sordu “Aranhil iyi misin?”
“Doğruyu söylemek gerekirse
nasıl olduğumu bilmiyorum. Haymana gitti ve geriye ben kaldım. Onunla çok
yakındık biliyorsunuz, bazı davranışlarını sevmezdim. Sadece onun daha iyi
olduğunu düşünüyorum ve bu bana dayanma gücü veriyor..”
“Harika bir planım var. Her
yeni yere gittiğimiz zaman ilk önce vedalaşalım. Görünen şu ki vedalaşmaya
zamanımız olmayacak. Bu yüzden erkenden vedalaşalım, iyi şanslar dileyelim.
Evet, ayrılıklar çok zor olacak ama kendimiz için buna alışmalıyız. Bence
Haymana’nın şerefine kadeh kaldırmalıyız. Onu yüceltmeliyiz.” dedi Yavmie, sesi
bu ayrılıktan fazla etkilenmediğini gösteriyordu. Her zamanki umursamaz tavrı
devam etsede onun yüzünün ufak bir parça asıldığı gözlerden kaçmıyordu.
“Galdor bize şarap ve bira
getir. Keyfimiz yerine gelsin.”
“Hemen getiriyorum.”
Galdor içkileri getirmek için
gittiği sırada geriye kalanlar kendi aralarında konuşuyordu.
“Ne savaş oldu ama.”
“Fenaydı valla, yine ölümden
döndük farkında mısınız?”
“Acaba bu kaçıncı oldu? Daha
kaç kere paçayı kurtaracağız.”
“Bence paçayı kurtarmadık.
Gayet güzel savaştık, çok zekice davrandık.”
“Nasılous’un ejderi olmasaydı
savaşı kanazabileceğimizi pek sanmıyorum. Sahi onu nasıl çağırdın sen?”
“Gerçeği söylemek gerekirse
hiçbir fikrim yok. Hatta şu anda nasıl yaptığımı bile bilmiyorum.”
“Ben yokken ne geyikler
çevirdiniz bakayım. İçkileriniz hazır, hadi içelim.”
Hepsi içkilerini içmeye
başladığı sırada masanın etrafındaki o durgun hava yerini neşeli gülüşlere
bırakmıştı. Evet o şimdi çok daha mutluydu ve bunun için değerdi. Hepsi de
mutlu olacaktı.
Saat ilerleyip alkolleri
bittikçe hepsi teker teker odalarına çekildi. Geriye sadece Lucian ve Naserious
kalmıştı ve ikisi de durgun gözüküyordu.
“Sence doğru bir şey mi yaptık
Nas?”
“Artık sorgulamak için çok
geç. Bundan sonra ilerlemeye odaklanmalıyız. Hadi yatalım şimdi. Yarın bizi
yeni bir macera bekliyor olacak.
Lucian yatağına yattığı zaman uyuması biraz
zaman almıştı. Kafasında sürüyle düşünce geçiyordu ve bu düşüncelerin temel
sebebi Haymana’nın ayrılmasıydı. Onu pek sevdiği söylenemezdi, hatta kimse onu
fazla sevmezdi ancak yıllardır tanıyordu onu. Bir anda ortadan kaybolması
içinde bir boşluk oluşmasına sebep olmuştu. Elbette onun ayrılığı başka
düşünceleri de beraberinde getiriyordu. Sıra sevdiği insanlara, arkadaşlarına
geldiği zaman nasıl dayanacaktı buna. Naserious veya Galdor ile birlikte tüm
hayatını geçirmişti. Onu en çok zorlayacak olan onların gidişiydi büyük
ihtimalle. Ancak onların mutlu olacağını biliyordu ancak bunu bilmek onun için
yeterli gelmiyordu pek.
Lucian uykuya daldığı zaman siyah bir boşluk
haricinde bir rüya görmedi. Rüya görmek veya görmemek onun için bir anlam ifade
etmiyordu. Gece birkaç kere uyandı ancak tekrar uykuya dalması fazla uzun sürmedi.
Öyle bir zamandaydı ki düşünmenin bir anlamı kalmamıştı. Bir sonraki sefer
kimin gideceğini düşünmenin ona hiçbir faydası olmayacaktı. Hem belki kendisi
giderdi ve yola onsuz devam ederlerdi. Bilmiyordu, hatta bilmek bile
istemiyordu.
Uyksundan uyanmasının sebebi gelen
gürültülerdi. Uyandıktan sonra gelen seslerden kahvaltı hazırlıklarının
başladığını anladı. Hazırlanması fazla uzun sürmedi ve hızlıca diğerlerinin
yanına gitti. Bir taraftan kahvaltılıklar sofraya yerleştirilirken bir diğer
taraftan Galdor ve Aranhil tartışıyordu. Tartışma konusu ise çok alışık olduğu
bir şeydi, Galdor yine aç karnına bira içmek istemişti. Geleneksel olarak
Aranhil aç karnına içmenin faydalı bir şey olmadığını, hatta bunun kusmasına
sebep olacağını söylüyordu. Diğer herkes ise onlara bakıp gülüyordu, hepsi
benzer diyaloglara defalarca kez tanık olmuştu. Zaten Galdor’un onları
güldürmediği bir gün kesinlikle yaşamaya değmezdi.
Lucian ikisinin kavgasını bir süre izledikten
sonra “Yeter ama her sabah aynı kavga. Eğer içkinden bir yudum bile alırsan
seni bağlarız ve tüm biralarını gözlerinin önünde sokağa dökeriz.” dedi. Bu
söylem Galdor’un yüzünün asılmasına, Lucian’a sinirli bir şekilde bakmasına
sebep olsa da çok önemi yoktu. Herkes kahvaltı sofrasına oturup hızlıca kahvaltı
yapmaya başladı. Kahvaltı bittikten sonra ise tekrar kahkahalar yükseldi
masadan.
Bir süre sonra “Lucian ayağa kalkıp. Ufaktan
hazırlansak iyi olur bence. Dışarıda bizi bekleyen yeni bir macera var ve yeni
bir diyar.”
“Tamam Luci” dedi Melvenia. “Ben hazırlıklarımı
tamamladım bile.”
Etrafa baktığı zaman herkesin silahlarını
hazırladığını gördü Lucian. “Bu sefer yanımıza biraz yiyecek alalım her
ihtimale karşılık ve Galdor sende biraz fazla bira al yanına.”
Kısa bir süre sonra hepsi çıkış kapısının
önündeydiler ve Lucian ile Galdor’u takip ederek dışarıya çıktılar. Dışarıya
çıktıkları zaman ilk gördükleri şey koyu sarı renkli topraktı. Daha sonra
toprağın aralarında yer alan girimsi kayalar dikkatlerini çekmişti. Öyle bir
yerdeydiler ki sanki etrafta hiç canlı yoktu. Ne bir ağaç ne bir böcek
görebiliyorlardı. Biraz daha ileride küçük bir tepe gördüler ve tepenin altında
bir mağara vardı sanki.
“Bu taraftan ilerleyelim.” dedi Naserious.
Belki yaşam o mağaranın içindeydi.
“Mağaranın girişine geldikleri zaman içeriye
doğru uzanan bir yol olduğunu fark ettiler. Yerlerde oraya sonradan
getirildiğini tahmin ettikleri düzgün kesilmiş bir kaya parçası gördüler. Sanki
bir tabelya benziyordu ancak kaya parçası parçalanmıştı ve üstündeki yazının
büyük bölümü okunmuyordu.
Hepsi parçalara bakmaya başladı. Her parçanın
üstünde bir harf vardı sanki ancak harflerin bazıları okunmuyordu. Bu yüzden
orada ne yazdığını anlamaları biraz zaman aldı. Harfleri ilk birleştiren
Naserious oldu “Bir şey kütüphanesi yazıyor burada. İlk kelimeyi bilemiyorum
çünkü sadece L ve M harfleri var.”
“Eğer kütüphane ise aradığımız kitap
içindedir.” diye yüksek sesle ve neşeli bir tonda konuştu Galdor.
“İçeride pek bir şey bulacağımızı düşünmüyorum
ama bakmakta fayda var bence.” Melvenia gözlerini kısıp mağaradan içeriye
bakıyordu.
“Eğer herkes aynı fikirseyse bence de içeriye
girip bakalım. Her şeye hazırlık olmalıyız orada.”
Lucian konuşmasını bitirdiği zaman Galdor ve
Melvenia önce diğerleri onları takip edecek şekilde mağaradan içeriye girdiler.
Kapıdan girdikleri zaman
aşağıya doğru uzanan bir yol gördüler. Girişteki oyuk yaklaşık 4 metre
genişliğindeydi. Yürüyecekleri yolun genişliği ise görebildikleri kadarıyla
değişkenlik gösteriyordu. Dışarıdan giren ışık mağaranın tamamını
aydınlatamadığı için yolun ilerleyen bölümü karanlıktı. Bu sebeple etrafı
aydınlatması için bir kaç tane meşale yaktılar. Naserious ise içinden bir
kelime söyledi ve asanın üst kısmı etrafa beyaz bir ışık yaymaya başladı.
İçeriye doğru olan yolda
etraflarını incelemeye devam ettiler. Hem yol hemde duvarlar topraktandı. Yol
sonradan açılmışa benziyordu, doğal olamayacak kadar düzenli olan yol onlara bu
düşünceyi vermişti. Ancak bu mağaranın açılıp öylece bırakılması oldukça
ilginçti. Yerde gördükleri kemik parçaları ise oldukça eski ve parçalanmış
görünüyordu. Birçoğu hayvanlara ait olmalı diye düşündüler tabi insana ait
olduğunu düşündükleri kemikleri görene kadar. Her kemik birçok yerinden
kırılmıştı.
Mağarada derinliklere doğru
indikçe yerde gördükleri kemik sayısı giderek artıyordu. “Burası ne böyle?”
dedi Derian. “Gizli kalmış bir mezarlık sanki.”
Herkes onunla aynı fikirlere
sahipti. Orada ne olup bittiğini kimse bilmiyordu ama herkesin söylemek
kaçındığı düşünce bir katliam olduğuydu. Derinliklere doğru inmeye devam ettikçe
kemikler daha az harap olmaya başladı. İnsan ve hayvan kemikleri her yerdeydi.
Biraz daha yürüdükten sonra genişçe bir avluya rastladılar. Avlu oldukça
büyüktü, meşalelerinin ışıkları çevreyi görmelerine yetmiyordu. Etrafa saçılmış
silahlar vardı. Birçoğu iskeletlerin yanlarındaydı, sanki bir şey ile
savaşırken hepsi can vermişti.
Galdor dişlerinin arasından
“Bunu yapan herkimse onu doğduğuna pişman edeceğim” dedi. Galdor intikam
konuşmaları ile de meşhurdu ancak kimse onunla ilgilenecek durumda değildi.
Etrafa yayılıp incelemeye devam ettikleri zaman kemikten başka birşey
göremediler. Biraz daha araştırdıkları zaman Melvenia büyükçe bir lahit buldu
ve arkadaşlarına seslenerek onları yanına çağırdı.
Lahit bir mezar taşına
benziyordu. Herkesin iskeletleri yerdeyken bir mezarın olması içinde yatan
kişinin önemli birisi olduğunu gösteriyordu. Lahitin üzerindeki yazıların bir
kısmı silinmişti sadece “Kral Leodar burad yatıor.” yazısını okuyabilmişlerdi.
“Eğer burada bir kral varsa
bence açıp içine bakmalıyız. Hem ne olduğuna dair ip uçları bulabiliriz hem de
belki kral değerli eşyaları ile birlikte gömülmüştür.” dedi Aranhil.
“Bence de açalım benim aklıma
bir fikir geldi eğer işe yararsa tüm cevapları öğreniriz.” dedi Derian.
Mermerden yapılmış lahitin
kapağını kaldırdıkları zaman ilk gördükleri şey içeride yatan bir iskeletti.
Hemen başında altından ve renkli mücevherlerden bir taş, hemen yanında ise yine
mücevherlerden oluşan uzun bir kılıç vardı. İskelete baktıkları zaman uzun boyu
ve geniş omuzları dikkatlerini çekmişti. “Ne yapacaksın iskelet krala Derian?”
diye sordu Naserious merak içerisinde.
“Buraya geldiğimiz zamandan
beri kafamda bazı sorular vardı. Sanki atalar benimle konuşuyor gibiydi. Bir
süre sonra onlarla iletişim kurmaya başladım. Nasıl diye sormayın hiç. Sanırım
ölen birisi ile konuşmamız mümkün olacak. Bu durumda da kral ile
konuşabiliriz.”
“Nasıl olacak peki bu?”
“İki tane yolu var ilki
kralın ruhunu buraya çağırmak ancak bu yol biraz daha tehlikeli çünkü bize
saldırabilir. İkinci yol ise onun ruhunu birinizin bedenine geçici olarak
sokmak. Ben büyüyü bitirdiğim zaman normale dönecek ve hiç sorun olmayacak. İki
yolda da ona sorular sorabilir ve onunla konuşabilirsiniz. Seçiminizi yapın ve
ben una göre hareket ederim.”
“Sanırım ikinci yol daha mantıklı
sadece birimizin bedenine geçtiği zaman bize saldırmayacağını kim garanti
edebilir?”
“Saldıramaz çünkü bedenin
kontolü hala o kişide olacak. Onun istekleri dışında bir şey yapamaz.”
“O zaman ikinci yolu
seçiyoruz biz kim gönüllü olacak?”
“Kusura bakmayın ama ben
içime bir şey girmesinden pek hoşnut olmam.”
“Ben olurum. Değişik bir
deneyim olacak benim için.”
Yavmie gönüllü olduktan sonra
Derian kesesinden bazı otları çıkardı ve iskeletin üzerine koydu. Daha sonra
başka birşeyler daha çıkarıp onları da etrafa savurdu. En son olarak gözlerini
kapattı ve bilmedikleri bir lisanda bir şeyler fısıldamaya başladı.
Derian kollarını sallarken
etraf hafif bir sis tabakası ile örtüldü ve her geçen an sis tabakası
kalınlaştı. Bir süre sonra lahitin etrafında bir duman kütlesi varmış gibi
lahitin görünmesini engellemişti.
Birkaç an geçtikten sonra
toplanan tüm duman bir anda şekil değiştirip Yavmie’ye doğru yöneldi ve ona
ulaştıktan sonra ortadan kayboldu. “Kim beni uykumdan uyandırmaya cesaret
ediyor?”
“Kralım bizi affedin ama zor
durumdayız ve bize sadece siz yardım edebilirsiniz?”
“Buralarda hiçbir şey
değişmemiş gördüğüm kadarıyla. Sadece siz farklısınız. Sizi tanımıyorum, toprak
sizi tanımıyor, yağmur sizi tanımıyor. Siz kimsiniz?”
“Kralım biz buraya ait değiliz
doğru. Çok uzaktan geldik biz ve yardımınıza ihtiyacımız var.”
“Evet, doğru söylüyorsunuz.
Herşeyi görüyorum şimdi. Ne istiyorsunuz benden?”
“Kralım önce burada ne
olduğunu anlatabilir misiniz? Böyle bir vahşet nasıl olmuş olabilir.”
“Biz çok yaşlı bir
uygarlıktık, tarihimiz boyunca hep savaştık. Ancak en sonunda öyle bir
savaş çıktı ki hepsinden daha büyüktü ve bitmek bilmiyordu. Savaşmayı
bırakmamız için çok uyarılar geldi ama dinlemedik, yıldırımları, selleri,
depremleri umursamadık. Öyle bir noktaya geldi ki dereler artık kırmızı
akıyordu, toprak artık kırmızıydı. Biz savaşmaya devam ettik ama, durmadık.
Sonra bir salgın başladı ve herkes teker teker ölmeye başladı. Tüm insanlar,
tüm canlılar hatta tüm bitkiler bile çok kısa bir süre içinde öldü. Sonra neler
olduğunu bilmiyorum ama bu yüzden bu kadar kimsesiz burası.”
“Çok üzüldüm kralım. Sizden
bir ricamız olacak.”
“Söyleyin nedir?”
“Kralım burada bir kütüphane
varmış, onu nasıl bulabiliriz?”
“Kütüphane eskiden vardı.
Ancak depremlerden sonra yollar yıkıldı, parçalandı. Burası bir yer altı
şehriydi. Devam edin yürümeye, şanslıysanız bulursunuz. Artık beni serbest
bırakın.”
Bir an sonra Derian gözlerini
açtı ve “Yavmie iyi misin?” diye sordu.
“İyiyim de nasıl oldu bu iş?
Sen böyle şeyler yapabiliyor muydun?”
“Artık yapıyorum diyelim.
Şimdi ne yapıyoruz?
“Tabiki devam ediyoruz,
kütüphane buralarda bir yerde.”
Karanlık mağarada yürümeye
devam ettiler. İleride gördükleri yıkılmış duvarlar ise depremin
işaretçileriydi.
İlerledikçe yıkılmış duvarlar
tarafından kapatılmış geçitleri daha sık görür olmuşlardı. Onlar yavaş
adımlarla ilerlemeye devam ederken bir taraftanda silahlarını her türlü
tehlikeye karşı hazırda bekletiyorlardı. Aslında bu oldukça gereksizdi eğer
tamamen yok olmuş bir yerde yaşıyorlarsa ne onlara saldırabilecek birisi
çıkabilirdi ne de savaşabilecek. Bu yüzden ilerledikçe saldırıya hazır bir
şekilde beklettikleri silahlarını hafifçe yere indirdiler.
İlerledikçe yerlere saçılmış
parçalanmış iskeletler görmeye devam ediyorlardı. Ancak bu sadece etraflarında
olan yıkımın büyüklüğünü gösteriyordu onlara.
Biraz daha ilerledikleri
zaman daha önce gördükleri geniş odadan daha büyüğü ile karşılaştılar. Etrafa
dağılıp inceledikleri zaman bu sefer etrafta 7 tane geçit gördüler. Bu
geçitlerden üç tanesi tamamen kapanmıştı, bir tanesi ise tamamen kapanmamış
olsada oradan geçmek imkansızdı. Kalan üç tanesi ise içinden geçilebilir gibi
duruyordu. Bunun haricinde geçitlerin arasında hiçbir fark yoktu. Hangisini
seçeceklerine dair en ufak bir fikirleri olsaydı seçim yapmaları çok daha kolay
olurdu.
“Şimdi hangisini seçeceğiz?
Durun ben söyleyeyim size burada durup karar vermek için bekleyeceğiz.” dedi
Kylana. Bu onun sabırsız yapısı ile normal karşılanebilecek bir tepkiydi.
“Haklısın Kylana ama biraz
düşünmemiz gerekiyor. Dağılıp aramak mantıklı geliyor olsa da ileride
karşılaşabileceğimiz bir sorun bizi bölebilir ve bir daha bir araya
gelemeyebiliriz. Bu nedenle ayrılmamamız gerekiyor.” dedi Lucian normal bir ses
tonu ile.
“Lucian’a hak veriyorum da
benim yine bir önerim var ama şimdiden söyleyeyim bunu nasıl biliyorsunuz diye
sormayın sakın çünkü verecek cevabım yok. Sadece ataların yine benimle
konuştuğunu söyleyebilirim ve bu sefer söyledikleri çok daha ilginç.” Derian
konuşurken herkes büyük bir sessizlik içinde onu dinliyordu.
“Atalar diyorki zaman geçmiş,
şimd ve gelecekten oluşan bir bütün ve hepsi aynı anda yaşanıyor. Biz ise
sadece şimdide yaşıyoruz. Geçmişi veya geleceği görebilmemiz mümkün değil. Bana
söylediklerine göre bu odanın bir hafızası var ve yaşanan her şey o hafızada
kayıtlı durumda. Atalara göre ben onların hafızasına erişebilirim ve onlar
üzerinden geçmişi görebilirim. Çok ciddi söylüyorum sakın nasıl diye sormayın
bana.”
“Tamam Derian sormayacağız
ama şunu merak ediyoruz geçmişi sadece sen mi görebileceksin yoksa herkes
görebilir mi?”
“Sadece ben göreceğim ve
gördüklerimi size anlatacağım bu sayede geçmişte hangi yolu daha yoğun
kullandıklarını veya kitapların hangi yoldan taşındığını görebileceğim.”
“Yapalım o zaman!”
Bu sözün üzerine Derian
tekrardan gözlerini kapattı. Bu sefer küçük keselerinden etrafa hiçbir şey
saçmadı veya hiçbir söz söylemedi. Sadece kollarını iki yana doğru açtı ve
yavaşça kapattı. Kollarını kapandığı zaman konuşmaya başladı.
“Geçmişe doğru gidiyorum.
Etraftaki herşey aynı sadece kemik parçaları daha büyük, geçmişe gittikçe
kemikler büyümeye devam ediyor. Kol kemikleri, bacak kemikleri, kafatasları,
hayvan kemikleri görüyorum. Daha öncesinde ise kemiklerin üzerindeki et
parçalarını görüyorum. Geçmişe gittikçe et parçaları giderek artıyor, organlara
dönüşüyor. Cesetleri görüyorum parçalanmamış bir şekilde. Etrafta hala parça
parça kemikler var. Onlar daha eskiye ait. Biraz daha geçmişe gittiğim zaman
yerde yatanların yavaşça ayağa kalktığını görüyorum. Hepsi perişan halde, başta
açlıktan olduğunu düşünüyorum ama hepsi hasta. Tüm canlılar, bitkiler bile
hasta ve hepsi ölüyor. Konuşmalarını duyduğum zaman herşeyin hasta olduğunu ve
öldüğünü anlıyorum.”
Derian önce derin bir nefes
aldı ve anlatmaya devam etti “Hastalığın olmadığını zamanlara gidiyorum ama bu
sefer her yerde savaş var. Herkes çıldırmış gibi birbirine saldırıyor. Salgının
neden çıktığını bilmiyorum ama buradaki herkes kafayı yemiş durumda. Acımasızca
öldürüyorlar birbirini, yerler kan kaplanmış durumda. Birbirlerinin
cesetlerini, canlı bedenlerini ısırarak yiyorlar. Salgın bu savaştan sonra
geliyor. Sağ kurtulan birkaç kişi vardı ve onlarda salgında ölüyor. Herşeyi
görebiliyorum şu anda ama gördüklerimi sıraya sokmam biraz zor.”
“Savaş başlamadan önceye gidiyorum,
peşi sıra savaşlar olmuş burada. Sebepsizce, vahşi katliamlar görüyorum.
Buradaki kimse masum değil, hepsi ölmeyi hak ediyor. Birisi başka birinin
omurgasını söküyor. Herkes çıldırmış burada. Zaman ilerledikçe herkes kafayı
daha fazla yemiş durumda. Daha fazla görmek istemiyorum artık. Her yer kan
şimdi ve her yer acı.”
“Bayağı bir geçmişte henüz
savaş çıkmış durumda değil. Etrafta normal bir şekilde dolaşanlar görüyorum.
Ellerinde kitap taşıyorlar. Kitaplar şu yollara doğru gidiyor. Üç tane geçitten
geçiyorlar. Elimi takip edin onlardan birisinden gitmemiz gerekiyor. Herşey
karışmış durumda, aynı anda tüm zamanlardayım ve durun bir ses var. Onu duymak
istemiyorum şu anda kötü bir şey söylüyor bana. Artık dayanamıyorum.”
Derian gözlerini açtığında etrafına
baktı ve herşeyin bıraktığı gibi olmasına sevindi. “Nereyi gösterdim ben?”
“Bu tarafı gösterdin Derian
ne yaptığını bilmiyoruz ama muhteşem bir şey yaptın sen. Harikaydın.”
“Peki geçmişte ben var
mıydım?”
“Tabi ki yoktun Galdor sen
buranın geçmişinde yoktun ki. Daha yeni geldin. Aslında senin bebekliğine de
gitsem bayağı komik olurdu.”
“Dalga geç sen, sadece bir
soru sordum sana.”
“Birbirinizle uğraşmayı
bırakın. Derian’ın gösterdiği yönden ilerleyeceğiz hep beraber.” Lucian
cümlesini bitirdikten sonra Derian’ın işaret ettiği yönden ilerlemeye
başladılar.
Kemik parçaları arasında
ilerlemeye devam ediyorlardı. Yolda değişen tek şey ise yolun daralmış olması
ve etrafa saçılmış olan kitap sayfalarıydı. Bir süre boyunca parçalanmış
kitaplarda ne yazdığını anlamaya çalışsalarda pek başarılı olmadılar. Hiçbir
şeyin yaşamadığı bir yerdeydiler ve bu yok olmuş yerde bir kitap arıyorlardı.
Biraz daha ilerledikten sonra
yol ikiye bölünmüştü ancak şanslılardı ki yolun birisini yıkılmıştı. Sadece
oradan devam edebilirlerdi. Böyle bir yerde ne kadar az karar alırlarsa o kadar
iyiydi onlar için. Zaten zor hatta belirsizlikte olan durumlarını daha da beter
yapmanın anlamı yoktu.
Herkes sessiz bir şekilde
ilerlemeye devam ederken işin en ilginç tarafı Galdor’un bile ses
çıkarmamasıydı. Konuşmak, şakalar yapmak yerine sessizce birasını yudumluyordu.
İşin daha ilginç olan tarafı ise kimsenin ona sataşmamasıydı.
Yolları ince uzun bir odaya
geldiği zaman durdular. Hepsi hızlıca etrafa baktı. İlk gördükleri şey sol
duvarı boydan boya kaplayan bir aynaydı. Yaptıkları her hareket aynada
görülebiliyordu ancak aynada herşey ters bir şekilde duruyordu. Sağ ve sol
tamamen farklıydı. Odanın tam ortasında bir sunak vardı. Sunak beyaz mermerden
yapılmıştı, pürüssüz bir yapıdaydı. Sunağın üstünde 3 tane oyuk vardı. Öyle
görünüyordu ki o oyuklara bazı şeyleri koymak gerekiyordu. Hatta o bulmacayı
çözerlerse eğer odanın karşı tarafındaki kilitli olan kapı açılabilirdi. Şimdi
ipuçları bulmaları gerekiyordu.
Lucian ne olup bittiğini
anlamaya çalışırken normal bir ses tonu ile “Siz ikiniz odanın ilerisini
araştırın. Sizde geriyi, kalanlarda bu bölgeyi araştırsın. Buralarda bir yerde
işimize yarayacak önemli bir şeyler olması gerekir.”
Herkes etrafı incelerken
Lucian aynadaki yansımaya bakmaya devam ediyordu. Öncelikli olarak görüntü
neden tersti? Bunun bir anlamı olması gerekirdi ama ne? Bulmacanın çözülme
yöntemi ile alakalı bir şey miydi bu? Belki de çözüme sondan başlamalılardı, bu
mantıklı olmazdı. Buralarda bir yerde ilk ipuçları vardı ama onu göremiyordu.
Belki de ters bir şekilde düşünmesi gerekiyordu.
Bu esnada Heyrina yüksek
sesle “Aynada sunağa bakın. Orada sunak tamamlanmış durumda ve kapı açık. Bu
parçaları bulmamız lazım bizim.”
“Kırmızı bir küre, mavi bir
kutu ve beyaz bir vazo bulmalıyız. Hemen buluruz.”
“Siz etrafı araştırmaya devam
edin. Naserious ve Melvenia yanımda kalın düşünmemiz gerek.”
Herkes etrafa dağıldıkları
sırada Naserious “Evet Lucian seni dinliyoruz.”
“Ayna çok önemli gibi geliyor
bana. Dikkat edin yansımanın yönü ters. Bu işin içinde mutlaka bir şey var.”
“Haklı olabilirsin Luci ama
bence biraz rahatlamalısın. Çok zor bir şey olacağını sanmıyorum.”
“Umarım öyledir Mel. Umarım
öyledir.” Lucian konuşmaya devam ederken Naserious kısık sesle aynı şeyi
tekrarlıyordu “Her şey ters.. Her şey ters…”
Galdor tam bu esnada yüksek
sesle konuştu “Kırmızı küre bende.” Onu Derian ve Aranhil takip etti. “Yalnız
burada yeşil bir küre, sarı bir kutu ve siyah bir vazo da bulunuyor.” Derian’ın
sözleri ortalığı biraz karıştırmıştı. Topladıkları tüm eşyaları sunağın üzerine
koydular ve düşünmeye başladılar.
“Bence hepsini yerlerine
koyalım ve gidelim burdan.”
“Haklısın Galdor hemen
koyalım.”
İlk önce buldukları kırmızı,
mavi ve beyaz eşyaları aynada gözüktüğü gibi yerleştirdiler. Ancak hiçbir şey
olmadı. Daha sonra aynadaki görüntünün ters olduğunu hatırlayıp eşyaların
yerlerini değiştirdiler. Bu esnada Naserious hala aynı şeyi tekrarlıyordu “Her
şey ters.”
“Burada duralım bence bir
şeyi atlıyoruz. Aynada herşey ters ise buranın düz olmasını bekleyemeyiz.
Eşyalar sabit ve onları ters çevirmek mantıklı değil. Her eşyadan elimizde iki
tane var. Kırmızı ve yeşil küre gibi. Bunlar zıt renkler hatta ters renkler.
Eşyaları değiştirelim.”
Diğer eşyaları
yerleştirdikleri zaman metal kapı kendiliğinden açıldı ve ileriye doğru
yürümeye devam ettiler.
Metal kapıdan geçtikten sonra
ince bir koridorla karşılaştılar. Koridor sadece iki tanesinin yanyana
yürümesine izin verebilecek kadar dardı. İlginç bir şekilde bu koridorda
herhangi kemikle veya engelle karşılaşmadılar. Koridorun diğer tarafında başka
bir kapı onları bekliyordu.
“Nerede bu kütüphane acaba?”
“Az kaldığını düşünüyorum.
Zaten bir kütüphaneye gitmek bu kadar zor olmamalı bence.”
“Sadece bir tane kitap alıp
çıkacağız neden bu kadar zorluk?”
“Bu şekilde düşünmemek lazım.
Hayat bile hep böyledir, istediğimiz bir şeye ulaşabilmek için bir dünya
çabalamamız gerekir.”
“Hemen hayat felsefesi
yapmasan aslında çok tatlı bir insansın Naserious.”
“Teşekkür ederim Melvenia ama
gerçekler böyle malesef.”
“Bırakın şimdi gevezelik
yapmayı kapının diğer tarafı için hazırlıklı olalım.”
Kapıdan geçtikleri zaman ilk
gördükleri şey odanın ortasında bulunan bir sunaktı. Sunağın üzerinde bir kitap
duruyordu ve odanın diğer tarafında açık bir kapı daha vardı. Sunaktan
ileriye doğru üzerinde soru işretleri olan karolar kapıya kadar uzanıyordu. Her
taşın genişliği odanın genişliği ile aynıydı. Onlara basmadan kapıya ulaşmaları
mümkün değildi.
Hepsi sunağın etrafına
toplanmıştı ve Lucian kitabı eline aldı “Görünüşe göre bu odadan çıkmanın yolu
bu kitaptan geçiyor ve Lucian kitabın ilk sayfasını açtı.
“Buradan sadece gerçekler
geçebilir. Tüm sırlarınızı bu odada bırakmalısınız. İtiraf edin.”
“Harika bir de kirli
çamaşırlarımızı söylememiz gerekecek.”
Lucian ikinci sayfayı
çevirdiği zaman bu sefer farklı bir cümle yazıyordu “Baltalı birisi 17 yıl önce
babasını öldürdü.”
Herkes bir anda Galdor’a
bakmaya başlamıştı. Sonuçta elinde balta olan bir tek o vardı.
“Ne bakıyorsunuz bana, bir
tek balta bende olabilir ama bu ben olduğum anlamına gelmez.”
“Galdor senin bizden
sakladığın bir şeyler mi var. Eğer öyleyse şimdi söylesen iyi edersin.”
“Herşeyimi biliyorsunuz siz
benim. Kitaba mı inanıyorsunuz yoksa bana mı?”
“Galdor sana inanıyoruz ama
eğer söylemen gereken bir şey varsa hemen şimdi söylemelisin.”
Galdor derin bir nefes çekti
içine “Evet ben babamı öldürdüm. Sanırım 7 veya 8 yaşındaydım, babam yine çok
içmişti ve annemi dövüyordu. Birkaç gün önce benden büyük bir abim olduğunu
öğrenmiştim ve babam onu öldürmüştü. Babam annemi döverken kılıcını çıkartmıştı
ve annemi öldürecekti. Bende vazo tarzında bir şey çıkarttım ve babamın koluna
vurdum. Böyle yapınca babam bana saldırmaya başladı ve beni yere yatırdı. Annem
onu durdurmaya çalışıyordu. O an kılıcı ona saplamak için çok dua ettim
ve bir an için elim kılıca uzandı ve kılıcı babamın kalbine sapladım.”
Galdor konuşmasını bitirdiği
zaman karolardan birinin üzerindeki soru işareti kayboldu. “Teşekkür ederim
Galdor bizimla paylaştığın için.”
Lucian bir sonraki sayfayı çevirdiğinde
başka bir cümle yazıyordu kitapta ” Kırmızı renkli bir elbise giyen birisi
ailesinden nefret ediyor.”
“Bu benim biliyorsunuz
sanırım. Onlardan o kadar nefret ediyorum ki fırsatım olsaydı hepsini
öldürebilirdim.” Heyrina cümlesini bitirdiği zaman bir diğer soru işareti de
kayboldu.
Bir sonraki sayfada ise
“Birisinin ailesi o çok küçükken öldü.” yazıyordu.
“Bu da benim, size biraz
eksik söylemiş olabilirim. Babam ve annem bir savaşta öldü beni köylüler
kaçırdı oradan. Onların öldüğünü kabul etmek istemedim hiç.” Konuşan Aranhil
olmuştu.
Bir sonraki sayfada ise
“Birisinin hayatı bomboş geliyor, sanki herşeyini kaybetmiş durumda.”
“Her ne kadar güçlü görünmeye
çalışsam da bu benim sanırım. Evet, içimde büyük bir boşluk var ve onu nasıl
dolduracağımı bilmiyorum” dedi Lucian.
Bir sonraki sayfada ise “İki
tane hançer kullanan birisi hala …. seviyor.”
“Bu da sanırım benim.
Hepinizle konuşmadım doğru ama konuştuklarıma anlattım. Ben hala Lucian’ı
seviyorum ve ne geçen zaman ne de yaşadıklarımızı değiştirebildi. Tekrar
söylemem gerekirse Lucian ben seni hala seviyorum ve bu hiç değişmedi.”
Melvenia konuştuktan sonra herkes bir Lucian’a bir Melvenia’ya bakıyordu.
Melvenia’nın göz kenarları dökülen yaşlarından dolayı ıslanmıştı. Lucian ise
hiçbir şey söyleyemiyor, hiçbir şey yapamıyordu.
Bir şey söylemek yerine
kitapta bir sayfayı daha çevirdi. Bu sefer kitapta “Birisi bu dünyada yaşamak
istemiyor. Onun ait olduğu yer burası değil.” yazıyordu.
“Bu benim dedi Derian. Benim
olmak istediğim yer burası değil. Ben ataların yanında olmak istiyorum, yani
ölmek istiyorum.”
Bir sonraki sayfada ise
“Başka birisi bilgiye ulaşmak için herşeyi yapabilir.” yazıyordu.
“Bu da benim.” dedi
Naserious. “Son sayfaya geçelim artık.”
“Birisi ihtirasları için
yaşıyor gerekirse onlar için herşeyi ateşe verebilir.” yazıyordu son sayfada.
“Bu da benim. Artık gidelim
şu odadan.” Yavmie konuştuğu zaman tüm soru işaretleri kaybolmuştu. Odadan
çıkarken konuşmaya devam ediyorlardı.
“O değil de bir kitap bizim
bile unuttuğumuz şeyleri nasıl bilebilir?”
“Demek ki birisi başka
birisini tam olarak tanıyamıyormuş. Birbirimiz hakkında öğrenecek daha çok
şeyimiz var bizim.”
“Öyle şey mi olur ben
hepinizi tanıyorum. Sizinle birlikte hayatım geçti. Kimin ne sevdiği, seyi
sevmediğini hemen bilirim. Hadi kendinize gelin. Yolumuz daha uzun.”
Galdor’un konuşmasından
ilerlemeye devam ettiler. Kimse konuşmak istemiyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen
bulmacalardan hepsi sıkılmıştı. Bu garip yerden ne zaman çıkacaklarını
bilememek de ayrıca canlarını sıkıyordu. Bu nedenle hepsi ifadesiz bir biçimde
yürüyordu.
Diğer odaya geçtikleri zaman
ilk olarak odanın ortasında beyaz bir masa gördüler. Yaklaşıp baktıkları zaman
masanın üzerinde yırtılmış bir kitap, bordo renkli bir kalem ve işlemeleri bir
kutu vardı. Parçalanmış kitabın yanında ise siyah renkli bir kum saati
duruyordu. Masanın hemen arkasında kırılmış bir sandalye ve onun hemen
çaprazında parçalanmış bir sandalye daha duruyordu.
Odanın karşı tarafında ise
metal bir kapı daha vardı. Galdor’un kapıya koşması ve onu açmaya çalışması
sayesinde kapının kapalı olduğunu anladılar. Önce kapıyı açmak için bildikleri
tüm yöntemleri denediler ama kapı açılmıyordu. Naserious’un Galdor’a söylediği
“İstersen bir de kapıyı kırmak için kafanı kullanalım. Bence kapı kesin açılır.”
sözü bir süre boyunca kahkaha atmalarını sağladı.
“Harika yine saçma bir
bulmaca ile karşı karşıyaydık. Şu bulmacalar da olmasa gidip ejderha falan
öldürseydik keşke.”
“Tabi Galdor, biz zaten her
canımız sıkılınca gidip ejderha öldürüyoruz.”
Bu esnada Derian “Bu kum
saatinde çok antik bir büyü var.” dediği sırada ve bir anda kendini tek başına
odada buldu. Sadece bu sefer sandalyeler kırılmamış, defter parçalanmamış, kutu
açıktı ve anahtar içindeydi. Ayrıca kapı açıktı. Buraya nasıl gelmiş
olabileceğini düşünürken kapıya doğru koşmaya karar verdi. Kapıdan geçtiği
zaman karşısında devasa bir kütüphane gördü ve kütüphaneci ile göz göze geldi.
Bir an kadar sonra Derian
kendini tekrardan arkadaşlarının yanında buldu. Onlar ortadan kaybolduğunu bile
fark etmemiş gibi görünüyordu. “Bu kum saati beni geçmişe götürdü. Sandalyeler
parçalanmamıştı, kapı açıktı ve anahtar kutudaydı. Kapının diğer tarafında
devasa bir kütüphane var. Ancak orada çok fazla kalamadım. Sanırım oraya geri
dönüp anahtarı getirmeliyim.
Derian cümlesini bitirdiği
zaman masaya bıraktığı kum saatini tekrardan eline aldı. Bu sefer yine aynı
yerdeydi sadece sandalyelerin yeri değişmişti. Anahtar yine kutunun içindeydi.
İlk önce kalemin kapağını çıkarttı değişimleri görebilmek için. Daha sonra anahtarı
cebine koydu. Etrafa son bir kez daha baktı ve tekrardan arkadaşlarının
yanındaydı.
Bu sefer iki sandalyede
paramparça olmuştu ve kalemin rengi değişmişti. Hemen elini cebine attı ancak
anahtarın orada olmadığını gördü. “Lanet olsun, anahtarı cebime koymuştum ben
ama şimdi yok.” dedi.
“Demek ki yanında eşya
taşıyamıyorsun. Anahtarı geçmişe gidip bir yere saklamayı denesen nasıl olur?”
“Onu da denerim ama benim
daha güzel bir fikrim var geçmişe gidip kapıyı kıracağım önce. Yine olmazsa
saklamayı denerim.” Derian cümlesini bitirdiği zaman kum saatini tekrardan
eline aldı ve geçmişe gitti. Bu sefer yanında taşıdığı çok güçlü bir asidi
kapının üzerine döktü. Bir süre sonra kapı büyük bir gürültüyle yere düştü ve
Derian geri döndü.
Ancak baktığı zaman kapı hala
yerinde duruyordu. Sadece eskisinin yerini daha güçlü bir kapı almıştı. “Benim
geçmişe gitmem lazım”
Derian kum saatini alıp
tekrar geçmişe gittiği zaman bu sefer hızlıca anahtarı kutunun içine koydu.
Geçmişte yaklaşık olarak 30 saniyesi vardı ve sadece bu zaman diliminde hareket
edebilirdi. Ancak kendi zamanına gittiğinde anahtar kutunun içinde değildi.
“Derian sen hiçbir yere
gitmiyorsun ki geçmiş falan diyorsun boşuna.”
“Öyle tabi Galdor. Sen bana
anahtarı saklayabilecek başka bir yer bulsana.” dediği sırada kum saatini eline
aldı ve kendini tekrardan geçmişte buldu.
Etrafa hızlıca bir bakış attı
ve daha sonra anahtarı masanın ayaklarından birisinin altına koydu. Masayı hiç
hareket ettirmemişlerdi, orada güvenli bir şekilde kalabilirdi. Ne kadar
geçmişe gittiğini merak ediyordu. Savaştan önceki bir zamana gidiyor olmalıydı.
Kendi zamanına geldiğinde
hızlı adımlarla masanın ayağını kaldırdı ancak anahtar yine orada yoktu. “Bu iş
bu şekilde olmayacak. Geçmişte kaldığım zaman çok kısıtlı bu yüzden onu bu odadan
çıkartamıyorum. Burada nereye koyarsam koyayım anahtar yine kayboluyor.”
“Peki onu başka nereye
saklayabiliriz ki?”
“Bilmiyorum zaten bilmemek
canımı çok sıkıyor.”
“Biraz düşünmeliyiz sanırım.
Geçmişten şimdiye hiçbir şey getiremiyoruz. Şimdiden geçmişe getirecek bir
şeyimiz de yok sanırım. Zaten ondan bile emin değilim.”
“Galiba yolun sonuna geldik.”
“Derin bir nefes alalım
elbette bir çıkış vardır.”
Bu esnada Derian atalardan
yardım istiyordu “Ey başlangıçta sona kadar var olan, hepimiz ve hiçbir şey
olan. Elbette sana döneceğiz bir gün, biz ne kadar güçlüysek sende o kadar
güçlüsün. Lütfen daha da güçlenmeme izin verin, sizi onurlandırmama izin verin.
Bende size kavuştuğum zaman gücünüze güç katayım.”
Derian bu sözleri söyledikten
sonra için bir ses “Onu biz ver, biz senin için saklarız.” dedi.
Derian ise sesli bir şekilde
“Şimdi buldum” dedi ve kendini tekrardan geçmişte buldu. Kum saatini tutmayı
bırakmadan diğer eliyle anahtarı aldı ve avucunun içine koydu ve “Yüce atalar
bu anahtarı size emanet ediyorum. Kendi canımı size emanet ediyorum, kendi
kanımı size emanet ediyorum. Lütfen onu benim için saklayın.” dedi.
Tekrar kendi zamanına
döndüğünde anahtar avucunun içinde duruyordu. “İşte anahtar burada.”
“Nerde buldun onu biz hiçbir
şey anlamıyoruz.”
“Boşver Galdor o çok uzun bir
hikaye.” Derian kapıyı açtıktan sonra karşısında devasa bir kütüphane duruyordu
ve kütüphanenin içinde gri cübbeli birisi bekliyordu yüzünde bir gülümseme ile.
Adamın arka tarafında
görebildikleri kadar uzanan devasa raflar vardı. Her raf en az 5 katlıydı ve
birinden diğerine geçebilmek için merdiven kullanmaları gerekiyordu. Odanın ne
kadar büyük olduğu hesaplayamıyorlardı bile. Görebildikleri her yerde
kitap rafları vardı. O an bu kadar kitabı nasıl inceleyeceğiz diye düşündüler
içeriye doğru girerlerken.
Gri cübbeli adam ise
kollarını iki yana açmış gülümser bir şekilde onları bekliyordu. Gri cübbeli
adamın bu dostane davranışını anlamak hepsi için oldukça zordu. İçeriye doğru
bir kaç adım attıktan sonra gri cübbeli adam konuştu dostça bir ses tonu ile
“Hoş geldiniz!”
“Hoşbulduk efendim. Biz bir
tane kitap arıyorduk da.”
“Evet biliyorum kitap
aramasanız zaten kütüphaneye gelmezdiniz.”
“Bu konuda yardımcı olmanızı
isteyecektik sizden.”
“Elbette size yardımcı
olacağım. Buraya kadar geldiğinize göre bir kitap almayı haketmişsiniz
demektir.”
“Teşekkür ederiz efendim.”
“Rica ederim Lucian. Şimdi
adını nereden bildiğimi soracaksın bana ve verdiğim kaçamak bir cevap sana
yetmeyecek. Hatta şu an vereceğim hiçbir cevap sizin için yeterli olmayacak.
Hepinizin adını biliyorum, neden burada olduğunuzu da biliyorum. Bu yüzden bana
başka bir soru sorun siz.”
“Efendim sizi anlamakta
zorlanıyoruz. Bizi tanıdığınızı size soramıyorum bile ama en azından herkesin
ölü olduğu bir yerde sizin nasıl yaşadığınızı söyleyebilirsiniz sanırım.”
“Bak Lucian meraklısın,
ayrıca cesursun da. Vereceğim cevapları öğrenmeye hazır olamayabilirsin. Yinede
merakına iyi gelmesi için sana bir cevap vereceğim sadece şunu unutma her cevap
başka soruları beraberinde getirir ve o soruların cevaplarını kendin
bulmalısın. Ben buraya sizi karşılamak için geldim. Evet burada yaşayan her şey
öldü. Zaten neler olduğunu az çok biliyorsunuz.”
“Nasıl yani? Bizi karşılamak
için mi geldiniz?”
“Evet, sizin için geldim.
Söylediğim gibi şu anda cevaplar için çok erken. Siz evrenin dengesini bozacak
bir yolculuğa başladınız ve bu yolculuk artık sizin kaderiniz aynı zamanda
evrenin de kaderi. Geleceğin nasıl şekilleneceğinin belli olması için sizin bu
yolculuğa devam etmeniz gerekiyor. Hiçbir şey anlamadığınızın farkındayım,
sadece gelecek size başlı ve yapacağız seçimlere bağlı durumda.”
Herkes gri cübbeli adama boş
gözlerle baktı. Hiçbirinin söyleyecek tek bir kelimesi bile yoktu.
“Şimdi neden bazı cevaplara
hazır olmadığınızı anladınız mı? Unutmayın cevaplara ulaşmak için doğru
soruları sormanız gerekir ve bunda çok kötüsünüz. Önemi yok ama benim sizin
hikayenizdeki görevim sizi uyarmaktı olacaklara karşın. Elbette sizin
seçimleriniz ne olursa olsun hala bir şans var. Sizden tamamen bağımsız, sizin
üzerinde hiçbir etkiniz olmadığı bir şans daha var ve o ihtimal için sizin bu
yolculuğa devam etmeniz gerekiyor.”
Gri cübbeli adam konuşmasını
bitirdiği zaman sağ elinde bir kitap belirdi ve kitabın üstünde “Heyrina”
yazıyordu. Gri cübbbeli adam tekrardan konuştu “Arkadaşlarına veda et
istersen.” Heyrina hepsine teker teker sarıldıktan sonra kitabı aldı ve
kendilerini karavanın içinde buldular. Artık yedi kişiydiler.
3. Bölüm
“Ben bu ayrılıklardan nefret
ediyorum. Bir yanımda olan insan bir an sonra gidiyor ve onların çok daha mutlu
olduklarını bilmek yetmiyor. Sanki her geçen gün eksiliyorum. Sona geldiğimiz
zaman bizden geriye bir şey kalacak mı acaba?”
“Haklısın Galdor ama hayat
böyle değil midir? En yakınında olan bir an gelir ve gider, habersizce gider
hatta. Hiçbir şey bırakmadan gider, bazıları ise iki satır bırakır ardında ve
öyle gider sende elindeki küçük kağıt parçasına bakıp durursun. Her veda
kötüdür ama gidenin daha mutlu olma ihtimali vardır ve sen bu ihtimal için
dayanırsın herşeye.”
“Harika söyledin de Lucian
bunu bilmek hiçbir işe yaramıyor. Giden gitmiş oluyor, sende kalıyorsun. Kalmak
galiba kaderimiz bizim.”
“Sende gideceksin merak etme
Galdor. Gittiğin yerde çok daha mutlu olacaksın. Hayat böyledir, bazen gidenler
seni daha mutlu, daha güçlü yapmak için gider.”
“Neyse ya, devam edeceğiz
biz. Kim içmek ister bakalım?”
“Sonunda doğru bir şey
söyledin Galdor. Aslında hiç lafı uzatmadan doğrudan içmek istediğini
söyleseydin yeterdi yoksa bizi duygusal numaralarınla kandırmak mı istiyorsun?”
“Tabi Aranhil aynen öyle
yapmak istiyorum. Hatta hepinizi hüngür hüngür ağlatıp katıla katıla gülmek
istiyorum. İkimize bira diğerlerine şarap getiriyorum hemen.”
Galdor hızlı adımlarla odadan
çıktıktan sonra herkes birbirine baktı bir süre boyunca. Sadece Melvenia yere
bakıyordu yüzü asık bir şekilde. Lucian’ın söylediği sözler ona değildi belki
ama kendi yaptıkları aklına gelmişti ve her kelime onun canını yakmıştı. Bu
yüzden etrafındaki herkes kahkaha atarken o yere bakıyor ve düşünüyordu.
Aslında herkes onun bu durumunun sebeplerini tahmin ediyordu ama hiçbirinin
söyleyecek bir sözü yoktu.
Galdor içkileri getirdiği
sırada Melvenia ayağa kalkıp içeriye gitmek istedi ancak Derian onun kolundan
tuttu ve oturmasını söyledi. Odasına kapandığı zaman yapacaklarını çok iyi
biliyordu ve o an ağlamanın kimseye bir faydası yoktu.
Zaman geçmeye devam ettikçe
kahkalar yükseldi önce. İçilen alkol miktarı arttıkça hepsinin heyfi yerine
geldi. Bir arkadaşlarını daha kaybetmek hepsi için çok zordu evet ama hayat
devam ediyordu. Kimse birisi gittiği için ölmezdi belki ölmekten beter olurdu
ama hayat devam ederdi, onlarda nefes almaya devam ederdi. Her gidenle birlikte
insan biraz ölürmüş, asla eskisi gibi olamazmış demişti eskiden bir ozan. Lucian
Melvenia gittikten sonra bir gece barda otururken ağlamaya başlamıştı, o kadar
kendini kaybetmişti ki Lucian en sonunda ozan gelmiş ve onunla konuşmuştu. Onu
kendine getirmek için eklemişti “Birisi gittikten sonra öyle büyük bir boşluk
olur ki onu asla dolduramayacağını düşünürsün ama zamanla o boşluk dolar
dalları kırılmış bir ağacın yeni dal vermesi gibi sende yeni dallar verirsin. O
boşluk hep kalır ama sen büyümüşsündür bir kere.”
Bir süre sonra durgun olan
Melvenia bile kahkahalara katılmıştı. Onu seyreden Lucian ise başka şeyler
düşünüyordu. “Eskiden onun gülümsemesine hayrandım ben hatırlıyorum, o güldüğü
için güneş doğuyor sanıyordum. Ancak şimdi hiçbir şey hissetmiyorum. O hala çok
güzel gülüyor ama artık o gülünce güneş doğmuyor hatta hiçbir şey olmuyor.”
Melvenia ise bir taraftan
düşünüyordu “Luci’ye ne oldu böyle. Aynı kişi ama farklı görünüyor, bana farklı
bakıyor, sanki tamamen değişmiş gibi. Buna katlanmak çok zor, dayanmakta
zorlanıyorum ama gülmeye devam etmeliyim.”
Gecenin ilerleyen saatlerine
kadar içtikten sonra hepsi yatmaya gitti. Bu sefer odayı en son Galdor terk
etti, bunun sebebi de sona kalan biraları içmek istemesiydi. Herkes uyumadan
önce ertesi gün neler olacağını merak ediyordu?
Herkes odasına çekildiği
sırada Galdor koltuklardan birinde sızıp kalmıştı. Diğerleri ise kendilerini
uykunun kollarına bırakmıştı. Lucian ise yatağında uykusu ile köşe kapmaca
oynuyordu. Garip bir düşünce vardı içinde. Normalde bu durumda olduğu zaman
geceler boyunca sadece düşünürdü. Ancak o an ne düşünmesi gerektiğini
bilmiyordu. Arkadaşlarının gitmesi düşünmesi gereken bir konuydu, Melvenia
kesinlikle düşünmesi gereken bir konuydu. Başka nelerle karşılaşacakları da
oldukça önemli bir konuydu. Ancak asıl düşünmesi gerekenin bunlardan hiçbiri
olmadığını biliyordu ama neyi düşüneceğine dair hiçbir fikri yoktu.
Bir süreyi daha neyi
düşüneceğini düşünmekle geçirdikten sonra bu uğraştan vazgeçti. Belki biraz
yürüyüş yaparsam diye düşündü uykum gelebilirdi ve önce odasının içinde bir kaç
tur attı. Daha sonra odasından çıkması gerektiğini düşünüp dışarıya çıktı.
Yapmak istediği şey kendine bir kadeh şarap alıp oturma odasında içmekti. Ancak
oraya gittiği zaman koltukta sızan Galdor’u gördü ve gülümseyerek odasına doğru
yürümeye başladı.
Odasına doğru ilerlerken
Melvenia ile karşılaştı. Aynı onun gibi elinde bir kadeh şarap vardı.
“Luci uyumamışsın sende.”
“Uyku tutmadı nedense, bende
bir şeyler içmek istedim.”
“Aynısı bende de oldu. Oturma
odasına gidip bir kadeh içmek istedim.”
“Sakın oraya gitme.”
“Neden?”
“Galdor koltukta sızmış ve
bununla kalmayıp korkunç bir şekilde horluyor. Kesinlikle onu o şekilde
görmemelisin, öldürmek isteyebilirsin.”
“Bu çok kötü oldu, bende
ayakta içerim artık.”
“Ben odamda içecektim,
istersen sende gel.”
Lucian ve Melvenia Lucian’ın
odasına doğru ilerlediler. Odaya girdikleri zaman yatağın üzerine oturdular ve
Melvenia konuşmaya başladı.
“Sonunda seninle yalnız
kalabildim Lucian. Konuşmak istediğim o kadar şey var ki.”
“Evet, son zamanlar hep
koşuşturmaca ile geçiyor. Seni dinliyorum Mel.”
“Ne oldu sana Lucian? Sana
bakıyorum ve sen aynısın ama sen aynı değilsin. Ne olduğunu anlayamıyorum
lütfen anlamama yardımcı ol.”
“Aslında ben aynı kişiyim.
Sadece hayatımla ilgili bazı kararlar aldım ve ona göre davranmak istiyorum.”
“Luci bana yalan söyleme
anlarım biliyorsun. Eğer beni artık sevmiyorsan açıkça söyle, evet haklısın.
Ağzımı burnumu kırmak istersen de haklısın ve sana engel olmam. Beni sevmeni
beklemiyorum veya bana aynı şekilde bakmanı. Sadece arkadaşım, dostum olan
Luci’yi geri istiyorum.”
“Bazen insan açıklayamaz ya
olanları veya kendisini bende aynı şekildeyim. Sanki içimden bir şeyler sökülüp
alındı ve ben onları artık hissetmiyorum. Ne olduğunu bilseydim emin ol
anlatırdım sana. Seni hala sevip sevmediğimi soruyorsun biliyorum ama
bilmiyorum. Bu yüzden soruna cevap veremeyeceğim. Sakın ağlama Mel. Bu duruşu
çok iy biliyorum ve bu duruş birkaç saniye sonrasında ilk gözyaşının geleceğini
gösteriyor. Şundan emin ol eğer ağlarsan harbiden ağzını burnunu kırarım.”
“İyi bari bazı şeyler hala
değişmemiş ve bu beni mutlu etti. Ağlamayacağım merak etme, unuttum ben
ağlamayı. Dediğim gibi beni sevmen veya sevmemen önemli değil ama ben arkadaşım
olan Luci’yi geri istiyorum ve emin ol bunun için sonuna kadar savaşacağım.”
Melvenia cümlesini bitirdiği
zaman elini Lucian’ın elinin üzerine koydu ancak Lucian ona karşılık vermedi ve
aynı ifadesiz şekilde bakmaya devam etti. Bunun üzerine Melvenia çenesini sıktı
ve “Sanırım uyku vaktimiz geldi Lucian. Yarın görüşmek üzere” dedi ve hızlı
adımlarla odadan çıktı.
Lucian ise odasında tek
başına kalmıştı ve neden bu şekilde olduğunu düşünüyordu. Birkaç gün önce deli
gibi aşık olduğu kişiye karşı neden hiçbir şey hissedemiyordu? Neden elini
tuttuğunda hiçbir şey hissetmemişti? Neden onu her gördüğü zaman içindeki
boşluğun büyüdüğünü hissediyordu? Ve ona ne olmuştu? Bu şekilde olacağını hiç
tahmin etmemişti? Etmiş olsaydı aynı şeyleri yapıp yapamayacağını düşündü bir
süre boyunca ancak sonuç alamadı.
Düşünmenin hiçbir işe
yaramadığı bir andaydı ve beyninin patlayıp etrafa saçılacağını düşündü. Ancak
bunun saçma olduğunu ve beynin kolay kolay patlayamayacağını düşündü.
Melvenia’yı unutmak istemişti ve ona dair herşey yok olmuştu. O zaman bir sorun
yoktu, hayatına devam edebilirdi ancak devam edip etmeme konusundan emin
değildi.
“Nasıl olsa herkes gidecek.”
diye düşündü. “Ve ben yine tek başıma kalacağım. Herkes en büyük hayaline
kavuşmuş olacak, bende kavuşacağım. Ancak hayalimin ne olduğunu bile
bilmiyorum. Aşk benim en büyük hayalimdi ama aşık olduğum kadına karşı hiç bir
şey hissedemiyorum.” Lucian içinden geçen düşünceleri kısık sesle söylüyordu ve
bunu yaparken de yatağına sırt üstü uzanmış ve tavana bakıyordu.
Derin bir nefes aldıktan
sonra konuşmaya devam etti “Söylesene Tavan ben nerede hata yaptım. Hoş bir
Tavan’la konuşmuş olmam ve ondan cevap beklemem oldukça garip. Zaten
Tavan’ların çok iyi bir dinleyici olduğunu söylerler. Boşver başka zaman devam
ederiz, benim uyumam gerekiyor en azından dinlenmeliyim. Hoşça kal Tavan, iyi
geceler sana.”
Lucian Tavan’la konuşmayı
bitirdikten sonra yatağında yan döndü. Uyuması biraz zamanını aldı ama
uyuduğunda uzun zamandır olduğu gibi hiç rüya görmedi.
İçeriden gelen kahkaha
seslerine uyandı ilk önce. Hızlı bir şekilde kalkıp oturma odasına gittiği
zaman Galdor’un sırılsıklam bir şekilde Aranhil’in yakasına yapıştığını ve
kalan herkesin kahkahalar atarak güldüğünü gördü. Yerde duran kırılmış sürahi
ve yerdeki ıslaklık ne olduğunu gösteriyordu.
Galdor ve Aranhil bir süre daha güreştikten ve yumruklaşmaları bittikten
sonra Galdor ıslanan giysisini değiştirmek için odasına gitti ve kalan herkes
sofraya oturup kahvaltıya başladılar. Kısa bir süre sonra giysisini değiştiren
Galdor da onlara katıldı. Daha sonra Aranhil anlatmaya başladı "Biz
uyandık geldik kahvaltıyı hazırlamaya çalışıyoruz tabi Galdor uyuyor.
Uyandırmaya çalıştık ama hiç oralı değil. Bende sürahideki suyu üstüne döktüm
tabi uyandı, uyanır uyanmaz bana saldırdı. Bir ara beni öldüreceğini sandım
bende sürahiyi kafasında kırdım. Ancak adamın kafa neyden yapıldıysa sürahi
paramparça oldu. Gerisini zaten biliyorsunuz.""Bak aynısını bir daha yaparsan yemin ediyorum seni elimden kimse alamaz."
"Birbirimizi kırmayalım şimdi. Bir dahaki sefere sende beni ıslatırsın ödeşmiş oluruz."
Aranhil cümlesini bitirdiği zaman herkesin aklında bir sonraki gidenin ikisinden biri olup olmayacağı vardı.
Galdor bu sözün üzerine ayağa kalktı ve Aranhil'e sarıldı. "Oğlum bak benden önce gidersen yemin ediyorum seni bulur ve çok fena döverim haberin olsun."
Kahvaltı masasında bir süre daha oturduktan sonra herkes silahlarını almak için odalarına gittiler. Melvenia'nın Lucian'a bakmaması haricinde herşey çok normaldi. Ancak ikisi de bu durumu kurcalamak istemediler. O an konuşmanın ne yeri ne de zamanıydı.
Karavandan çıktıkları zaman oldukça neşeliydiler. Etrafta ilk gördükleri şey iki katlı evlerdi. Hepsi farklı renklerde boyanmıştı ve oldukça eskiydiler. Karavanın önünde sokak iki yöne doğru uzanıyordu. Her zaman olduğu gibi sağ taraftan yürümeye başladılar.
Sokağın bitiminde geniş sayılabilecek bir meydandaydılar. Sokaklar farklı yönlere doğru gidiyordu. Bu sefer başka bir sokaktan yürümeye devam ettiler. Evler yine aynı gibiydi. Arada üç katlı evler vardı ama her yer birbirine benziyordu. Evlerin küçük bahçeleri vardı ve etrafta bol milkarda ağaç.
Bu aynılık bir bulutun üzerinde duran 4 katlı evi görene kadar devam etti. Ev yerden 5 erkek boyu kadar yukarıda duruyordu. Yine bulutların üstünde duran bir yol ve bir merdiven evin girişine çıkıyordu. Ayrıca evin bahçesinde ağaçlar ve çiçekler vardı.
"Bu ev bulutun üzerinde duruyor! Bunu sadece ben görmüyorum değil mi?"
"Hayır, Galdor sadece sen görmüyorsun da bu nasıl olabilir?"
"Galiba hiçbir fikrimiz yok. Ben ne böyle bir şey gördüm ne de okudum."
"Zaten şu tarafa bakarsak görüntü beyaz bir şey tarafından kesiliyor."
"Sanki bir bulut gibi."
"Nasıl bir yere getirdin bizi Lucian."
Ağır adımlarla yürümeye devam ederlerken bulutların üzerinde başka evler gördüler. Bazı evler diğerlerinden daha farklıydı. Onlar siyah renkliydiler ve her evin yanında siyah zırh giymiş birileri ellerinde okları hazır bir şekilde bekliyorlardı.
"Burası nedir böyle. Askerler bulutların üzerinde nöbet tutuyorlar. Eğer biz de bir bulutun üstündeysek nasıl yere düşmüyoruz."
"Hepsini öğreneceğiz Galdor biraz sabır sadece."
Başka sokaklardan geçmeye devam ettiler. Sokaklarda siyahlı askerler nöbet tutuyordu. Yanlarından geçerlerken onlara bakıyor ve geçmelerine izin veriyorlardı. Hepsi bu garip yerde tetikte bekliyordu. Bunun yanında Galdor yerden bu kadar yukarıda olmanın düşüncesi ile bir parça korkmuştu.
Biraz daha ilerledikleri zaman birkaç tane siyahlı askerin bir adamın etrafını çevrelediklerini gördüler. Siyahlı askerler adama aralıksız olarak vuruyorlardı. Adamın yüzünden aşağıya doğru kan akıyordu. Bu görüntüyü gören Galdor kendini tutamadı ve adama doğru koşmaya başladı. Peşinden ise Lucian ve Aranhil geliyordu.
Galdor karşısına çıkan ilk siyahlı askerin omuzundan tutup kendine doğru çevirdi ve diğer eliyle çenesine bir yumruk indirdi. Daha sonra omuzundaki eliyle siyahlı askerin boğazını sıkmaya başladı. Bu esnada diğer siyahlı askerler adamı bırakıp Galdor'a doğru döndü. Lucian ile Aranhil ise onların yanına geldi.
Ancak tam bu anda nereden çıktıkları belli olmayan bir grup siyahlı asker etraflarını sardı.
"Çabuk dur yoksa sonun çok fena olacak."
"Galdor yeter!" Lucian sert bir şekilde konuşmuştu. İlk kez geldikleri bir yerde başları belaya girmek üzereydi ve bu hiç hoş bir durum değildi.
"Söyle bakalım Baldor. Ne yapmaya çalışıyorsun sen. Burada bize saldırmanın yasak olduğunu bilmiyor musun sen."
"Efendim biliyor tabi ki ama gece çok içmiş, ayılamamış da galiba. Sanırım arkadaşınızı birisine benzetti. Kusura bakmayın efendim. Niyetimiz sorun çıkarmak değildi."
"Böyle bir şeye izin veremeyiz. Saldor'u biraz konuk edelim en iyisi belki akıllanır."
"Efendim onu affetseniz. Eğer bir daha yaparsa sizin yerinize onu ben döverim."
"Harika bir plan bence. Hadi ona bir iki yumruk at. Burnunun kanadığını görmek istiyorum."
Lucian ve Aranhil yumruklarını sıkmış ve saldırmak için fırsat kolluyorlardı ancak etraftaki siyahlı askerlerin sayısının artması bu düşünceden vaz geçirdi onları. Lucian sıktığı sağ yumruğu ile Galdor'un burnuna vurdu önce ve daha sonra çenesine.
"Harika, bunu çok beğendim. Şimdi son kararımı açıklıyorum, arkadaşınız bir gece misafirimiz olacak. Onu yarın serbest bırakırız." Siyahlı askerler önce Galdor'un ellerini bağladılar bu esnada Lucian onun baltasını ve diğer silahlarını aldı.
Siyahlı askerler Galdor'u yanlarına alıp uzaklaştıktan sonra Lucian yüzü kanla kaplanmış adamın yanına eğildi.
"İyi misiniz? Onlar neden size saldırdı?"
"İyi olup olmamam önemli değil. Yürürken havaya bakmışım ve bu yasak. Bu arada arkadaşınız bayağı gerizekalı sanırım. Onlara dokunamazsınız, bu yasak, cezası çok ağırdır."
"Nasıl yani? Onlardan sizi koruyacak kimse yok mu?"
"Siz yenisiniz galiba? Hoş burada pek yeniye rastlanmaz ama neyse. Şimdi kalacak bir yeriniz yoksa beni takip edin. Geceyi benim evimde geçirin. Yarın da aradaşınızı alırsınız."
Bu ikisi için de mantıklı bir düşünceydi. Lucian eliyle diğer arkadaşlarını çağırdı ve hepsi birlikte adamı takip etmeye başladılar.
Yol boyunca fazla konuşmadılar. Sadece adam “Sessiz
olun, her yeri takip ediyorlar.” dedi ve sessiz bir şekilde ilerlediler. Yol
boyunca başka kimse ile karşılaşmadılar siyahlı askerler haricinde. Onlarda hiç
bir şey yapmadı ve adamın peşinden ilerlediler. Etraflarında ne olduğuna dair
hiçbir fikirleri yoktu. Sadece gökyüzüne doğru bakıyorlar ve bulutların
üzerindeki evleri şaşkınlıkla izliyorlardı.
Yaşlı adamın evine girdikleri zaman üst kata çıkan
bir merdiven gördüler. Ancak üst kata çıkmak yerine yaşlı adamı takip ettiler.
Yaşlı adam önce küçük bir odaya gitti ve daha sonra
yerdeki halının altında bir kapağı kaldırdı. “Beni takip edin.”
Adam aşağıya inmeden önce masanın üzerinden aldığı
bir mumu yakmıştı ve mumun ışığında merdivenlerden aşağıya indiler. Alt kat
oldukça küçüktü. Sanki kimselerin orayı bulmasını istemiyordu yaşlı adam.
Sadece tek bir odadan oluşuyordu alt kat ve bol miktarda koltuk vardı. Odaya
girdikleri zaman yaşlı adam onlara dönüp “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?”
“Seni kurtarmaya çalışıyorduk sadece ve Galdor biraz
fazla heyecanlıydı.”
“Yemin ediyorum siz aptalsınız. Hiç kafanız
çalışmıyor. Siyahlı adamlara karşı gelmek sizin neyinize. Onlara bakmak bile
yasak neredeyse.”
“Nasıl yani?”
“Hala kafanız almıyor galiba. Onlar ne isterlerse
yapar ve sen hiçbir şey yapamazsın.”
“Neden ama?”
“Hepsini anlatıcam şimdi arkadaşınız hakkında
konuşalım biraz. Eğer şanslıysa yarın serbest kalır o. Geçen zamanda işkence
görecek, bolca dayak yiyecek, onu konuşturmaya çalışacaklar.”
“Galdor dayanır da onların kim olduğunu anlatsana
bize.”
“Onları anlatmadan önce nasıl ortaya çıktıklarını
anlatmam lazım. Hikaye bundan üç yüzyıl kadar önceye dayanıyor. Daha önce
burası çok farklı bir yerdi. Fark edebileceğiniz üzere burası bulutların
üstünde bir şehir. Burası gibi başka şehirlerde var ve hepsi birbirine
bağlantılı. Ancak şu sıralar diğer şehirlere geçiş yasak. Neyse bundan üç
yüzyıl kadar önce bir adam geldi buraya ve çok kısa bir zaman içinde kendine
adam topladı ve onlara silahlar verdi. Önceden burası çok farklı bir yerdi
demiştim ya buradaki herkes sanatkardı. Ancak o adam yönetimi ele geçirdi ve
sanatı yasakladı. Sanat yapmaya devam edenleri yok etti. O günden bu yana
yanına topladıkları siyahlı askerler oldu. Kimse ona karşı gelmeye cesaret
edemiyor. Zaten ne yapabiliriz ki onlara karşı, yumruk atmayı bile bilmiyoruz
biz.”
“Eğer dediğin gibi olduysa onların da bileceğini çok
sanmıyorum. Galdor’u bıraksaydık onları paramparça ederdi.”
“Belki dediğinde doğrusun ama onların silahları var
ve çok ağır kayıp veririz.”
“Bir yolunu buluruz ama daha fazla şey
anlatmalısın.”
“Çok fazla şey bilmiyorum açıkçası. Kendi aramızda
konuşmak da yasak bu yüzden iletişim kuramıyoruz. Burayı yöneten o adam üç
yüzyıldır yaşıyor. Şehrin merkezindeki büyük evde yaşıyor, evi uzaktan görseniz
kesin tanırsınız zaten. O adamı da kimse görmedi, neye benzediğini kimse
bilmiyor. Kural koyucu diyorlar ona.”
“Naserious sen ne düşünüyorsun bu konuda?”
“Etrafta bir büyünün olduğu kesin. Her yerde
hissedebiliyorum ama ne olduğunu anlamıyorum ama tahminime göre siyahlı
askerleri kontol altında tutmakla alakalı bir büyü.”
“Nas ben büyüden anlamam ama eğer kural koyucu bu kadar
askeri etkisi altına alabiliyorsa o çok güçlü demektir. Hepimiz için bile çok
güçlü ki birde siyahlı askerleri var. Büyüyü bozabilir misin?”
“Söylediğim gibi büyüyü bozmak için önce onun ne
olduğunu anlamam lazım ve bu biraz zaman alacak.”
“Peki yaşlı adam burası neresi? Neden bu kadar
gizli?”
“Burayı kural koyucuya karşı olanlar olarak sığınak
olarak kullanıyoruz. Ancak çok bir işe yaramıyor tabi anca konuşuyoruz.”
“Harika en azından yalnız olmadığımızı anladık.
Bence güzel bir başlangıç. Peki Nas büyüyü bozmak için kural koyucuyu
öldürmemiz gerekiyor değil mi?”
“Evet, aynen öyle ama önce onu bulmamız gerek. Sonra
siyahlı askerleri geçmemiz ve çok güçlü bir büyücüyü öldürmemiz gerekiyor. Yani
bunu nasıl yapabileceğimize dair hiçbir fikrim yok.”
“Olsun en azından elimizde bir şey var. Peki yaşlı
adam, kural koyucu neden buraya geldi biliyor musun?”
“Aslında bilmiyorum. Tahminime göre kimse bilmiyor.
Ancak bana göre burada bir şey var ve onu almak için burada. Ne olduğunu
bilmiyorum ama ya hala onu almaya çalışıyor ya da onu sürekli olarak alıyor.”
“O zaman ne aldığını da bulmamız gerekiyor. Bu iş
çok eğlenceli olacağa benziyor değil mi?”
“Evet, yine çok eğlenceli olacak. Galdor şu an
burada olsaydı eğlenceden kesin dans ederdi. Sahi umarım çok dövmüyorlardır
onu.”
“Galdor’dan konuşuyoruz bence doğru cümle şöyle
olmalıydı (umarım Galdor çok fazla siyahlı askeri dövmez)”
“Benim bir fikrim olabilir. Bir şarkım var, daha
önce yoktu ama şimdi var, nereden geldiğini bilmiyorum ama neyse bunlar önemli
değil, o şarkı bize yardımcı olabilir ancak nasıl olacağını henüz bilmiyorum,
şarkı üzerinde çalışmam lazım ancak böylece onu anlayabilirim. yeni başka
şarkılarım da var, çok güçlü şarkılar ama bunlar, ben hiç bu kadar güçlü şarkı
bilmiyordum..”
“Bir nefes al be Heyrina, bir nefes al. Şimdi yeni
şarkıların var ama ne işe yaradıklarını bilmiyorsun bence harika. Sen onların
ne olduğunu anlamaya çalış, Nas sende büyüyü anlamaya çalış. Bizde kaç tane
siyahlı asker öldürürsek onları bitiririz onu düşünelim. Yarın sabah Galdor’u
almaya gideriz. Siz burada kalın yarın, Melvenia ben ve yaşlı adam gidip
Galdor’u alırız. Sorun çıkarsa zaten gürültüden anlarsınız.”
“O zaman siz uyuyun. Ben üst katta olacağım, bir
şeye ihtiyacınız olursa lütfen söyleyin. İyi geceler size ve çok teşekkür
ederim hepimizin hayatını kurtaracaksınız.”
“İyi geceler yaşlı adam yarın görüşmek üzere.”
Yaşlı adam gittikten sonra kendi aralarında
konuşmaya devam ettiler.
“Bu adama ne kadar güvenilir bilinmez ama her
ihtimale karşılık önem almalıyız.”
“Kesinlikle Aranhil bence erkekler olarak nöbet
tutalım. Kızlar uyusun.”
“Teşekkür ederim Lucian çok naziksin.”
“Elbette Melvenia ne demek.”
“Acaba Galdor’u yarın bize verecekler mi?”
“Valla vermeleri onlar için güzel olur yoksa
almasını biliriz. Yarın hep beraber gidelim her ihtimale karşılık.”
“Bu arada ben ortamdaki büyüyü anladım. Zihin kontol
büyüsü var her yerde. Tahminime göre tüm siyahlı askerler bu büyünün etkisi
altında.”
“Ama bu çok güzel oldu. Yeni öğrendiğim şarkılardan
birisi istediğim bir büyüyü etkisiz hale getiriyor ama ne kadarlık bir alanda
etkili veya kaç kişi üzerinde etkili olur bilmiyorum. Yine de çok güzel şeyler
olabilir.”
“İşte bu çok daha güzel oldu. Harikasın Haymana.
Şimdi uyuyalım, ilk nöbeti ben tutarım sonra Aranhil ve en son Naserious.
Büyücümüzün uykuya ihtiyacı var tabi.”
Hepsi bir süre sonra uykuya daldı Lucian ise birkaç
saat boyunca nöbet tuttu ve daha sonra nöbet değiştirdiler ve daha sonra
tekrardan. Hepsi bazı rüyalar gördü ancak gördükleri rüyalar hakkında
konuşmadılar. Lucian rüyasında siyah bir yerdeydi. Gökyüzündeki dolunay hafif
bir ışıkla etrafını aydınlatıyordu. Kan kırmızısı taşlara basarak yürüyordu ve
biraz ilerisinde beyaz tenli bir kız vardı. Lucian ona ulaşmak istiyordu ancak
ne kadar yürürse veya ne kadar koşarsa koşsun ona ulaşamıyordu. Var gücüyle
koşuyordu, sadece ona ulaşmak istiyordu ama o kıza ulaşması mümkün değildi.
Lucian uyandığı zaman hepsi yattıkları koltuktan
yavaşça kalkıyordu. Onu uyandıranın Naserious olduğunu tahmin etti. Herkes
birbirine günaydın dedikten sonra oturup yaşlı adamı beklemeye başladılar. Bu
esnada geçen zamanda kısa bir süre için şakalaştılar.
“Galdor olmadan keyfi yok sabahların.”
“Umarım çocuğun canını fazla yakmamışlardır.”
“Onun canı yanmaz ki hatırlıyor musunuz bir kere
kavga vardı ve beş kişi onun etrafını saldırıp vurmaya başlamıştı.”
“Hatırlamaz mıyım bir an sonra beşi birden yerde
yatıyordu.”
“Günaydın hepinize size yiyecek bir şeyler getirdim.
Yemeğinizi yedikten sonra arkadaşınızı almaya gidebiliriz.”
Yaşlı adamın getirdiği yemekleri kısa bir süre sonra
bitirdiler ve hep beraber Galdor’u almak için dışarıya çıktılar. Yaşlı adama
göre Galdor şehrin merkezinde büyükçe bir yerde tutuluyordu.
Ara sokaklardan ilerleyerek yollarına devam ettiler.
Galdor’un tutulduğu binaya geldikleri zaman giriş kapısının önünde iki kişinin
nöbet tuttuğunu gördüler. İki kişi fazla zor olmazdı ama buna gerek olmamasını
istediler.
Kapıdan içeriye sıkıntısız bir şekilde girdiler ve
içeriye girdikleri zaman orada daha fazla siyahlı askerin var olduğunu
gördüler. Galdor ise odanın en uç tarafında bir hücrede tutuluyordu.
“Arkadaşımızı almak için geldik.”
“Kusura bakmayın onu veremem. Dün gece bayağı bir
olay çıkardı.”
“İnsaflı davranmış size. Bence onu bize verin ve
sessizce gidelim buradan.”
“Arkadaşınız bir hafta daha burada kalacak.
İsterseniz siz de ona katılabilirsiniz.”
“Tam olarak anlatabildiğimden emin değilim biz
buraya Galdor’u almaya geldik ve onu almadan hiçbir yere gitmiyoruz.”
“Yakalayın şunları!!”
Siyahlı asker cümlesini bitirdiği zaman diğer
siyahlı askerler onlara doğru bir adım attı. Lucian’ın konuştuğu siyahlı asker
ise onun kolunu tutmak için bir hamle yaptı ve bu hamle Lucian’ın burnuna
indirdiği bir yumruk ile sona erdi ve o an tüm silahlar çekildi. Sırtlarını
birbirine dayayarak siyahlı askerler ile savaşmaya başladılar.
Lucian hafifçe gülümsedi ve boynunu hedef alan kılıç
darbesinden eğilerek kaçtı. Siyahlı asker böyle bir hamle beklemediği için
karın bölgesinde büyük bir açık bırakmıştı. Lucian bu açıktan faydalanarak önce
sol elinde tuttuğu hançerini adamın midesinin yan tarafına sapladı. Daha sonra
hançeri aşağıya doğru hareket ettirdi. En son olarak kılıç tutan eliyle onu
kenara doğru itti ve tekrardan doğruldu.
Aranhil iki kişiyi karşısına almıştı. Önce midesine
doğru gelen kılıcı sağ elindeki kılıç ile savuşturdu ve sol elindeki kılıcını
adamın boğazına sapladı. Daha sonra sağ elinde tuttuğu kılıç ile geniş bir yay
çizerek diğer siyahlı adama saldırdı. Siyahlı adam kılıcı ile bu hamleyi
engellemeye çalıştığı sırada Aranhil diğer kılıcını onun kaburgalarından
içeriye sapladı.
Melvenia ise oldukça neşeli bir şekilde kemerinden
çıkardığı hançerleri karşısında duran siyahlı adamlara doğru fırlattı.Bir an
kadar sonra hançerler 4 tane siyahlı askerin bedenine saplanmıştı.
Naserious Haymana ile birlikte arkadaşlarının tam
ortasında duruyordu. Naserious önce asasını havaya kaldırdı ve onlara doğru
koşmakta olan siyahlı askerlere doğrulttu. Daha sonra boşta olan elini geniş
bir daire çizer gibi salladı ve asasının ucundan büyülü oklar fırladı. Her ok
çarptığı siyahlı askerleri yere düşürdü.
Haymana ise kontrol altına alınan kahramanlar ile
ilgili bir şarkı söylemeye başladı. Şarkı kötü bir büyücünün kahramanları
etkisi altına almasını anlatıyordu ve bir gün bir kahramanın gelip büyüyü
bozmasını anlatıyordu. Kontrol altına alınan tüm kahramanlar onun sayesinde
normale dönmüşler ve kötü büyücüyü durdurmuşlardı.
Haymana şarkısına başladığı sırada onlara doğru
koşmakta olan tüm siyahlı askerler bir an durdu ve kılıçlarını bıraktı. Hepsi
birbirlerine bakıyordu ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Neredeyiz biz? Ne yapıyoruz burada?”
“Hepiniz kontrol altına alındınız ve biz sizi özgür
bıraktık. Amacımız sizin üzerinde oynanan bu oyunları bitirmek ve hepinizi
özgürleştirmek. Şimdi silahlarınızı kuşanın. Daha yapacak çok işimiz var.”
“Neler olduğunu hatırlamıyoruz bile. Sanki hayatımın
birkaç yılı hafızamda yok.”
“Hepsini düzeltmek sizin elinizde. Bizimle birlikte
savaşın.”
Bu esnada Melvenia Galdor’u hapsedildiği yerden
çıkarttı ve Galdor silahlarını toplayarak diğerlerine katıldı.
Lucian ve siyahlı askerler konuştuğu sırada onların
yanına başka siyahlı askerler geliyor ve duruyorlardı. Konuşma bitene kadar
sayıları artmıştı. Dışarıya çıktıkları sırada sayıları yüzü aşmıştı.
“Bu gün sizin özgürlük gününüz. Ne kadardır
kendinizde olmadığınızı kimse bilmiyorum. Yüzyıllardır siz kukla gibi
kullanılırken halk sömürüldü ve artık bu düzene bir son vermemiz gerekiyor. Bu
özgürlük yolunca bizimle birlikte yürümeye var mısınız?”
Lucian yüksek sesle konuşurken son cümlesi “Varız”
diye bağıran bir kalabalık tarafından kesildi. Hiçbiri savaşmayı bilmiyordu
ancak bunun önemi yoktu. Onlara savaşmayı öğretecek zamanları da yoktu ancak
bunun da bir önemi yoktu. Yaşam eğer özgürlük için savaşıyorlarsa anlamlı
olurdu. Yoksa kukla bir hayat yaşamanın hiçbir anlamı yoktu. Bu yüzden hem
kendi hem de gelecek nesillerin özgürlüğü için savaşmalıydılar.
Normal insanlarda onların etrafında toplanmaya
başlamıştı Kısa bir süre içinde sayılar binlerle ölçülüyordu. Normal insanları
arka tarafa yerleştirdiler. En önde Lucian, Aranhil ve Melvenia. Onların
arkalarında diğerleri ve siyahlı askerler ve en arkada normal halk.
“Bulabildiğiniz tüm sopaları alın. Siz etrafta
siyahlı adamların cephaneliği varsa oradaki silahları alın ve dağıtın. Bu
esnada hepiniz “Özgürlük” diye bağırın. Bizim geldiğimizi anlasın.”
Lucian ve arkasındaki binler ile büyük bir komutan
gibi duruyordu. Sadece ordusunda kimse savaşmayı bilmiyordu. Ordusunda kimse
şimdiye kadar odun bile savurmamıştı. Ancak bunların hiçbir önemi yoktu. Bu
savaşı kazanacaklardı.
Onlar yanlarına bazı siyahlı askerleri alıp
yürüyorlardı. Diğerleri ise arkalarından onları takip ediyordu. Bütün bir şehir
onların özgürlük nidalarıyla yankılanıyordu. Lucian bu esnada onları takip eden
kalabalığa bakıyor ve gurur duyuyordu. Bir diğer taraftan da onları hiçbir
şeyin durduramayacağını düşünüyordu.
Elbette her an bir çok şey ters gidebilirdi. Zihin
kontrol büyüsünün etkisi geri gelebilirdi ve bir anda erafları binlerce siyahlı
adamla çevrili olabilirdi. Bir diğer taraftan daha büyük bir orduyla
karşılaşabilirdi veya onlardan daha güçlü bir güç ile. Ancak bu düşüncelerin
hiçbiri içindeki duyguları bastıramıyordu. Etrafında yankılanan ses gittikçe
yükseliyordu. Arkasındaki insanların çoğunun elinde bir sopa vardı.
Arkasındakilerin neredeyse tamamı dövüşmeyi bilmiyordu. İşin güzel tarafı ise
karşılarındaki siyahlı askerlerin de dövüşmeyi bilmemeleriydi. Evet büyük
ihtimalle savaşı kazanırlardı ama içindeki bu garip duygunun sebebi neydi onun.
Savaşın heyecanını damarlarında hissetmesi gerekirken neden bir anda bir sürü
soru gelmişti beynine ve bu sorular neden Melvenia ile kısa bir bakışmanın ve
onun küçük bir gülümsemesini gördükten sonra gelmişti. Sahi neden bu kadar
güzel gülümsüyordu ve neden o hiçbir şey hissetmiyordu?
Şehrin merkezindeki yüksek, bulutların üzerindeki
binaya yaklaştıkları sırada karşılarında siyahlı askerleri gördüler. Hepsi
silahlarını ellerine almıştı ve saldırmak için hazır bekliyorlardı.
“Canınızı yakmak istemiyoruz. İzin verin geçelim”
Lucian cümlesini bitirdiği anda siyahlı askerler
ileriye doğru atıldı. Onların sayıları daha azdı ama onların silahları vardı.
En azından onlar silah tutmayı biliyor olmalıydılar. Lucian ona doğru gelen bir
kılıç hamlesinden yana çekilerek kurtuldu ve sol elindeki hançeri siyahlı
askerin göğsüne sapladı. Bu esnada kılıcıyla hemen yanındaki başka bir siyahlı
askere hamle yaptı ve kılıcı hiçbir engelle karşılaşmadan midesinin sol tarafını
boydan boya yardı.
“Etraflarını çevirin!”
Lucian’ın yüksek sesle söylediği emir cümlesi
sonunda siyahlı adamların karşısında hilal şeklinde durmaya başladılar.
Bu savaştan en çok keyif alan her zamanki gibi
Galdor’du. İlk olarak baltasının arka tarafını siyahlı adamlardan birisinin
kafasına indirdi. Kemiklerin kırılma sesleri duyulduğu sırada baltasını iki
eliyle tutup başka bir siyahlı askerin kafasını vücudundan ayırdı. “Bunlar çok
kolay, zorlamıyorlar bile.”
“Senin için hepsi çok kolay. Bak senin için bir
fırsat belki en çok sayıyı sen yaparasın.”
“Onun hiç sansı yok.” Melvenia yine görünmez olmuştu
sanki. Bir an için uzaklarda görünmüş ve cümlesini söyleyip tekrardan
kaybolmuştu. Hançerlerindeki kan ve bulunduğu yerde eksilen siyahlı asker kafalarının
sayısı onun için işlerin nasıl gittiğini gösteriyordu.
“Bu kızdan nefret ediyorum ben. Görmediklerimi
saymam ben.”
Hiçbir zorlukla karşılaşmadan savaşmaya devam
ettiler. Köylüler boşta kalan silahları alıyor ve savaşmaya başlıyordu. Bu
sayede hem sayıları hemde güçleri giderek artıyordu. Savaş fazla uzun
sürmeyecekti. Aslında gereksiz bir savaştı. Karşılarında gerçek bir rakip
göremedikleri için bu şekilde düşünüyorlardı. “Bunlar kılıç sallamayı bile
bilmiyor.”
Kısa bir süre sonra karşılarındaki siyahlı askerler
silahlarını yere bırakıp dizlerinin üzerine çöktüler.
“Daha fazla zarar vermeyin onlara. Siz gidin
hepsinin ellerini bağlayın.”
Tam bu esnada siyahlı askerlerden birisi Lucian’ın
gözlerinin içine baktı ve “Seninle konuşacağımız çok şey var. Şimdi izninizle
onu biraz sizden alıyorum.”
Lucian bir an sonra kırmızı koltuklarla döşenmiş
geniş bir odada buldu kendini. Karşısında siyah cübbe giyen birisi duruyordu.
Sol elinde tuttuğu asası onun büyücü olduğunu gösteriyordu. Altın sarısı göz
rengi ve soluk beyaz rengindeki teni ise gücünü gösteriyordu.
“Hoş geldin!”
“Gördüğüm kadarıyla bayağı bir sorun çıkarttınız
bana. Oysa ne güzel mutlu mesut yaşıyorduk burada. Sonra siz geldiniz ve şu
hale bir bak, onca zaman uğraştığım düzeni paramparça ettiniz.”
“Burada kimse mutlu değil sen neden bahsediyorsun.
İnsanları kukla gibi kullanıyorsun.”
“Gerçekten dışarıdan bakınca öyle mi görünüyor. İşte
buna çok üzülürüm. Burada ben sorunsuz bir düzen kurdum. Hiçbir suç işlenmez
burada ne bir hırsızlık ne de bir cinayet. Herkes mutludur bu şekilde.”
“Yalan söylüyorsun sen. Baskı altında bir mutluluk
olmaz. Köleler mutlu olamaz.”
“Bak sen buraya ait değilsin, nereden geldiğini de
inan bilmiyorum ama üzerinde buraya ait olmayan bir büyü var ve bu arkadaşlarında
da var. Bahsettiğin şeyler cümle içinde ne kadar güzel dursa da burada bunların
hiçbirisi yok.”
“Boşuna yalan söyleme, herşeyi biliyoruz biz ve bu
düzenin son bulması gerekiyor.”
“Bak kalbimi çok kırıyorsun sen. Sence ben kötü
birisine mi benziyorum? Ölü olabilirim, 3000 yaşında da olabilirim. İstersem
buradaki herkesi anında öldürebilirim sen ve arkadaşların dahil ama yapmıyorum.
Neden böyle bir şey yapmadığımı merak ediyor olabilirsin hele yaşamın buna
bağlıyken bence merak etmelisin, çünkü ben kötü birisi değilim.”
“Beni neden buraya getirdin?”
“Ne kadar da acelecisin sen böyle tabi bana göre çok
gençsin. Senin yaşlarında bende aynı senin gibiydim. Konuşmak için getirdim
seni buraya. Karşılıklı sohbet edelim istedim ve anlaşmanın bir yolunu bulmak
istedim.”
“Neden seninle anlaşmak isteyelim ki. Aşağıda
binlercesi var senin evini ele geçirmemize ramak kaldı. Bence bu noktada
canından endişe etmesi gereken sensin.”
“Çok heyecanlısın sen aynı ölçüde de aptalsın. 3000
yaşında olduğumu hesaba katarsak eğer kimin dediklerini ne kadar yapabileceğini
anlarsın. İstersen birkaç arkadaşın üzerinde neler yapabileceğimi göstereyim.”
“Beni tehdit etme inan bana bu yapacağın en büyük
hata olur. Bizim de ne yapabileceğimizi bilmiyorsun sen.”
“Tehdit olarak algılama lütfen. Dostane bir uyarıydı
sadece. Lafı fazla uzatmak istemiyorum. Yaptığınız saldırıyı durdurmanızı
istiyorum sonra askerlerime her ne yaptıysanız onu sonlandırmanızı ve buradan
gitmenizi. Tabi bunun karşılığında size buraya gelme sebebinizi vereceğim yani
bir kitabı. Size bir uyarı yapmak isterim dostane bir uyarı elbette, o
kitaplara çok dikkat edin muazzam bir büyü gücü var onlarda. Ufacık bir
parçasını bile alırsam beni paramparça yapacaktır. Sadece dikkat edin bir dost
tavsiyesi elbette.”
“Tavsiye için teşekkür ederim ve güzel bir teklifin
olduğunu da söylemek istiyorum ama buradaki insanları sana bırakmak düşünmem
gereken bir durum. Sebebini bilmiyorum ama bizi öldürmeyeceğinin farkındayım.
Eğer yapabilseydin şu anda tek bir parçamız bile kalmazdı. O zaman burada
kararı verecek olan bizleriz ya seni öldüreceğiz ya da öldürmeyeceğiz. Şöyle
yapalım bence sen bize kitabı ver biz de seni acısız bir şekilde öldürelim.”
“Beni güldürüyorsun çocuk. Bak ne kadar da güzel
konuşuyoruz. Mesela şu anda senin kemiklerini parçalamayı çok fazla istiyorum
ama bunu yapmıyorum. 3000 yıl kadar önce ölen ve geri gelen daha sonra tekrar
ve tekrar ölüp yine geri gelen birisini öldürmekle tehdit etmen ne kadar komik.
Bu yüzden gülmeliyim ben. Şunu da söylemem gerekiyor sanırım eğer beni
öldürürseniz kitabı hiçbir zaman bulamayacaksınız. Onu çok güzel bir yere
sakladım ve bulma imkanınız bile yok.”
“O zaman birimizin geri adım atması gerekecek. Evet
gerçekten çok keyifliymiş konuşmamız aynı birbirini öldürmek isteyen iki dost
gibi. Dost bu anlama gelmiyordu sanki.”
“3000 yıldan sonra bile hala öğrenmek mümkünmüş bu
gün bunu kanıtladın bana teşekkür ederim. Şöyle bir şey yapabilirim ama bak
kitabı arkadaşına veririm ve sana da bu kılıcı veririm. Yakın gelecekte senin
işine çok yarayacak. Tabi eski sevgiline de bu kılıcı vereceğim. İkinizi de
gelecekte kurtarmış olurum böylece evet ikinizde öleceksiniz.”
“Sen! Nereden biliyorsun?”
“Onun sana bakışından belli ve senin ona
bakmayışından. Unutma ben 3000 yaşındayım.”
“Dediğin gibi bay 3000 yaşında olan bir anlaşma
yapmamız gerekiyor ve kazamayacağımız bir savaşa girmek istemeyiz. Kabul
ediyoruz şartlarını.”
“O zaman şu hançeri ve kılıcı al. Sonra ben kitabı
arkadaşına göndereceğim ve seni de onların yanına. Sonrasını biliyorsun zaten.
Şimdilik hoşçakalın ve bir daha sakın karşıma çıkma, sakın ama sakın bu hatayı
yapma!”
Bir an kadar sonra Lucian kendini arkadaşlarının
yanında buldu. Hançer ve kılıcı ellerinde tutuyordu. İlk fark ettiği şey ise
Aranhil’in elinde tuttuğu kitaptı. “Aranhil eline bak!”
Aranhil aşağıya doğru baktığı sırada sağ elinde
duran kitabı fark etti. Kitabın üzerinde adı yazıyordu ve bir an kadar sonra
kendilerini karavanda buldular. Aranhil yanlarında yoktu.
“Aranhil nereye gitti?”
“Nereye gittiğini biliyorsun be Galdor.”
“Gidişler böyle olmamalı. En azından önceden haber
verilmeli. Ben hazır değilim onun gitmesine. Neden o gitti ki?”
“Hep böyle olmaz mı ayrılıklar. Bir anda giderler.
Sen habersiz, sen çaresiz beklersin.”
“Ben kabul etmiyorum bunu. Şu hale bak, herkes teker
teker gidiyor. Gün gelecek siz de gideceksiniz. Biz mutluyduk ya ne gerek vardı
ki bu yolculuğa.”
“Evet zor ama buna mecburuz be Galdor. Onların daha
iyi olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu yolculuğun zor olacağını biliyorduk
hepimiz. Ancak hayallerimize kavuşacağımız gün için devam etmeliyiz.”
“İyi güzel konuşuyorsun da Lucian böyle olmuyor be.
Bir yanım eksik gibi sanki. Onlar arkadaşlarımdı benim, hayatım onlarla geçti,
hayatım sizinle geçti. Alışmak ne kadar saçma bir kelime şimdi.”
“Alışma Galdor, alışmak zorunda değilsin. Herkes bir
gün gidiyor, sırası gelen gidiyor, sırayı kimin belirlediği de belli değil.
Hepimiz için olması gereken bu belki de. Bazılarını arkada bırakmadan mutlu
olamıyor insan.”
“O iş öyle değil ama Galdor haklı, herkes haklı
sadece bir an daha olsun istiyor insan. O anların hiçbitmemesini de istiyor,
her şey bitiyor ama. Belki bir gün tekrar onu görürüm diyorsun sonra.”
“Melvenia böyle söyleme lütfen. Ben Aranhili
bulacağım bir gün, hepinizi tekrar bulacağım. Benden o kadar kolay
kurtulamazsınız siz.”
“Gözlerin doldu Galdor yapma bunu. Birazdan seni
hüngür hüngür ağlarken göreceğim ya bunu yedi düvele anlatırız biliyorsun.”
“Öyle deme Galdor çok sık olmasa da ağlar
biliyorsunuz. Hatırlıyor musunuz bundan yıllar önce aşık olmuştu o, sonra kız
tabi bunu terk etti. Neymiş efendim Galdor savaşa gidince onu bekleyemezmiş.
Tabi Galdor aradan zaman geçince geri geldi kız evlenmiş tabi. O zaman ne
ağlamıştın be.”
“O ayrı bir konu Naserious tamamen farklı. Zaten ona
aşık olmamıştım ben. Hem aşk dediğin şey beklemek değil midir. Beni beklemeyen
birisini ben neden seveyim ki. Ayrıca ağlamamıştım yalan söylemeyin.
“Bırak be Galdor, yanındaydık senin hayır kendi
gözlerimle görmesem inanırdım sana da. Doğru senin yaptığın ağlamak değildi
daha üstün bir şeydi. Gözlerinden yaşlar süzülürken sen yüksek sesle
hömkürüyordun. Nefes almak yerine içiyordun mesela. O gece ne zorlanmıştık seni
sakinleştirmek için.”
“Siz benimle uğraşacağınıza kendinize bakın. Sen Lucian,
Melvenia gidince yıllarca ağladın. Savaşırken bile ağlıyordun sen. Uyurken bile
ağlıyordun hep uzaklara bakıp gelmesini bekliyordun.”
Galdor cümlesini bitirmeden yaptığı hatayı fark
etti. Melvenia hemen yanındaydı ve Lucian tam karşısındaydı. Bazen söyleyeceği
cümlelere dikkat edemezdi o aklına ilk gelen şeyi söylerdi. Melvenia onun
sözleri üzerine yere bakmaya başlamıştı. Lucian ise boş gözlerle etrafa
bakıyordu.
“Evet Galdor ama bazen gitmek gerekiyor. Gitmek
istemesen bile gidiyorsun, mecbursun sanki. Her gidiş bir dönüştür aslında, her
gidiş bir kavuşmadır. Evet gittim, evet mecburdum, evet yaptıklarımın cezasını
bir ömür boyunca çekeceğim belki de. Ağla be, hepimiz ağlayalım sel bassın bu
gezegeni. Giden unutmaz ama, giden hep hatırlar. Ayrılıklar kolay olmaz Galdor
ama bazı şeylerin düzelmesi için önce parçalanması gerekir. Onun da garantisi
yok zaten. Hayat ayrılıkların toplamı boşver.”
Melvenia cümlesini bitirdiği zaman derin bir
sessizlik oldu. Herkes bir süre sadece birbirlerine baktı. Daha sonra konuşan
tekrar Galdor oldu “Kaldık biz bize. Acaba kimin gideceğini kim belirliyor?”
“İşte onu kimse bilmiyor. Ben olsam mesela ilk seni
gönderirdim, şu haline bak ağlak bir Galdor hiç işe yaramaz.”
“Niye tek tek gidiyoruz ki tek seferde bitseydi bu
iş. Daha kolay olurdu.”
“Bence uyuyalım şimdi. Yarın yeni bir gün ve yeni
bir macera olacak. Bakalım ne getirecek yeni gün.”
Herkes tekrardan gülmeye başlamıştı. Melvenia
Galdor’a sarılmıştı ve hepsi birbirine iyi geceler diyerek odalarına gittiler.
Bir gün daha gelecekti ve başka birisi de gidecekti.
4. Bölüm
“Neredeyim ben şimdi?” Lucian etrafındaki beyaz
boşluğa bakarken kendine defalarca kez soru buydu. “Nereye geldim? Ben kimim?
Buraya nasıl geldim? Neden buradayım? Herkes nerede? Herkes kim?” gibi sorular
ilk sorusuna eşlik ediyordu. Cevapları bulamaması onun soru sormasının önünde
bir engel değildi. Aynı soruyu defalarca kez sorarsa cevabı bulabileceğini
düşünüyordu ancak farklı bir soru sormak aklına bile gelmiyordu.
Lucian etrafında uzanan sonsuz beyazlığa doğru
bakıyordu. Sonsuz beyazlığın içinde bir fark olup olmadığını anlayabilmek için
etrafında birkaç tur döndü. Bir fark olup olmadığını görebilmek için önce
yavaş, daha sonra hızlı döndü, daha sonra önce hızlı sonra yavaş döndü, hiçbir
şey değişmeyince hem yavaş hem hızlı döndü daha sonra ise hem hızlı hem yavaş
döndü. Ancak hiçbir şey değişmiyordu beyaz bir sonsuzlukta cevapsız sorularla
bekliyordu.
“Zaten tüm sorular cevapsızdır” dedi kendisine.
“Hayır, tüm cevaplar sorusuzdur.” diye cevap verdi
kendisi kendine.
“Hayır, soruyu sormak ve cevabı bulmak birbirinden
bağımsızdır.”
“Zaten soruyu soran cevabı bulamaz. Cevabı bulan da
soruyu sormaz.”
“Eğer öyleyse ben ne soruyu ne de cevabını
buluyorum. Yanlış soruya doğru cevap olmaz, doğru soruya da yanlış cevap. O
halde sorular yoktur, cevaplar da yoktur. Neden sorular sorar cevaplar ararız
ki biz?” dedi Lucian diğer kendilerine.
“Çünkü hayatı sorular sorup cevaplar bulmak
sanırız.”
“Çünkü soruları ve cevapları hiçbir zaman
anlamayız.”
“Çünkü soruların ve cevapların ikiz kardeş olduğunu
bilmeyiz.”
“Cevaplar olursa acımız azalır sanırız ama
yanılırız.”
“En çok da cevaplar acıtır zaten canımızı.”
“Çünkü cevapsız sorular veya sorusuz cevaplar
aynıdır ve hepsi yakar şimdi canımızı.”
Lucian yüksek sesli bir karmaşanın tam ortasında
kalmıştı. Sesler o kadar şiddetliydi ki elleriyle kulaklarını kapatarak onları
susturmak istiyordu ancak sesler dışarıdan gelmiyordu. Bir süre sonra “Yeter!
Susun! Kendimi duyamıyorum” diye bağırdı ve tüm sesler bir anda sustu.
“Aslında haklı diğer benler. Soru veya cevap önemli
değil ki zaten her cevap yeni bir soruyu beraberinde getirir. Her soru ise bir
cevabı. İkisini de bırakmalıyım. Kim olduğum da önemli değil ben benim sonuçta.
Nerede olduğum da önemli değil çünkü olduğum yerdeyim. Soruları ve cevapları
bir kenara bırakmam lazım. İlk olarak kim olduğumu bulmam gerekiyor.”
Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafında kelimeler
dolaşmaya başladı. Karışık bir şekilde uçan kelimelere bakıyor ve onları sıraya
koymaya çalışıyordu. Etrafında o kadar fazla kelime vardı ki onları sıraya
dizmek oldukça zordu.
“Sen Lucian, sen yalnız, sen yıkılmış, sen
terkedilmiş, sen kimse.”
“Sen mutsuz, sen kırılmış, sen yalancı, sen
inançsız, sen küskün, sen ölü.”
“Ben ölü olamam sanırım. Ölümden sonra hayat böyle
bir yer sanırım. Ölü değilim ben. Ölüler gibi hiçbir şeyim yok ama bir adım
var. Evet Lucian’ım ben. Şimdi sırada nerede olduğumu anlamam gerekiyor.”
“Sen yokluk, sen hiçbir yer, sen yanlış, sen ölü, sen
kayıp.”
“Evet, kayıbım ben. Demek ki önce kendimi bulmam
gerekiyor. Hiçbir şey anlamıyorum ama anlamadığım şeyler hakkında bir fikrim
var. Sanırım burasının nasıl çalıştığını anlıyorum. Kendimi bulmak istiyorum.”
“Sen bulmak, sen yalan, sen sahte, sen yapmak, sen
döşemek, sen yalnız, ”
Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafında dolaşan
kelimeler birleşmeye ve birleşen kelimeler siyah lekeler oluşturmaya başladı.
Daha sonra lekelerde birleşmeye başladı ve kısa bir an sonra etrafı siyah bir
sonsuzlukla çevrildi. Siyah sonsuzluk beyaz sonsuzluktan daha kötüydü. Aslında
ikisinin arasında bir fark yoktu. İkisinde de hiçbir şey göremiyordu.
İki elini havaya kaldırıp alnının karşısında çapraz
bir biçimde birleştirdi. Daha sonra yumruklarını sıkıp iki kolunu aşaüıya doğru
savurdu ve parmaklarının ucundan farklı renkteki mürekkepler etrafa saçıldı.
Kollarını her hareket ettirdiği zaman farklı renkteki mürekkepler farklı
yerlere gidiyordu. Gökyüzünden bir parça, çimenlerden bir parça, evlerden
birkaç parça, bir parça bulut, bir parça çiçek. Her hareketinden sonra
etrafındaki görüntü tamamlanıyordu.
En sonunda çığlık atarak kollarını tekrardan
birleştirdi ve iki yana doğru açtı. Artık nerede olduğunu biliyordu. “Ben
burada yaşadım” dedi kendine.
...
Herkes yatağından kalkıp odalarında dolanıyordu
aslında. Onlar için sıradanlaşan anlardan birisindeydiler. Galdor silahlarını
kuşanırken Melvenia ise saçlarını tarıyordu. Naserious gözlerini kapatıp
düşüncelerini odaklamaya çalışıyordu. Herkes kahvaltı öncesinde hazırlıklarını
yapmakla mesguldü.
Hazırlıklarını bitirdikten sonra kahvaltılarını
yapmak için içeriye geçmeye başladılar. Galdor ise herkesi uyandırmak
istercesine bağırıyordu “Uyanın tembeller. Kime diyorum ben.”
Etraflarını çevreleyen karanlık bir andan daha kısa
sürmüştü. Geçen bir anın sonunda kendilerini yeşil çimlerin üstünde buldular.
Koyu mavi bir gökyüzü vardı ve bordo renkli yaprakları olan ağaçlar vardı.
Nerede oldukları düşündükleri ve etrafa baktıkları sırada Galdor’un kesik
çığlığı ile bakışlarını farklı bir yere yönlendirdiler “Lucian!!”
Galdor yerde yatan Lucian’ı gören ilk kişi olmuştu.
Onu yerde hareketsiz bir şekilde yatarken görmek bir korku dalgasının bedenini
ele geçirmesini sağlamıştı. Lucian’a doğru hızlı bir adım atıp eğildiği sırada
arkadaşları onu takip ederek Lucian’ın yanına geldi. “Lucian, iyi misin?”
Lucian’dan cevap gelmediği zaman Naserious ve
Melvenia’da Lucian’ın yanına gelmişti. Melvenia “Uyumanın sırası değil Luci.”
dediği sırada Galdor onu uyandırmak için yanaklarına tokak atmaya başlamıştı.
Ancak tokatların şiddeti artsa da Lucian hareket etmiyordu.
“Biraz sakin Galdor” Naserious ilk önce elini
Lucian’ın bileğine koyarak nabzını öğrenmek istedi ve onun yaşadığını anladı.
“Lucian yaşıyor ama neden uyanmıyor bunu öğrenmemiz lazım. Ayrıca nerede
olduğumuzu bilen birisi var mı? Çok
garip şeyler oluyor.”
“Hiçbir fikrim yok. Daha önce böyle bir yeri hiç
görmedim ben. Sanırım kimse bilmiyordur.”
Nerede olduğumuzu öğrenmemiz lazım o halde bu esnada
Lucian’ı uyandırmamız gerekiyor. Burası normal bir yer değil, garip şeyler
oluyor. Etrafın değiştiğini fark ettiniz mi?”
“Bende fark ettim ama anlamaya çalışıyordum. Önce
ağaç yapraklarının rengi değişti sonra küçük tepecikler ortaya çıktı.”
Etrafı inceledikleri sırada arkalarından gelen bir
ses ile irkildiler “Hoş geldiniz. Sanırım sizde kayboldunuz.”
“Biz de ne demek? Sen kimsin..”
“Bunlar yanlış sorular. Böyle devam ederseniz cevabı
öğrenemezsiniz?”
“Arkadaşımın aceleciliği için özür dilerim. İlk
olarak nerede olduğumuzu öğrenmek istiyoruz ve arkadaşımıza ne olduğunu.”
“Bundan sonra hep sen konuş. Siz hiçbir yerdesiniz,
burasının neresi olduğunu bende bilmiyorum. Arkadaşınız yaşıyor, ancak yanınıza
gelemez. Onun yolculuğu çok farklı bir yerde.”
“Başka sorularım da var ama onları geçiyorum şu anda
senin kim olduğunu öğrenmek istiyorum.”
“Kim olduğumu bilmiyorum aslında sahi ben kimdim ki
kim olduğumun hiçbir önemi yok. Burada durup beklerim ki ne kadar beklediğimi
de bilmiyorum, niye beklediğimi de bilmiyorum zaten bunların da önemi yok.
Buraya gelenleri yapmaları gerekenleri anlatıyorum. Ben anlatıcıyım sanırım
veya cevaplayıcı.”
“Ne yapmamız gerekiyor peki?”
“Kaçmanız gerek. Tabi böyle söyleyince olmadı bana
bakan boş gözlerden anlamadığınızı görüyorum. Sen sakallı olan biraz sakinleş
ve yumruğunu gevşet, sen kızıl hançerini yerine koy. Zaten bu şekilde hiçbir
şey öğrenemezsiniz.”
Adam sağ elini havaya kaldırdı ve bir anda etraf
yine değişti. Yüksek kayaların ortasında buldular kendilerini. Yol ileriye
doğru uzanıyordu. Kayaların yüksekliği ise gördükleri en uzun ağaçtan daha
yüksekti. “Şimdi daha güzel oldu. Oyunun kurallarını söylüyorum size, burada
çok güçlü bir yaratık ve onu normalde öldüre imkanınız yok. Eğer kutsal silahın
parçalarını bulabilirseniz onu öldürebilirsiniz tabi bu biraz zor olabilir
sizin için. Eğer yaratığı öldürmezseniz o sizi öldürecek. Tabi silahı da uyuyan
arkadaşınız kullanmak zorunda. Çok güzel bir oyun oldu böyle tabi kazanırsanız
size bir ödül vermem gerekiyor. Eğer kazanırsanız istediğiniz bir şeyi size
vereceğim.”
“Onu nasıl uyandıracağız?”
“Sizin yapacağını hiçbir şey yok o yolculuğunu
tamamlamak zorunda. Eğer tamamlamazsa hepiniz ölürsünüz tabi silahın
parçalarını bulamazsanız da ölürsünüz.”
“Bir şey sormak istiyorum. Manyak mısın? İki şey oldu
kusura bakma ama bu oyunu kazanan hiç oldu mu”
“Normal olduğum söylenemez ve şimdiye kadar bu oyunu
kazanan olmadı. Ben çok konuştum. Dediğim gibi sizin kaçmanız gerekiyor ve
benim gitmem gerekiyor. Eğer yaratığı öldürürseniz tekrar görüşürüz.”
Gizemli adam konuşmasını bitirdiği zaman ortadan
kayboldu ve kısa bir süreliğine sessizlik oldu “Ne dedi bu salak?”
“Söylediklerini hepimiz duyduk Lucian bu haldeyken
kaçmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor.”
“Onu ben sırtımda taşırım sorun olmaz. Beni ortanıza
alın ve ilerleyelim.”
Galdor Lucian’ı sırtına aldıktan sonra hep beraber
ilerlemeye başladılar. Nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı sadece
ileriden gelen yüksek sesleri durabiliyorlardı. Yaratık ileride olmalıydı.
...
"Ben kimim? Neden hiçbir şey yok şimdi? Neden
kocaman bir hiçlik yüreğim? Neden içimdeki boşluk ve neden boş şimdi herşey?
Mesela sen beni görebiliyor musun? Beni duyabiliyor
musun? Hey sen oradaki bana baktığını biliyorum. Hiçbir şey yapmadan beni
seyrediyorsun, belki acım sana mutluluk veriyordur bilmiyorum. Yanıma gelsene,
bak hiçbir şeyim yok benim. Baksana burası boş, bomboş. Yanıma gelsene, bir
iken iki oluruz burada. Çoğalırız, artarız, sen de tek başına değil
misin?
Veya boşver sen beni! Acımdan keyif alıyorsan al ne
olacak ki? Zaten gerçek bile değilsin. Ben boşlukla konuşuyorum sen hiç gerçek
olmadın ki, sen yoksun, büyük ihtimalle bende yokum boşver bunları. Yanıma
gelsen ne güzel olurdu değil mi? Yaralarımıza bandaj yapardık veya istediğin
kadar yeni yara açabilirdin bende. Tek başına olmak çok zor, dayanamıyorsun,
halime bak delirmek üzereyim. Sanki içi boş bir kitabım ben ve birisi beni
okuyor. Bende kitabın içinden okuyucuya seslenmeye çalışıyorum. Delirdim ben evet
kusura bakma birisi, senin var olduğunu düşünmek iyi geliyor ama kendimi daha
fazla kandıramam ben. Keşke gerçek olsaydın ama daha güzel olurdu. Yanıma
gelsene benim, lütfen gel."
"Kabul ediyorum iyice delirdim ben. Kendimi
bulmalıyım, neden kimse yok? Benim evim burada olmalı. Tanıdıklarım,
arkadaşlarım, dostlarım, düşmanlarım, hepsi burada olmalı ancak etrafımda
hiçbir şey yok. Siyah beyaz evler var, burada yaşamış olamam. Ben nerede
yaşadım peki, yaşadığım yerden bana dair izler silinmiş gibi. Ben nerede
yaşadım ki? Benim evim hangisi? En çok hangi ağacın altında ağladım mesela? En
çok hangi suyla yıkadım birikmiş yaşlarımı?"
"Hiçbir şeyi bulamıyorum ben? Hiç bir şeyi
anlayamıyorum. Kelimeler hep kaçıyor şimdi benden. Sanki hatırlarsam herşey
bitecekmiş gibi ve ben kendimi koruyorum ama kendimi kendimden koruyamam böyle
giderse kendimi tüketeceğim. Eğer kim olduğumu bulamazsam hiçbir anlamı
kalmayacak. Etrafta mutlaka bana dair anılar olmalı, mutlaka burada bir yerde
yaşamış olmalıyım ben. Mesela şu bahçede çiçekler olmalı ve ben onları koparım
birisine vermeliyim. Şu evlerden birisinde arkadaşlarım olmalı. Önce insanları
bulmalıyım, yalnızlığım şimdi çok saçma. Gecelerin bir çıkışı olmalı, güneş
doğmalı mesela, insanlar olmalı, tek başıma olmaz, tek başıma yapamam,
yalnızlık olmaz, yalnız yapamam, yalnızlık böyle bir şey değil, ben böyle
birisi değilim, etrafımda kimse yoksa ne anlamı olur yalnız kalmamın, insan
yaşayamaz ki, insanlar olmalı, insanlar olmalı, ben yapamam."
Lucian kendi kendine yüksek sesle konuştuğu sırada
sokaklarda insanlar yürümeye başladı. Hepsi farklı yönlere doğru ilerliyordu,
kimisi hızlı kimisi yavaş adımlarla. Bazıları daha uzun bazıları daha kısaydı,
bazıları daha kilolu bazıları daha zayıftı, çocuklar vardı mesela ve yetişkinler.
İşin garip tarafı kimsenin yüzü yoktu, hiçbirini tanımıyordu onların ve hiçbiri
onu görmüyordu.
"Niye herşey bu kadar saçma şimdi. İnsanlar var
ama onları tanımıyorum. İnsanlar var tamamen yabancılar bana. Ben buraya
yabancıyım. Etrafımda dolanan insanlarla paylaştıklarım olmalı, kimiyle bir
parça ekmek paylaşmalıyım, kimiyle de güzel bir sohbet. Arkadaşlarım olmalı
mesela yoksa ben olamam. Beni ben yapanları bulmalıyım, renkleri bulmalıyım
mesela, kırmızıyı, maviyi, yeşili sonra. Siyahı da bulmalıyım, geceyi de
bulmalıyım, güneş, güneşi de bulmalıyım. Bir yağmur bulmalıyım mesela, kırmızı
bir gül bulmalıyım, kendimi bulmalıyım ve beni ben yapanları bulmalıyım."
"Kelimeleri bulmalıyım ben, heceleri
bulmalıyım, cümleler olmalı mesela, arkadaşlarım olmalı, dostlarım düşmanlarım
hepsi olmalı, hatırlamalıyım onları. Hayata yazdığım cümlelerim olmalı benim,
belki romanlarım, şiirlerim, bilmiyorum, kendimi tanıyor olmalıyım artık,
insanların yüzü olmalı, başlangıçlar ve bitişler, yalnızlık, arkadaşlar..."
"Kafayı yemek üzereyim. Nefes almalıyım,
gözlerimi kapatmalıyım, sakin olmalıyım yoksa dayanamayacağım. Bir çıkış olması
lazım, kendimi tanımadan kendimden kaçmaya çalışıyorum. Sonsuza kadar kaybolmak
istiyorum galiba, kaybolmak ne kadar saçma şimdi. İnsan kaybolmadan bulunamaz
veya bulunamadan kaybolamaz. Ben kayıp oldum o zaman ve ben kendimi
bulamıyorum. Aramam lazım, renkler lazım, sesler, lazım, kelimeler lazım bana.
Beni ben yapan aslında başkaları hep, iyi veya kötü onların bir eseriyim ben,
doğru veya yanlış, onları bulmalıyım ben yoksa kendimi bulamam."
Lucian cümlesini bitirdiği zaman etrafındaki yüzsüz
insanların yüzü belirdi. Onların kim olduğunu bilmiyordu ama en azından onları
tanıdığını biliyordu. Evinin yerini buldu daha sonra arkadaşlarıyla oturduğu
yerleri gördü. Arkadaşları kimdi onun, onları bulması gerekiyor başka türlü
kendini bulamazdı. Biraz daha ilerledikten sonra bir evin yanından geçiyordu ve
"Burası arkadaşımın evi" diye bağırdı ve o eve doğru ilerlemeye
başladı.
...
“Bir ara Galdor seni kimsenin dövemeyeceğini
düşünüyordum.”
“Dalga geç tabi sen ben olmasaydım o şey hepinizi
öldürecekti.
“Şimdi doğru söylüyor o şeyin yumruğuna kafa
atmasaydı sonumuz kötü olacaktı. Sen iyi misin Galdor?”
“Başım dönüyor biraz. Sanırım hiçbir kemiğim
kırılmadı, galiba yaşıyorum ben ya.”
Galdor yerde Lucian’nın yanında oturmuş hızlı bir
şekilde nefes alıp veriyordu. Herkes korkuyla birbirlerine bakıyor ve ne ile
karşı karşıya kaldıklarını merak ediyordu. Daha önce hiçbiri böyle bir düşman
ile karşılaşmamıştı. Bu nedenle hiçbiri onu nasıl yeneceğini bilmiyordu. Bu
bilinmezlik ise onları en çok düşündüren şeydi.
“Bu lanet mağaraya girmek kimin fikri ise buradan
sağ kurtulursak onu çok fena benzeteceğim. Bu arada ne ile karşılaşıyoruz biz?”
“Onu bilmiyoruz işte Galdor bilsek bir şansımız
olabilirdi belki. Şu anda tek şansımız kaçmak ve silah parçalarını bulmak.”
“Bunların hepsi Lucian’ın suçu. Biz ölümle
yüzleşirken bey efendi orada uyuyor. Diyorum size önce onu bir temiz döveyim
diye izin vermiyorsunuz.”
“Lucian’a ne olduğu şu an önemli değil çünkü
yaşamamız gerekiyor bizim. Onunla daha sonra ilgileneceğiz.”
“Bence o şey bizimle oyun oynuyor. Hepimizi bir anda
öldürebilecekken biraz dövüp bırakıyor. Herhalde canı çok sıkılmış.”
“İlk gördüğüm zaman onun hayalet olduğunu düşündüm.
Ancak sanki iki dünya arasında anlık olarak geçebiliyor. Bu yüzden silahlarımız
onun içinden geçerken o bize vurabiliyor.”
“Haklısın Derian ama şu anda tek yapmamız gereken
şey o silah parçalarını bulmamız. Hadi Galdor Lucian’ı sırtına al yine.
Birazdan yine saldırıya uğrayabiliriz.”
Galdor Lucian’ı tekrardan sırtına aldığı sırada en
önde Naserious ve diğerleri ikisini aralarına alacak şekilde ilerlemeye
başladılar. Eğer Lucian o şekilde olmasaydı koşabilirlerdi ancak Galdor’u
arkada bırakmak istemiyorlardu. Elbette o günün de bir çıkışı olmalıydı ancak
ne yapmaları gerektiğine dair hiçbir fikirleri yoktu.
“Sanki birileri sonu ölümümüz olan bir oyun
oynuyor.”
“Daha kimse ölmedi Kylana ve kimseyi öldürmek gibi
bir niyetimiz yok. Keşke sızlanmak yerine biraz inansaydın.”
“Kime inanmamız bekliyorsunuz acaba. Lucian’a ne
olduğunu bilen kimse yok, neden dayak yediğimizi bilen kimse yok, bizi neden
öldürmediğini bilen kimse yok. Neye inanmamı istiyorsan söyle Naserious bende
ona inanayım ama söyleyemezsin bilirim.”
“Tamam Kylana şu anda kavga etmemizin hiçbirimize
faydası yok. Kavga etmek ne bizi kurtarak ne de o şeyi öldürecek ama belki bizi
öldürebilir. Şu anda birlikte hareket etmekten başka çaremiz yok. Buradan
kurtulunca isterseniz birbirinizi dövün, ağzını burnunu kırın ama şu anda sakin
kalmamız gerekiyor.
“Teşekkür ederim Melvenia. Şimdi ilerleyelim başka
bir itiraz yoksa.”
Toprağın altındaki Labirentte ilerlemeye devam
ediyorlardı. Sanki toprağın altına bir şehir inşa etmişlerdi. Yollar sık sık
farklı yönlere doğru ilerliyor, farklı yönlere doğru ilerleyen yollar başka bir
yerde tekrar birleşiyordu. Nerede olduklarını gösteren hiçbir işaret olmadan
ilerliyorlardı.
“Bu arada o şey duvarlardan geçemiyor yoksa Naserious
yaptığı o duvardan geçip hepimizi yerdi.”
“Tabi ilk Galdor’u yerdi en büyük hacme sahip o
sonuçta.”
“Seni de yemezdi Kylana, tadın çok kötüdür senin.”
“Eğer bu kadar meraklıysan tadıma bakmana izin
verebilirim biraz. Sonra vazgeçemezsin ama.” Kaylana cümlesinin sonunda
dudaklarını Galdor’a doğru uzattı.
“Siz dalga geçin. Seni öpeceğime gider şu garip
yaratığı öperim daha iyi.
Tekrardan herkes neşelenmişti ancak bir diğer
taraftan içinde bulundukları durumun korkunçluğu etrafa düşünceli bir şekilde
bakmalarını sağlıyordu. Aşağıya doğru inen toprak bir merdiven gördüklerinde
tek düşündükleri şey buydu.
...
Lucian yüzlerini görebildiği insanların arasında
arkadaşının evine doğru koşmaya çalışıyordu. Daha doğrusu hem ileriye doğru bir
adım atıyor hemde etrafındaki yüzü belirmiş insanları hatırlamaya çalışıyordu.
Onların adı neydi? Kaç tanesi arkadaşıydı? Kaç tanesi en derin sırlarını
biliyordu? Onlarla neler paylaşmıştı ve onu ne kadar tanıyorlardı?
Bir an için koşmaktan vazgeçmek istedi. En yakınındaki
kişinin yakasına yapışıp aklıma gelen tüm soruları ona sormak istedi. Daha
sonra bir başkasına ve sonra bir başkasına. Her ne kadar ilerlemeye, bazı
cevaplar bulmaya çalışsa da etrafı sorularla çevriliyken bunu yapmak oldukça
zordu. Bu kadar sorunun arasında gideceği yönü şaşırıyordu kimi zaman.
Onlardan birisi arkadaşı olabilir miydi? Onu tanıyor
olabilirler miydi? Ne kadar derinini biliyorlardı ki onun? Yalnızlıklarının
toplamı kaç ediyordu onun? Gölgesi kaç kilo geliyordu mesela. Aşk için döktüğü
yaşlar kaç gölü doldurabilirdi? Hiç sevmiş miydi o? Hiç aşık olmuş muydu? Kaç
kere ölmüştü ve kaç kere yeniden doğmuştu?
Bir an koşmayı bıraktı ve etrafında duvarlar örmüş
sorulara baktı. Her bir soruyu tekrardan sordu kendine bazı cevaplara ulaşma
ümidiyle. Ancak sorduğu her soruyla birlikte etrafındaki sorulardan oluşan
duvar gittikçe kalınlaşıyordu. Sorular bedeninin etrafını kapladığı zaman ne
yapacağını düşündü bir an için.
“Benim cevaplara ihtiyacım var!” dedi daha sonra ve
sorulardan oluşan bir duvarı paramparça etti. Tekrardan insanların arasındaydı.
Arkadaşının evini kaybetmişti. Kaybedecek fazla bir vakti yoktu ve en
yakınındaki kişinin yakasına yapışıp ilk sorusunu sordu “Beni tanıyor musun?”
Bu esnada etrafındaki insanlar ona yaklaşmaya başlamıştı
o soru sordukça biraz daha yaklaşıyorlardı. Başka birinin yakasına yapışıp aynı
soruyu farklı cümlelerle tekrar etti “Kim olduğumu biliyor musun?”
Etrafındaki insanlar ona biraz daha yaklaşmıştı.
Hepsinin yüzünde öfkeli bir ifade vardı. Başka birisinin yakasına yapıştığında
“Ben kimim?” diye sordu.
Başka birisinin yakasına yapıştığı sırada omuzunda
bir el olduğu hissetti ve kim olduğunu sorduğu sırada geriye doğru çekildi.
Omuzundan tutan elden kurtulduğu elden kurtulduğu sırada başka bir el kolundan
yakaladı. Kolundan tutan elden kurtulmaya çalıştığı sırada kollarında ve
bacaklarında başka elleri hissetti.
Bir an kadar sonra onu tutan ellerdeki parmakların
teninin içine girdiği hissetti şiddetli bir acı ile birlikte. Sanki bedeninin
her yanını kaplayan eller bedeninden parçalar koparıyordu. Bunu ellerin
renginin kırmızı ile kaplaması ile anlamıştı. Onu parçalara ayırıyorlardı.
Her ne kadar paramparça olup tükeneceğini hissetse
de tükenmiyordu. Bir an için herşeyin sona ermesini istedi. Gözlerini kapatıp
bir daha açmamak o an istediği tek şeydi ancak bunun yerine bitmeyen bir acıya
sahipti. Parçalandıkça parçalandığını hissediyordu ve bu acının asla bitmesini.
“Yeter artık!” diye bağırdığı sırada etrafındaki
herşey bir anda kayboldu ve karşısında kırmızı saçlı bir kız belirdi. Yüzü
ifadesizdi, yeşil gözleri baktığı yeri delip geçiyordu. Lucian’ın yanına
geldiği zaman bir eliyle onun boğazını tuttu ve havaya kaldırdı. Daha sonra
diğer elini sol göğüs kafesinin derinliklerine sapladı.
Lucian’ın kalbini göğüs kafesinden çıkartırken hiç
bir şey söylemedi. Lucian ise çığlık bile atmadı. Demek ki sonu bu şekilde
gelecekti, sonu beklerken hafifçe gülümsedi. Ancak son gelmiyordu.
Kırmızı saçlı kız önce elinde tuttuğu kalbe bir kez
baktı ve onun çaresiz bir biçimde atmasını izledi. Daha sonra yüzünde alaycı
bir gülümseme belirdi. Kalbi içindeki kanı dışarıya pompalarken kızın yüzündeki
gülümseme giderek artıyordu.
Lucian son gücünü kullanarak “Neden?” diye sordu. En
azından bir cevaba ihtiyacı vardı.
“Çünkü sen benimsin ve ne istersem yaparım. Bunun
olmasını sen istedin.” Kırmızı saçlı kız elinde tuttuğu kalbi tekrardan
Lucian’ın göğüs kafesinin içine yerleştirdi. “Görevini tamamlamadan ölemezsin.
Sakın unutma, sen bana aitsin ve zamanı geldiğinde bana döneceksin.” Kırmızı
saçlı kız cümlesini bitirdiğinde ortadan kayboldu ve Lucian yere kapaklandı.
...
"Bize saldıran şu yaratık manyak galiba? Baksana vurup vurup kaçıyor.
Madem vuruyorsun öldür bizi hadi kıyamadın birkaç kemiğimizi falan kır.""Tamam Galdor söyleriz kendisine ilk seni öldürür veya çeneni kırar da daha fazla konuşamazsın."
"Öyle tabi de bu yaratığı anlayamıyorum. Bize vururken bu dünyada ama biz ona kılılarımızı savurduğumuz zaman içinden geçiyor yani bu dünyada değil. Anlık olarak iki farklı alem arasında gidip geliyor sanırım."
"Bu noktada Naserious'a katılıyorum. Sanki üst üste binmiş birden fazla alem var ve o yaratık aynı anda ikisinde birden var olabiliyor. Sadece anlık olarak alem değiştirebiliyor. Kulağa saçma geliyor olabilir ancak şu anda bu saçmalığı yaşıyoruz."
"Bu söylediğinin anlamını biliyor musun Derian? Eğer üst üste geçmiş alemler varsa o alemlerde başka yaşamlar olabilir. Mesela her alemde başka bizlerde olabilir, o başka bizler başka kararlar almış olabilir veya o alemde kimse olmayabilir. Büyük ihtimalle kimse yok çünkü her alemde bizi dövmek zaman alır."
"O zaman çok şanslıyız en azından tek bir alemde dayak yiyoruz. Kendinize gelin ve gidip şu silahları bulalım sonra yaratığı öldürelim ve en son olarak Lucian'ı uyandıralım sonra da gidelim buradan."
"Herkes Melvenia'yı duydu, şimdi silahları bulalım."
Aşağıya doğru inen mağarada yürümeye devam ettiler. Yürümeye devam ederlerken bir taraftanda yaratığın çıkarttığı sesleri duyuyorlardı. İçlerindeki korku giderek artıyordu ancak bu üstesinden gelmeleri gereken bir şeydi. Her birinin hayatı diğerlerine bağlıydı ve birisi düşerse diğerlerini de beraberinde getirdi. Sadece kendileri için değil diğerleri için de güçlü olmak zorundaydılar. Bu şimdiye kadar karşılaştıkları zorlukları aşmalarının en temel sebebiydi.
Koyu renkli, kalın, metal bir kapıyı görene kadar ilerlediler. Kapı kilitliydi ve kilit bir türlü açılmıyordu.
"Ne işi var bir kapının mağarada?"
"Bilemiyorum ama arkasında önemli bir şey vardır sanırım."
"Kapıyı açmamız gerek ama."
"Bence Galdor'un kafasını kullanalım. O herşeyi kırabilir."
"Tamam mezar taşına da son şakasını yapıp öyle gitti yazarız."
"Gençler sakin olun. Galdor kendinde daha fazla bir güç fark ediyor musun. Seni bayağıdır takip ediyorum da Lucian'ı sırtına alıp rahatlıkla koşabiliyorsun veya sırtında Lucian varken yaratıkla savaşabiliyorsun. Lucian'ı niye bırakmıyorsun?"
"Yakında yaratığa balta savurmak yerine Lucian'ı savurmaya başlayacağım ondan bırakmıyorum. Daha güçlü hissediyorum evet kendimi. Dur sakın söyleme diyeceksin ki şimdi bana Galdor git kapıyı kır. Galdor git yaratığı döv, Galdor git dünyayı kurtar. Ne kadar da iyi tanıyorum seni Naserious."
Galdor önce Lucian'ı nazikçe yere bıraktı daha sonra hafifçe gülümseyip çok hızlı birkaç adım attı. Daha sonra sol omuzunu sertçe kapıya çarptı. Kapı yerinden biraz hareket ettikten sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Her yumruktan sonra eli kızarıyordu ancak ilginçtir ki canı hiç yanmıyordu. Kapı büyük bir gürültü ile arka tarafa düştüğü zaman yerden kalkan toz bir süre boyunca görmelerini engelledi.
Toz tekrardan zemine indiği zaman küçük bir odanın üstünde bir sunak gördüler ve onun üzerinde üstü rünlerle süslü siyah bir yay.
"Kesin iki tane silah vardır ve ok ile yaydır. Gerçekten çok yaratıcı. Hayatın ne kadar saçma bir kurgusu var böyle."
"Yapacak bir şey yok şimdi kurguya laf söylemenin anlamı da yok. Şimdi yayı bulmamız lazım. Tabi birde bunlarla yaratığı nasıl öldüreceğimi bulmamız lazım. Sıra ile gidelim bence."
"Kesinlikle öyle şu yaratığı çok fena döveceğim. Zaten korkağın teki olmasa ikide bir kaçıp durmaz. Onu baltamın soğuk çeliği ile tanıştırmam şart oldu. Baltamın sapına bir çentik daha atmalıyım artık."
"Galdor sen baltana öldürüğün kadar çentik atmıyorsun ki!"
"Hayır, beni neden bozuyorsun şimdi. Belki o yaratık ilk çentik olacak belki seni ikinci çentik olarak düşünüyorum Kylana."
"Hadi şu oku da bulalım, gevezeliği yaratık öldükten sonra yaparsınız.
...
Beyazlığın içinde dizlerinin üstüne çökmüş ve iki
elini zemine dayamış bir şekilde duruyordu Lucian. Kıpırdamamasının en temel
sebebi hareket ettikçe etrafının değişmesiydi. O değişimin içinde çaresiz bir
şekilde kalıyordu ve ne kadar çabalarsa çabalasın eline hiçbir şey geçmiyordu.
Dokunduğu herşey parçalanmış, parçalanan herşey bir daha birleşmemiş gibi
geliyordu ona.
Evet, onun kimsesi yoktu. Evet, o sonsuz bir
hiçliğin içinde tek başına duruyordu. Kızıl saçlı kız kimdi ve neden onun
kalbini yerinden sökmüştü? Bulması gereken en önemli soru buydu. İlk cevaba
ulaştığı anda ikinci ve üçüncü sorusu hazırdı. Diğer sorularda sıraya girmiş
bir şekilde bekliyordu. Onun cevaplara ulaşması gerekiyordu en kısa zamanda
yoksa buradan çıkamayacaktı. Çıkmak için bir sebebi olmasa da cevapların ona
sebepleri vereceğini düşünüyordu.
Cevaplara ulaşabilmek için kendinin ona yalan
söylemeyecek dürüst bir kopyasını yanına çağırdı. Kendini karşısında görmek
farklı hissettiriyordu. Karmaşık saçları ve siyah kadar mavi gözlerini görmek
kendine başkaları gibi bakmasını sağlamıştı. Kendinin etrafında bir tur döndü. Bunu
yapmasının sebebi kendini daha detaylı incelemek istemesiydi. Kendisi etrafında
bir çember çizip başladığı noktaya geldiğinde ne yapacağını çok iyi biliyordu.
"Bana gerçekleri söyleyeceğine inanıyorum
kendim. Umarım sende kendine yalan söylemek istemiyorsundur. Kızıl saçlı kız
kimdi?"
"Sen hep kendine yalanlar söyledin. Herkes
böyle yapar, bir gün daha yaşayabilmek için yalanlar söylerler kendilerine. Bir
noktaya kadar bu güzeldir yoksa kimse yaşamın yükünü taşıyamaz. Gerçeği
kaldırmak zordur inan bana. O kızı hatırlamasın, çok sevmiştin sen onu.
Yokluğunda parçalara bölünecek kadar çok sevmiştin. Sanki o gittiğinde sende
hiçbir şey kalmamış gibi hissettin. Giderken güneşi de almıştı, yıldızları da,
kelimelerini de almıştı, hayallerini de. Seni öldürmesini tercih ederdin o
gidişine. Sanki o gittiği zaman yokluğunda bir deprem bırakmıştı. Koca bir
hayat o anda bitmişti."
"Neden kalbimi söktü ve neden kalbimi sökerken
zevk alıyor gibiydi?"
"Düşünmelisin, düşündükçe cevaplara
ulaşabilirsin ancak. Kalbini söktü çünkü gitti. Onun yokluğunda kimseyi
sevemezdin sen, kimseye inanamaz, kimseye güvenemezdin. Bu yüzden kalbini söktü
giderken başka kimseyi sevmemen için. Sende kalpsiz bedenini mühürlemek
istedin. Bu yüzden kalbini geriye koydu ama artık kalbin atmıyordu. Sen zaten
bir kere ölmüştün."
"Kızıl saçlı kız düşmanım mı benim?"
"Düşmanın o değil? Senin düşmanın başka birisi
ve ona karşı yapabileceğin hiçbir şey yok. Sen kaybetmenin yolculuğuna çıktın
ve kaybetmeye daha yeni başladın."
"Düşmanım kim benim?"
"Sana yalan söylememi istiyorsun farkındayım.
Her zaman yaptığım gibi sana yalan söylememi istiyorsun. Düşmanının kim olduğu
önemsiz çünkü o yapacağı en büyük kötülüğü yaptı artık geriye dönme şansın
kalmadı. Bazı yollar vardır ve yollar sadece ileriye doğru ilerler. Sen ne
kadar geriye bakarsan o kadar düşersin yürürken. Bu yüzden ileriye bakman
gerekir."
"Şimdi anlıyorum ben çok büyük bir hata yaptım
ve başıma gelen, gelecek olanların hepsi benim yüzümden oldu. Ben çok büyük bir
hata yaptım ve bundan sonra bir şans bulmayı umacağım. Şimdi geri dönmem
gerek."
Lucian karanlığın içindeki bir tünelde yolculuk
etmeye başladı. O karanlıkta ne kadar gittiğini bilmiyordu. Bir an kadar sonra
ki o bir an bir ömür kadar sürmüştü, etrafında dönen renkleri fark etti. Aynı
anda tüm renkleri görüyordu, renker etrafında dönerken birbiri içine giriyor ve
birbiri içine giren renkler farklılaşıyor ve başkalaşıyordu.
Bir an kadar sonra Lucian gözlerini açtı ve ilk
olarak toprak zemini gördü. Daha sonra kafasını hafifçe yukarıya doğru
kaldırarak Melvenia ve Naserios'u gördü. İkisininde yüzündeki endişe ifadesini
fark etti. Evet, nefes alması gerekliydi konuşması için. Cigerleri hafifçe
şişmeye başladığı sırada en çok istediği şey oldu ve Melvenia onu fark etti.
"Lucian kendine geldi."
ucian, Melvenia’nın çığlıkla karışık haykırışını
duyduktan sonra etrafının bir anda dolduğunu gördü. Hemen bunun ardından
karmaşık bazı sesler duydu, birileri bir şeyler söyledi. Ancak hiçbirisini
anlamıyordu. Burnunun hemen önünde arkadaşları duruyordu ancak o kadar
yakındılar ki onları tanıması oldukça zordu. Kızıl saçlı olanı Melvenia
olmalıydı, şapkalı olanı Naserious. Nerede olduğunu bilmedşpş gibi etrafındaki
insanları tanımakda oldukça zordu. Nefes alması gerekiyordu ve bir şeyler
söylemesi.
Arkadaşlarından uzağa doğru çekildiği sırada onların
yüzlerini daha rahat görebiliyordu. Çekilme bittikten sonra onu tutan kalın
kolları gördü herhalde onu tutan Galdor olmalıydı. Yavaşça yere doğru
alçaldığını fark ettiği sırada onu tutanın Galdor olduğunu fark etti. Bedeni
zemine değdiği sırada Galdor onu saran kollarını çekti ve yüzünü Lucian’ın
burnuna doğru yaklaştırdı “Luci, Luci, sana diyoruz, iyi misin, ne oldu sana,
cevap versene!”
Herşey çok hızlı ilerliyordu neden böyle olmuştu ki.
Diğer arkadaşları tekrardan etrafına toplandı ve Galdor’u omuzlarından tutarak
hafifçe geriye doğru çekti. “Az çekilde rahat nefes alsın.”
Konuşması gerekiyordu. Aklından bir sürü şey
geçerken konuşmak oldukça zordu aslında hele aklından geçen şeylerin ne ile
alakalı olduğunu bilmediği zaman daha da zordu. Arkadaşların yüzlerine baktı ve
onların yüzündeki mutluluğu gördü ama aynı zamanda gözlerindeki endişeye de
tanık oldu. Endişelerini azaltması gerekiyordu ve cevabını en çok merak ettiği
soruyu sordu “Ne oldu bana?”
“Sabah kalktık sonra bir anda burada kendimizi ve
sen yerde yatıyordun sonra uyandırmaya çalıştık bende hep tokat attım sana ama
uyanmadın sonra beni durdurdular yoksa daha çok vuracaklardı neyse bir yaratık
bizi kovaladı bizde mağaraya kaçtık sonra o kovalamaya devam etti biz de
kaçmaya sen hala uyanmadın bizde yay bulduk sonra ok bulup yaratığı
öldürecektik sonra seni uyandıracaktık ki sen uyandın. Ne oldu ki sana?”
“Galdor ne diyor ya? Hiçbir şey anlamadım.”
“Lucian, aslında Galdor doğru söylüyor da konuşurken
arada nefes alması gerektiğinin henüz farkında değil. Sen kendinde değildin ve
peşimizdek yaratığı öldürebilmek için ok bulmaya çalışıyoruz. Şu anda bir
mağaradayız ve gittikçe derinliklere doğru iniyoruz.”
“Yaratığı neden öldüremiyoruz Naserious?”
“Orası biraz karışık teorime göre yaratık iki farklı
boyut arasında çok hızlı bir şekilde dolaşabiliyor. Bu sayede biz ona
vuracakken o diğer tarafa gidiyor ve geri gelip bize vuruyor. Yine tahminime
göre oku ve yayı birleştirip yaratığı vurduğumuz zaman ölecektir. Umarım öyle
bir şey olur. Sen boş ver de ne olduğunu anlat bize!”
“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Gece yatağa yattığımı
hatırlıyorum ve sonrasında hiçbir şey yok. Hadi gidip şu yaratığı öldürelim
yeterince zaman kaybettik bence.”
“Kendini nasıl hissediyorsun Luci?”
“Daha iyi olmamıştım Melvenia, bana ne olduğunu
bilmiyorum zaten daha sonra öğreniriz elbette.”
Lucian ona hiçbir şey olmamış ve saatlerdir baygın
bir şekilde kalmamış gibi ayağa kalktı ve kılıcını çekti. Daha sonra arkadaşlarına
doğru bakıp gülümsedi. Hepsi kendilerinden emin bir şekilde ilerlemeye
başlamışlardı. Önde Lucian ve Galdor ilerlerken grubun en arkasında Melvenia ve
Kylana onları takip ediyordu.
Alt kata inen bir merdiven gördükleri zaman o
merdiveni takip etmeye başladılar. Yuvarlaklar çizerek indikleri merdiven
bittiği zaman geldikleri yere oldukça benzeyen başka bir yer ile karşılaştılar.
Tek fark burada duvarlarda silinmiş bazı yazıların ve resimlerin olmasıydı ki
birçoğunu anlamadılar.
“Duvardaki resimlere bakıyorum da kafes resmi var
şurada da yaratık. Aynı zamanda yaratık ve kafes sayısı iki tane. Şuraya bakın
iki tane labirent var. Burası bir hapishane iki kafes, iki labirent ve tek bir
yaratık var. Burası yaratığın kafesi sanki diğer labirent. Düşüncelerimizi
doğruluyor bunlar.”
“Oku bulalım sonra yaratığı halledelim sonra gidelim
buradan. Bu yaratık ne zamanlarda görünüyor?”
“Şimdiye kadar 2 kere yanımıza geldi. Biraz bizi
dövdü, bolca Galdor’u dövdü. Uçan Galdor’u mutlaka görmeliydin. Ancak hep bir
şekilde kaçabildik sanki bizi serebst bıraktı.”
“Belki avıyla oynayan bir avcıdır o ve bir sonraki
karşılaşmada öldürecektir bizi.”
“Evet, Kylana kesinlikle öyle olması gerek.”
Hızlı adımlarla ilerlerken hepsi silahlarını sıkıca
tutuyorlardı. Lucian kendinde hiçbir değişiklik hissetmiyordu ve geçen zamanda
ne olduğunu bilmiyordu. Zehirlenmiş olması ona en mantıklı gelen seçenekti ama
onu ne zehirlemiş olabilirdi ki? İşte bunu bilmiyordu ve bu durum canını
sıkıyordu. Ancak arkadaşlarının canının sıkıldığını bilmesi gerekmiyordu bu
yüzden gülümsemeye devam etti.
İleride başka bir oda gördükleri zaman “İşte yayı da
böyle bir odada bulduk. Hadi hemen girelim.” diye haykırdı Derian. Mağara
herkesin sinirlerini bozmuştu.
Lucian ve Derian hızlı adımlarla içeriye girdikleri
sırada diğerleri de kapının önünde onları bekliyordu. Meşalelerinin loş ışığı
altında aydınlanan odada odanın orta tarafında bulunan lahit haricinde başka
bir şey yoktu ve lahitin üzerindeki iki adet ok. Lucian hızlı bir şekilde
okları alıp arkadaşlarının yanına döndü.
“Şimdi bunları kimin kullanacağına karar vermemiz
gerekiyor. Ok kullanmada en deneyimlimizi seçmeliyiz.”
“Elbette ben onlar…”
“Galdor sakin ol ok sende kalmayacak. Sen ne
anlarsın ok kullanmaktan.”
“Ne alakası var Lucian. Ben daha sert atarım diye
söylemiştim.”
“Tabi öyle ama sende kalmaması daha iyi olur.
Naserious ve Derian’da okta deneyimli değiller. Geriye üç kişi kalıyor.”
“Ben fena değilimdir biliyorsun.”
“Evet, Melvenia biliyorum bende aynıyım. Keşke bu okun
kılıcı veya yayını bulabilseydik.”
“Sanırım aranızda en deneyimli olan benim.
Hatırlatmak istemem ama kaçırdığım pek görülmemiştir. Yaratığı ben öldürürüm.”
Lucian okları ve yayı Kylana’ya uzattıktan sonra
“Şimdi yaratığı bulalım.” dedi gülümser bir şekilde.
Hepsi dikkatli bir şekilde ilerlerken mağaların
içinden gelen vahşi bir hayvana ait olabilecek sesleri duydukları zaman
Melvenia eliyle arka taraflarını işaret etti ve Kylana ilk oku hazırladı.
Yaratığın çıkardığı sesler giderek artarken hepsi savaş pozisyonlarına
geçmişti.
Sesler yaklaşmaya devam ettikçe zaman iyice
yavaşlamıştı. Her savaştan önce olduğu gibi sanki yavaşlayan zaman birkaç an
sonra hızlanacaktı. Zaman hızlandığında o kadar kısa bir an içinde o kadar çok
şey yaşanacaktı ki yaşadıklarını anlatmaları oldukça güç olacaktı. Lucian sol
bacağını arka tarafına doğru çekti ve öne eğildi. Herkes saldırmaya hazırdı.
Yaratık labirentin içinde karanlıkların arasından
çıktığı zaman Galdor sol elinde tuttuğu meşaleyi yaratığa doğru fırlattı. Havada
dönerek ilerleyen meşale yaratığın içinden geçip hemen arkasındaki toprağa
düştü. Meşele yolunun yarısında iken Kylana’nın yayından çıkan ilk ok yaratığın
sağ omuzuna saplandı ve yaratığın kesik çığlığı mağaranın içinde yankılandı.
İkinci ok yaya yerleştiği sırada Galdor ve Lucian
ilk adımlarını atmış Melvenia ilk hançeri fırlatmıştı. Onlar ikinci ve hemen
ardından üçüncü adımlarını attıkları sırada ok kafaların üstünden vızıldayarak
geçip yaratığın göğüs bölgesine çarptı. Yaratık gözle görünür bir hale geldiği
sırada Melvenia tarafından fırlatılan iki hançer yaratık tarafından
savuşturuldu.
Yaratık kanamaya başladığı sırada yaratığın yanına
ilk gelen Lucian oldu ve geniş bir yay çizerek kılıcını savurdu. Yaratık bu
saldırıyı hafifçe geri çekilerek karşılarken Galdor’un öfke çığlığı atarak
fırlattığı baltası yaratığın sol omuzuna saplandı. Aslında yaratık ne olduğunu
şaşırmıştı omuzuna saplanan baltayı çıkarttığı zaman etrafa koyu renkli bir kan
fışkırmaya başladı.
Yaratığın açığını gören Lucian önce kılıcını dik bir
şekilde yaratığın karnına sapladı ve hemen ardından diğer elinde tuttuğu kısa
kılıcını kılıcı yaratığın göğüs kafesinin hemen altına sapladı. Yaratık acı
çığlıkları atmaya devam ederken Galdor önce sağ yumruğunu yaratığın göğüs
kafesinin hemen üzerine vurdu ve ardından sol yumruğu ile baltasını tutan
koluna vurarak onu yere düşürmesini sağladı.
Arka taraftan gelen birkaç hançer yaratığın
kollarına saplandığı sırada yaratık kendini kaybetmiş bir şekilde kollarını
etrafa savuruyordu. Galdor ve Lucian ise yaratığın hareketlerinden kaçıp
buldukları fırsatlarda yaratığın kanını biraz daha akıtıyorlardı. Birkaç
hamlenin sonunda yerde biriken koyu renkli sıvının kapladığı alan giderek
büyümüştü ve silahlarının rengi yaratığın koyu kırmızı kanı ile aynı renk
olmuştu.
Yaratığın hareketleri yavaşladığı sırada Galdor
Lucian’a bir bakış atarak ona geride durmasını söyledi ve ileriye doğru atıldı.
Yaratığın kolu üzerinden geçerken eğildi ve bacağına derin bir kesik açtı. Daha
sonra yaratığın bacak arasından geçip dizinin arka tarafındaki bağları
kopartarak yere çömelmesini sağladı.
Yaratığın arka tarafına geçtiği sırada önce
baltasını yaratığın sırtına sapladı ve hemen ardından cebinden çıkarttığı
hançerini boynuna yakın bir yere sapladı. Yaratığın acı dolu çığlığı heryeri
kapladığı sırada Galdor baltasını yaratığın boynun arka tarafına sapladı.
Yaratığın boynundan çıkan kan görmesini zorlaştırıyordu ancak bunun hiçbir
önemi yoktu. Hançeri kendi düşüncesi varmış gibi yaratığın boynunun arkasını
bir kere daha kesti ve Galdor yaratığın sırtında yaptığı gezintiyi bitirip
tekrardan aşağıya indi.
Yaratığın hareketleri artık çaresizlikten güç
alıyordu ve can çekişmesinin bir göstergesiydi. Galdor tekrar yaratığın önüne
geçtiği zaman hançerini yere bıraktı ve baltasını iki eliyle birlikte tuttu ve
onu tüm gücüyle savurdu. Havada hızlı bir şekilde ilerleyen balta önce
yaratığın boynuna çarptı ve daha sonra hiçbir engelle karşılaşmadan ilerledi ve
yaratığın kafası ile bedeni farklı yerlere düştü. Yaratığın kafası düştüğü
yerde birkaç tur attığı sırada Galdor sevinç çığlıklarını atmaya başlamıştı
bile.
“Çok kolaydı bu ya. Biraz zorlar diye umut etmiştim
ama hayal kırıklığından başka bir şey olmadı.”
“Kesinlikle haklısın Galdor. Şaka bir yana güzel
öldürdün en iyi öldürmelerin listesine bile girer bence.”
“Bence çok estetik bir öldürmeydi hele son bölümü
tekrar izlemek isterdim.”
“O değil de Lucian’a attığı bakış neydi öyle bir ara
sarılıp öpecek sandım.”
“Siz kıskanıyorsunuz tabi bütün işi biz yaptık diye
kıskanıyorsunuz yine.”
Bu esnada labirentin diğer tarafından bir alkış sesi
duyuldu ve hepsi o tarafa baktıkları sırada tanıdık bir yüz ile karşılaştılar.
“Başaracağını biliyordum ben. Sadece bu kadar kanlı
olacağını tahmin etmemiştim. Sizi tebrik ediyorum zor bir görevi başarıyla
yerine getirdiniz. Şimdi bunun karşılığında size söz verdiğim ödülü almaya hak
kazandınız. Kime vereyim bu kitabı.”
Adam kitabı havaya kaldırdığı sırada kitabın
üzerinde yazan “Derian” yazısı dikkatlerini çekmişti.
“Lütfen kendinize çok dikkat edin ve sizi hep
özleyeceğim. Umarım bir gün tekrar karşılaşırız ve en büyük hayallerimizi hep
beraber yaşarız. Hoşça kalın.” Derian konuşmasını bitirdiği zaman elini
uzatarak kitabı aldı ve bir an sonra kendilerini tekrardan karavanın içinde buldular.
“Bizde seni çok özleyeceğiz Derian.”
"Derian'da gitti sonunda. Severdim onu ben
sanki hep söylemek isteyip söyleyemediği birşeyler vardı onda. Keşke sorsaydım
ona."
"Söylemezdi belki de söyleyemediği için bu
kadar sessizdi be Galdor. Onu hepimiz severdik. Hepimizi hepimiz
severdik."
"Evet, öyle ama ben hayatın arkadaşları,
birbirini seven insanları ayırmasına karşıyım. Bence herkes kiminle mutluysa
onun yanında kalmalı ama hayat öyle değil. Daha fazla mutlu olabilmek uğruna
elimizdekileri bile kaybediyoruz. Sonra hiçbir şey kalmıyor elimizde."
"Ulan Galdor o yaratık kafana fazla vurdu
galiba içindeki felsefeci ortaya çıktı."
"Dalga geç bakalım Lucian, bakalım senin kafana
vurunca içinden neler çıkacak. Doğru olanı söylüyorum ben. Sevenler hiç ayrılmamalı
bence yani şey arkadaşlıklar hiç bozulmamalı. Hatta öldükten sonra nereye
gidiyorsak orada buluşmalıyız bence veya ayrılıklar silinmeli tüm kural
kitaplarından."
"Galdor doğru söylüyor ama hayat bizi
dinlemiyor ki. Bir bakıyorsun seni alıyor en sevdiğinin yanından bambaşka bir
yere fırlatıyor. Geri de dönemiyorsun, ileri de gidemiyorsun. Yapayalnız
kalıyorsun işte, sen bile terk ediyor seni. Hayat bunu çok seviyor ve bunun
adına mutluluk diyor. Komik doğrusu sen gittikten sonra ne sen aynı kalıyorsun
ne de kalan. Bunun da adına mutluluk diyorlar işte."
"Tam da içimden geçenleri söyledin Melvenia.
Ben karşıydım bu yolculuğa da sizi yalnız bırakmak istemedim. Birinin sizi
koruması gerek yoksa sağınızı solunuzu kırarsınız siz. Mutluluk komik bir kelime
bence, anlık o sonra bitiyor, sonra gelmiyor. Niye herkes mutlu olmak istiyor
ki acı çekmeye gelmişiz biz."
"Galdor sen konuyu değiştirmeye mi
çalışıyorsun? Derian'dan bahsederken gözlerinin içi gülüyordu sonra bir anda
değiştirdin herşeyi. Sanki ona karşı başka şeyler varmış gibi sende!"
"Dalga geçme Kylana. Önemsiyordum onu,
sessizliği çok güzeldi onun. Yıllardır tanımama rağmen onun hakkında bilmediğim
çok şey vardı. Bilmem gerekirdi, sizin de bilmeniz gerekirdi. Biz onu gerçekten
tanıyor muyduk? Evet çok fazla sırı vardı, evet hep gizemliydi ama hangimiz
sırlarını öğrenmeye çalıştık. Yine de giderken ne kadar üzgün olduğuna dikkat
eden oldu mu? Bu yüzden suçluyorum kendimi fırsatım varken onu daha derin
tanımalıydım. Soruna gelecek olursak belki de sevebilirdim onu ama bu fırsatı
hiç vermedim."
"Sevgi garip be Galdor. Sevsen de olmuyor
sevmesen de olmuyor. Belki onu daha yakından tanısan sevebilirdin ama belki
ondan nefret ederdin. Bunu kimse bilmiyor biz herşeyin değerini kaybedince
anlıyoruz. Sende de aynısı oldu işte kaybedince anladın. Belki acı olan bu ama
hep söylediğim gibi onların mutlu olma şansı var ve bizde mutlu olacağız onlar
gibi. Hem sonra sen hepimizi bir araya getireceksin be Galdor."
"Galdor her zaman en doğru zamanlarda ortaya çıkan
bir kahraman olduğu için bu hikayenin sonunu o yazacak yoksa o olmadan biz
mutluluğu nasıl buluruz."
"İşte adamım Naserious, böyle konuş canımı ye
benim. Tabi ki bulacağım sizi birisinin sizi kendinden koruması gerekiyor.
Yoksa yapamazsınız siz hep batırırsınız sonra aman Galdor gelsin de bizi
kurtarsın aman Galdor gelsin de yaratığı dövsün yok Galdor gelsin de kavanozu
açsın. Düşündüm de gelmeyeceğim valla, ne haliniz varsa görün siz. Hepimiz
hatalıyız mutluluk denilen şeyi dışarıda aradığımız için ona asla ulaşamadık. O
hep bizim yanımızdaydı ama hiç fark edemedik."
Kısa süren bir sessizliğin ardından Melvenia ve
Lucian birbirlerine bakıyordu. Melvenia'nın gözlerinin kenarları hafifçe
ıslanmıştı ama bunu göstermek istemiyordu. Galdor'un cümleleri Lucian'ın canını
çok acıtmıştı ama sanki acıyan yer artık bedeninde değildi sanki sökülüp
alınmıştı ondan. Zaten bu yüzden Galdor'un sözlerinin üzerine kimse bir şey
söylemek istemedi bir süre boyunca.
"Siz zaten hep böyle duygusalsınız ağlamamı mı
istiyorsunuz anlamadım ki. Nedir yani herkes sevdiğinin ama söyleyemediğinin
yanına gidip içindekileri söylemeli ve karşı taraftan olumsuz bir cevap alıp
ağlamalı mı. Ona karşı düşüncelerini çok uzun zamandır biliyorum Galdor, ona
nasıl baktığını gördüm ben kimse bilmese bile anlamıştım ama sizinki olmazdı.
Olacağına zerre kadar inansam bunun için uğraşırdım ama sen çok iyi niyetli o
çok karamsar birbirinizi tüketirdiniz siz ama herkes düşüncelerini söylemeli
bence. Ne dersiniz cesaret edebilir misiniz buna yoksa kendimizi suçlamaya
devam mı edelim. Hepimiz korkağız biz, kendimizden korkuyoruz en çok.
Reddedilmekten korktuğumuz kadar kabul edilmekten de korkuyoruz. En cesurumuz
sensin Galdor en korkağımız da ben hiçbir şeyi itiraf edemedim bu güne kadar.
Neyse boşverin bunları sessizce oturalım biz, kendi köşelerimize gömülelim.
Uyuyalım en iyisi, iyi geceler size."
Kylana başka hiçbir şey söylemeden odasına doğru
ilerlerken arkasında bıraktıkları da hiçbir şey konuşmadan onun takip ettiler.
Konuşmak ne kadar da anlamsızdı şimdi.