Son yolculuk 29

O gittikten sonra ise kocaman bir boşluğun içinde buldum kendimi. Sanki devasa bir kara delik beni içine çekmiş ve ben orada varlığımı kaybetmiştim. Kara delik içine çektiği her şeyi yok ederdi. Hatta bazı düşüncelere göre kara deliğe giren madde farklı bir formatta dışarıya çıkabilirdi. Peki ben bir kara deliğe düştüğüme göre ne olarak dışarıya çıkacaktım bilmiyordum. Eskisi gibi olamayacağımdan emindim ama. Sanki o giderken kalbimi söküp almıştı ve ben artık farklı birisiydim.

Dümyamdaki tüm renkler bir anda solmuştu. Siyah beyaz bir fotoğraftı artık benim hayatım. Mesela mevsimlerden kış olmamasına rağmen kar yağmaya başlamıştı. Büyük bir patlama olmuş gibi etrafımdaki tüm binalar yıkılmış ve ben ıssızlığın ortasında tek başıma kalmıştım. Yalnızlığın çölünde yürüyordum artık ve kurtulmak gibi bir umudum kalmamıştı. Kendimi kumlara bırakmak ve orada can vermek istiyordum.

Bir diğer taraftan o geleceğini söylemişti. Ancak ne zaman geleceğini söylememişti. Hatta konuşmasından söylediklerine inancı olmadığını anlayabiliyordum. İki ihtimalim vardı ya onu beklemeye devam edecek ya da kendimi kumlara gömecektim. Tabi ki onu beklemeyi seçtim ben. Kor ateşlerden oluşan bir çölde yürümek gibiydi onu beklemek. Ateşler tenimi yakıyor, beni parçalara ayırıyordu ama yürümeye devam etmem gerekliydi. Yürüdükçe canım yanmaya devam edecekti ama ondan vazgeçemezdim.

Ağlamanın acıyı azalttığını söylerler onlara hiç inanamadım. Belki bu yüzden hiç ağlayamadım ben. Düşünsene ağladığımda hangi yaralarım kapanacaktı? O kadar yara açmıştı ki bende sokakta görenler cüzzamlı sanabilirdi. Ağlasam ne değişecekti? Okyanuslar kadar ağlasam ne olacaktı? Biraz rahatlarsın diyebilirsin ama deme bence sana inancım kalmaz sonra. İnsanın hayatta bir şeylere inanması gerekiyor sonuçta. Bırak sende onlardan birisi olarak kalmaya devam et.

O gittikten sonra eve gitmedim. Eve gitmemin hiçbir amacı yoktu. Yapabilseydim olduğum yerde kalırdım ve onu beklerdim. Sahilde bir bankta uyudum ve sabah olunca tekrar hünkara geçtim. Belki gelir dedim kendime ama o gelmedi. Ertesi gün de eve gitmedim ve bir sonraki gün. Bu şekilde bir hafta geçince Hünkar'dakiler beni eve getirdi. Ben eve gitmek istemiyordum ki, ben sadece onu istiyordum. Eve gittiğim zaman bir hafta boyunca evden çıkmadım. Onun olmadığı bir dünyayı kabul etmek istemiyordum.

Bu bir hafta bir aya çıktı ve ben evden dışarı çıkmamaya başladım. Büyük ihtimalle delilik oranım giderek artıyordu. Ancak üniversite devam ettiği için ve son dönemimde devamsızlıktan kalmamak istediğim için evden çıktım. Sakallarım uzamıştı, giyinime özenmiyordum. Kimse beni tanımamıştı aslında. Bazıları neyim olduğunu soruyordu ama ben açıklayamıyordum. "O gitti" diyemiyordum kimseye.

Dersler fena değildi. Onlara odaklanmak zor olsa da bir şekilde başarabiliyordum. Küçük de olsa bir mutluluk veriyordu bu başarı bana ama üzerimde pek bir etkisi yoktu. Çok kötü hissediyordum ve okulun psikologuna gitmeye karar verdim. Dayanamıyordum daha fazla o "geleceğim" demese başka planlar yapabilirdim ama o geleceğini söylemişti. Ona da inanmıyorsam şu hayatta neye inanabilirdim ki?

Okulun psikologuna gittiğimde bir süre sorunlarımı anlattım o ise dinledi. Hiçbir şey söylemedi ama o dönemde tekrar sanrı görmeye başlamıştım ve sanrılarım "yatağımın yanında yatan cesetlere" kadar gelmişti. Ancak bunu kabul etmek istemiyordu. Onun nasıl psikolog olduğunu gerçekten merak ettim. Sahi neyi biliyordu ki o kalkmış ondan yardım istiyordum. Sanırım 7 seansa katıldım onunla ve sonrasında bir daha gitmedim. Oraya ben yardım istemeye gitmiştim ama benimle psikoloji ekolleri üzerine tartışmaktan işini yapmıyordu.

Bir çıkış yolu arıyor ama bulamıyordum. Freud'a sorsam bana kabullenme sorunlarım olduğu söyler ve bu çocukluğuma bağlardı. Ancak onun gidişini kabullenmiştim ben. Hatta onu ilk gördüğüm andan itibaren gideceğini biliyordum. Sahip olduğum tek hayali kaybetmiştim ve canımın yanma sebebi buydu. Onun yerine başka bir hayal koyamazdım. Başkaları gibi elmalı bir telefon alıp onu en büyük hayalim yapamazdım ben. Fazlasıyla gerçekçiydim ben ve başkaları gerçeği zerre kadar umursamıyordu.

Kaybolmuştum ben. Belki evimizi veya okulumu bulabiliyordum ama kaybolmuştum. Gittiğim yerlerin bir anlamı olmuyordu benim için. Kendi içimden çıkamıyordum bir türlü. Çıkmak da istemiyordum çünkü içimde o vardı ve ondan bir an bile uzaklaşmak istemiyordum. Ondan uzak bir hayatı kabul sınırımın çok ötesinde. İnsan ne olmadan yaşayamaz diye soruyorlar ve genellikle su, hava gibi cevaplar veriyorlar. Benim için ise yaşamam için ona ihtiyacım vardı. Onsuz yaşayabilirdim ama kayboluşumun geçmesi mümkün değildi.

Nasıl oluyor da bir anda gelip gittiğinde hayatımı alt üst edebiliyordu? Beni ona bağlayan şey neydi gerçekten? Gülüşü mü yoksa gözleri mi veya kelimeleri miydi onda hapis olmamın sebebi? Belki de ondan önce kurduğum hayallerimle örtüşmesi olabilirdi bu neden. Onu hayalimdeki kıza benzettiğim ve hayalimdeki kızı bulduğumu düşünmem de olabilirdi ama bunu kabul edersem onu reddetmiş olurdum. Günümüzde birçok insan böyle yapar ve yaşadıklarını reddeder. Böyle yapınca acı çekmez mesela ama yanmak değil miydi aşk? Eğer yanmaksa neden ateşten köşe bucak kaçıyorduk? Canımız o kadar değerliydi ki en ufak bir acıya tahammülümüz yoktu.

Ona giden tüm yollar kırılmıştı ve ben yeni bir yol yapamıyordum.

0/Post a Comment/Comments