Son yolculuk 21

Onun gidişini izlemek acı vericiydi aslında. Bunca yıl bekledikten sonra gitmesi beni parçalara ayırmıştı. Ancak yarın buluşacağımızı söylemesi içimi rahatlatıyordu. Kafede biraz daha oturdum ve daha sonra eve geçtim. Aklımda sadece o vardı bu yüzden hiç konuşmadım.Bir koltuğa oturdum ve yerimden kımıldamadım. Çay demlemedim, yemek yemedim veya balkona çıkmadım. Bunların yerine sadece düşündüm evet ertesi günü düşündüm hep. Bir diğer taraftan onun gerçekliğini sorgulamaya devam ediyordum acaba benim hastalıklı beynim onu var etmiş olabilir miydi. Cevapların önemini kaybettiği sorulardı bunlar ama sormaktan vazgeçmiyordum.

O gerçekse sorun yoktu ama gerçek değilse sorunlar bar demekti. İşin ilginç tarafı ise onun gerçek olup olmadığını anlamamamdı. O gerçek değilse ne değişir diye düşündüm. Eğer gerçek değilse onun geçirdiğim zaman tüm hayatımdan daha anlamlıydı. Böylelikle bir gerçeklik sorgunun içinde buldum kendimi. Gerçek neydi ki veya ben neye gerçek derdim. Gerçeği anlamak için görmek, işitmek veya dokunmak yeterli miydi ya da beynim bütün bunları canlandırabilir miydi. Sanrılarımı düşündüğüm zaman beynimin bu canlandırmayı yapabildiğini düşündüm ancak o sanrılarımdan farklıydı. Bir diğer taraftan hayatın gerçekliğini sorguluyordum. Elimde olsa ondan öncesini silip atabilirdim ve onu gördüğüm an ben doğdum diyebilirdim. Kimliğimdeki doğum tarihimi değiştirebilirdim mesela. Geri kalanların bir önemi yoktu benim için.

Ben seni gördüğümde doğdum diyebilirdim mesela veya sen kalbimin atma nedenisin de diyebilirdim. Bunları söylemem başlangıçta doğru olmazdı ancak oyunlara dair her şeyi silip atmıştım. Oyunsuz yaşamın ne kadar gerçek olduğunu fark ettim ve oyunlarda harcadığım her ana lanet ettim. Ancak yaşadıklarım beni ona ulaştırmıştı bu nedenle lanet etmekten vazgeçip geçmişime teşekkür ettim. "Beni ben yaptığınız ve ona ulaştırdığınız için teşekkür ederim" dedim hayatıma girip çıkan herkese ve bunu yazı defterime yazdım. Yazmak önemliydi. Yazan insan unutmazdı ve ben bu nedenle unutmadım. İnsanları unuttum ama insanların bir önemi yoktu ama duygularımı hep hatırladım. Onları unutursam eğer hayattan ders almamış olurdum ve yaşamım anlamını kaybederdi.

Ona kuracağım en doğru cümleyi bulmak için saatler harcadım. Elbette o cümleyi bulamadım. Sanırım hissettiklerimi anlatabilmek için yeni bir lisan bulmam gerekiyordu. Eskiden kendi lisanımı oluşturmaya başlamıştım aslında. Duygularım kelimelerle pek örtüşemiyordu bu nedenle kendi kelimelerimi oluşturuyordum. Mesela kelimelerde "mutlu, mutsuz, üzgün, neşeli" duyguları anlatılabiliyordu ancak "mutlu olmam gerekirken mutsuzum" yada "yüreğimin yangınlarında kavruluyorum ama bundan mutlu" oluyorum gibi duyguları anlatabileceğim bir kelimem yoktu. Ona karşı hissettiğim duyguların ise karşılığını bulmaya hiç uğraşmadım zaten bulsaydım ve ona söyleseydim beni anlamayacaktı. Mesela ona bilmediği bir kelime söylesem ama bu kelimede hiç sessiz harf olmasa. Anlayamazdı, onun anlaması için o tek kelimeyi anlatan onlarca cümle kurmalıydım tabi bu kelimeyi neden söylediğimi anlatabilmek için bir o kadar daha cümle kurmam daha gerekecekti.

Uzun bir süre boyunca  uyumadım. Sabah yaklaştığı sırada koltukta uyuya kalmışım. Tabi fazla uyuyamadım. Rüyamda hep o vardı ama her zaman olduğu gibi rüyalarımı hatırlamadım. Sadece onu gördüğümü biliyordum. O tekrar görmek mutlu uyanmamı sağlamıştı. Hayattan hiçbir beklentisi, korkusu olmayan ben onu kaybetmekten korkuyorum. O zamanlarda kafamdaki en büyük soru onun gelmeyeceğine dairdi ve ben bunu düşünmektense bir yanardağa girmeyi girmeyi tercih ederdim. Onu bulmuşken kaybettiğimi düşünsene. Ben düşündüm ve zaten uzaklaştığım hayatta bana dair hiçbir şey kalmıyordu o gittikten sonra. "Yeni tanıştığım bir insan giderken nasıl bana dair her şeyi alabilirdi" onsuz ne yapardım acaba ben. Elbette bundan önce ne yaptıysam aynılarını yapmaya devam ederdim ama buna inanmıyordum. Hep mücadele ettim ben hayat bana çelme taktıkça, ben düştükçe ayağa kalkıp devam ettim ama o gittikten sonra ayağa kalma isteğim kalmayabilirdi. Oturur ve beklerdim zaten ben en iyi beklemeyi bilirdim.

Ben bu düşüncelerin arasında yoğrulurken sabah olmuştu. Fazla uyuduğumu söyleyemem ama uykuya ihtiyacım yoktu. Onun haricinde kalan her şey anlamını kaybetmişti. Uyandıktan sonra duşumu aldım ve kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Aslında kahvaltıyı geçiştirip Hünkar'a gitmek istedim ancak benim için çok önemli bir gün olacaktı ve iyi beslenmeliydim. Ayrıca 3'e daha çok vardı ve oyalanmam gerekiyordu. Bu yüzden çay demledim kendime. Sanırım 7 bardak çay içtim. Tabi çayı demli içtiğim için ilk demlik bitti ve ben ikincisini demledim. Ne zaman kendimi kontrolüm azalırsa çay içerim ben. Çay kendimi bulmamı sağlar. Çayı demli ve şekersiz içerim çünkü çayın tadını almak isterim. Hayattan tat almayı bu kadar isteyen birisinin benim yaşadıklarımla karşılaşması çok büyük bir ironidir aslında. Benim hayatımda bu ironilerin birleşmesinden oluşmuştu.

Eğer o gerçekse, sorunlu beynimin bir ürünü değilse benim için her şey çok daha farklı olabilirdi. Onunla buluşmayı beklerken zaman geçmiyordu. Saniye iki ileri bir geri yapıyordu. Zamanın yavaş akmasına çok alışkın olmadığım için evde geçirdiğim zaman geçmiyordu. Oysa ben kendimi beklemeye alışık olarak nitelendirir "biz en iyi beklemeyi bilirdik" deyip duruyordum. Bu nedenle saat 12.00'ı gösterdiği sıralarda evden çıktım. Belki dışarıda zaman daha hızlı geçebilirdi.

Hünkar ile evimin arası yaklaşık olarak yarım saat sürüyordu. Otobüs durağına doğru yavaşça ilerledim daha sonra boş bir otobüs bekledim. Aslında ayakta veya oturmam arasında hiçbir fark yoktu. Böyle zamanlarda hedef odaklı olduğumu düşünüyordum ancak benim için yolculuk odaklıydı. Ona kavuşmadan önce yaşadığım her an altın değerindeydi benim için. Daha önce binlerce kez geçtiğim yolda daha önce hiç fark etmediğim detayları görüyordum. Agaçların dalları veya yoldaki kediler, kıyıya bağlanmış eski bir tekneyi görebiliyordum. Demek ki görmek için yaşamak gerekiyordu.

Saat 12.30'a yaklaştığında Beykoz Sahiline inmiştim yani onun gelmesine 2 saat 30 dakika kalmıştı. Biraz sakinleşmek için bir bankta oturmaya karar verdim. Beykoz sahilini oldum olası sevmişimdir. Onu beklediğim için ayrı bir güzel geliyordu bana. Fatih köprüsüne bakıyor, geçen gemileri seyrediyor ve İstanbul'a bir kez daha aşık oluyordum. Hep sorduğum bir sorudur İstanbul kadar sevebileceğim birisini bulup bulamayacağım ancak o gün bulduğumu hissediyordum.

Saat 13:00'a geldiğinde Hünkar'a geçmeye karar verdim. Yıllardan beri çok sevdiğim bir yerdir orası. Hem İstanbul'u doyasıya seyredip hemde düşüncelere kolaylıkla dalabiliyordum. Kimi zaman boğuluyordum düşüncelerin arasında ama bunun önemi yoktu benim için. Hünkar'daki insanlarla da aram çok iyiydi. Bir süre boyunca gitmesem beni arayıp sorarlardı. Özkan abi ve Erkan abi işletir orası ve ikisiyle de aram çok iyidir ve çok severim onları. Böyle olunca da Hünkar Mahfili benim vazgeçilmez durağım halini almıştı.

Kapıdan içeriye girdiğimde selamlaştık ve yeni nargile tütünü var mı diye sordum. Nargileyi hemen alıp almama konusunda kararsızdım bu yüzden hemen söylemedim. Üst kata çıkıp denizi gören bir yere oturdum ve çay söyledim. O an çayı ne kadar sevdiğimi tekrardan hatırladım. O gelene kadar 7 bardak çay içtim. Onun gelme zamanı yaklaştıkça zaman tekrardan yavaşladı. O gelene kadar zaman yavaşlayacaktı ama o geldikten sonra zaman hızlanmaya başlayacaktı. Tabi tüm bu düşünceler onun gelmesi üzerine kurulmuştu ve o gelmezse bir evrenin yıkılmasına şahit olacaktım. O parçalanmanın merkezinde ben olacaktım. ve dünyanın merkezine kadar yuvarlanıp bir daha çıkamayacağımı çok iyi biliyordum. Ben ise bekledim. Zaten beklemek en iyi yaptığım şeydi.




0/Post a Comment/Comments