Son yolculuk 25

"Aşk" demişti. "Zamanı gelince yaşadıklarımız aşk olacak." Duyabileceğim en güzel sözlerdi ama en acı verici sözlerdi aynı zamanda. Aşk olması için zamanı gelmemişti daha. Bunca yıldır beklemişken daha fazla beklemem gerekiyordu. Beklemenin acısı bedenimi kaplama başladı. Gülümsemeye çabalıyordum ama acı çektiğimi görmüş olmalı ki elimi tuttu. "Merak etme" dedi "o gün gelecek." Beni aynı anda öldürüp tekrar hayata geri getirmişti. Bunu neden yaptığını bilmiyordum ama beni istediği gibi öldürebilirdi. Kalbimi kör bir bıçakla sökebilirdi mesela veya şakağımı 9mmlik bir kurşun delip geçebilirdi. "Beni istediğin gibi öldürebilirsin" demek istedim ona ama tuttum kendimi.

Ancak vakit ayrılığı gösteriyordu ve o gitmek istediğini söyledi. "Gitme" demek istedim. "Hep benimle kal" cümlesi geçti aklımdan ama söylemedim. İçimde bir korku vardı çünkü kimse gitme dediysem hepsi gitti benden. Ona da söylersem o da gidebilirdi bu yüzden sustum. "Yarın aynı saatte buluşuruz" dedi gülümseyerek ve elimi tuttu. O elimi tuttuğu zaman tüm düşünceler kayboluyordu ve üzgün suratım bir anda gülümsemeye başladı. Açtığı yaraları bir anda iyileştirebiliyordu. "Yarın bir sürprizim olacak" dedim o giderken ve onun gidişini izledim. Hünkar'dan çıkışını izledim ve daha sonra Beykoz'a doğru yürümesini. İçimden bir ses neden onu takip etmediğimi söylüyordu ama o sesi dinlemedim. Bir gün daha beklerdim geçen bir ömrün yanında bir günün ne önemi vardı ki.

O gittikten sonra birkaç saat daha yerimden kalkmadım. İçimdeki yazma isteğini anlatamam ama yazmadım. Beykoz sahili seyrettim, gün batımını izledim. Geçen gemilere el salladım sonra, uçan kuşlarla selamlaştım. Sokağa çıkıp Newton'un yaptığı gibi bağırmak istiyordum "aşkı buldum" diye. Ancak bunu da yapmadım. Anlatırsam kaybolacağından korktum. Onu içimden hiç çıkarmak istemedim. Hayatla hiç karşılaşmasın istedim. Sonra eksilirdi belki de duygularım. Bunun yerine içimde büyüyen duygu tohumlarının önce ağaçlara daha sonra ormana dönüşmesine izin verdim.

Saat gece yarısına yaklaştığı sırada artık Hünkar'ın kapanma zamanı gelmişti ve benim gitme zamanımı gösteriyordu. Elimde olsa hiç gitmez aynı yerde onu beklerdim ama bunu yapmadım. Bir diğer ilginçlik ise onunla olduğum süre boyunca kimsenin bizi görmemiş olmalarıydı. Oradakilere onu sorduğumda görmediklerini söylediler. Onun gerçekliğine dair sorgular tekrardan zihnime doluştu. Ben daha onun adını bile bilmiyordum. Telefon numarasını almamıştım. Sanki bunların hiçbir önemi yokmuş gibi çünkü onun geleceğini biliyordum ve Green Carnation dinleyerek eve döndüm. Özellikle Alone şarkısını defalarca kez dinledim. Yalnızlığın bir sonu varmış dedim kendime ve ben yalnızlığın bittiği anı geride bırakmıştım. Kendini yalnızlığa adayan birisi için sıra dışı bir durumdu bu.

Eve geçtiğim zaman elbiselerimi çıkartıp yatağıma uzandım. Uyumak istiyordum artık ve belki rüyamda onu bile görebilirdim. Onun hayali ile rüyalarıma daldığım zaman çok fazla rüya görmedim. Sadece onunla bir yerin üzerinde ayakta duruyor ve birbirimize bakıyorduk. Daha sonra yer yüzü parçalanmaya başladı ve biz ayrılmak zorunda kaldık. O benden uzaklaşırken ona ulaşmak için ileriye doğru zıpladım ancak ona ulaşamadım ve boşluktan aşağıya doğru düşmeye başladım. Karanlığın içinde yüzyıllarca düştüm sanırım ve sonra uyandım. Uyandıktan sonra rüyayı onu kaybetme korkumla açıkladım. Freud böyle söylerdi eğer rüyamı ona anlatma fırsatım olsaydı. Ancak o bunu çocukluğumda yaşadığım ayrılıklara bağlardı. Adler'e anlatabilseydim o da benzer bir açıklama yapardı. Ancak Adler ayrılıkları yakın zamanda yaşadığımı ve bu ayrılıkların etkisinin geçmediğini söylerdi. Bu düşünceler eşliğinde ünlü psikologlarla konuşma şansına eriştim. Evet deliliğin sınırına yaklaşıyor olmalıydım. Ancak ben yine de çay demledim. Çayımızı içerken okey oynamak istediğimi söyledim ama kabul etmediler ve gittiler. Delilik ile aramdaki mesafe bir adımın altına düşmüştü sanki.

Onun gerçekliğini mi yoksa kendi deliliğimi mi sorduladığıma karar veremiyordum. Onunla buluştuğumda yavaşlayıp hızlanan zamanı, onu benden başka kimsenin görmemesini başka türlü nasıl açıklayabilirdim. Sanki o paralel bir evrendeydi ve biz yabancı dizilerdeki gibi bir yarıktan geçerek birbirimizin yanına geliyorduk. Zaman sanki etrafımızda bükülüyordu. Zamanın ışık hızına yaklaştıkça yavaşladığı kuramını düşündüğüm zaman ve çekim gücünün ışığın hızında etkisi olduğunu düşündüğümde bizden yayılan muazzam bir güç olmalıydı. Işık hızlandıkça yavaşlıyorsa biz duruyorduk onunla. Evren hareket ederken biz duruyorduk bu sayede zaman yavaşlıyordu.

Psikolojik değerlendirmelerimin ve ortak bir kararla deli olduğumun tescillenmesinden sonra kahvaltımı bitirdim. İnterneti açtım ve gazetelere bir göz gezdirdim. Yalanın gerçek niyetine satıldığı bir yerdi gazeteler. Yalan gerçeğin üstünü örtmeye başladığında insanlar da gerçeği unutmaya başlar derdi Jean Boudrillard ve ben bu söze yürekten inanırdım. Mesela sistem aşkı öldürdü. Gerçek ortada kalmayınca aşkı arayan insanlara elmalı cep telefonu sattı. Gerçeğin yok olduğu bir çağda yaşıyorduk ve gerçeği bulmak imkansıza yakın bir hale gelmişti.

Saat 12'ye yaklaştığında evden çıktım. Sahile kadar yürüdüm. Yolda biraz eskiler dinlemek istedim Scorpions, Steelhearth dinledim. She is gone çalarken onun gidişini düşündüm ve gidişini engellemek için her şeyi yapabileceğimi fark ettim. Sahile ulaşmam 20 dakika kadar sürmüştü. Toplamda 2 kilometre yol yürümüştüm. Daha sonra durakta bekleyip gelen ilk otobüse bindim. Saat 1'e yaklaştığında Beykoz sahilindeydim. Hünkara gitmek için daha erkendi bu yüzden sahilde oturmaya karar verdim. Mektubumu bıraktığım, onun resmini gördüğüm banka oturdum ve bekledim. Onu beklemek bile güzeldi kalan her şeyden.


0/Post a Comment/Comments