düş masalları 1, düşünce

Bana aşkın öldürülebileceğini söyleseler inanmazdım. Bana göre aşk ölümsüzdü. Tabi bunlar eski düşüncelerdi ve her düşünce gibi onlar da değişebilirdi ve öyle oldu. Artık aşk tehlikede ve bunun için yapabileceğim hiçbir şey yok. Her şeyi parlak paketlerde satan sistem aşkı paketleyip satmak istiyor. Bunun içinde iki yol var. İlki onu ele geçirmek ki bunu yapamadılar ikincisi ise onu öldürmek.

Onu öldürdükten sonra ona istedikleri elbiseyi giydirip, istedikleri kutunun içine koyabilirler. Aşk sistemin önünde kalan tek engel ve onu yok etmek için saldıracaklardı. Aşksız bir dünya için uğraşacak ve karamsar düşüncemi maruz görün ama başaracaklardı. Evet, bu aşkın ölümle kalım arasında geçen hikâyesi ve bir sonucunun olabileceğini düşünmek bile beni korkutmaya yetiyor çünkü sistem hiç olmadığı kadar güçlü.

...

Adam evinde oturuyor ve düşünüyordu. Aslında düşündüğü şey kafasını duvarlara vurarak kırıp kıramayacağıydı. Zaten bir süre sonra bayılacağını ve duvarlara kafa atmanın hiçbir işe yaramayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden duvarlara yaklaşmadı bile. Odanın içinde amaçsızca da dolaşmadı çünkü dolaşmak zaman geçirmeye yaramıyordu. Zaten zamanın geçmesini de istemiyordu. Sonuçta zaman ileriye hareket ederken değişen bir şey olmuyordu. Nasıl dünü ve bugünü birbirinin aynısı ise yarını da onlara benzeyecekti. Yarının farklı olmak için bir sebebi yoktu.

Her ne kadar düşünmek istemese de geçmişi eski bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. İsimler, yüzler, sesler yoktu. Bunun yerine duygular vardı ve duygular hepsinden daha acıtıcıydı. Sanki sürekli olarak kendi kanının tadına bakıyordu ve insanın kendi kanının tadı her zaman kötüydü. Ancak bunun aksine insan severdi kendine acı çektirmeyi, kanatmayı, yaralarına kızgın bıçaklar saplamayı çünkü insan kendisine başkalarının verdiğinden çok daha fazla zarar verebilirdi.

O ise kendine zarar vermenin doruklarında dolaşıyordu. Nasıl yükseklik arttıkça oksijen azalıyorsa ve oksijen azaldıkça düşünme zorlaşıyorsa insan kendine zarar verdikçe insanın mantıklı düşünmesi azalırdı. Acıyı sevmek diye bir kavram yoktu aslında, kimse acıyı sevmezdi. Ancak acıyla birlikte gelen düşünceler sevilebilirdi. Mesela eski bir sevgilinin gülümsemesi gibi. Onu hatırlamak acı verirdi, can yakar, kırıp parçalardı. Ancak hiçbir şey kalmadığında acı vermesine rağmen o gülümsemeye sarılırdı insan.

O, geçmişinde hangi hatıraya sarıldığı bilmiyordu. Daha doğrusu hangi hatırasına elini uzattıysa yüreğine bir hançer saplanıyor gibiydi. Bu yüzden delik deşik olduğunu hissediyordu. Eğer metaforlar gerçek olsa yerlerin kendi kanı ile kaplandığı konusunda ısrar edebilirdi. Aklından düşünceler geçiyor, aldatılışlarını hatırlıyor ve bu kadar aptal olduğu için kendine kızıyordu. "Nerede yanlış yaptığını" sormuyordu bile çünkü gelecek cevaptan korkuyordu.

İçinde biriken soruların cevaplarını bulamadığı için patlayacağını hissediyordu. Herhalde patlaması için gereken her şey vardı. Sahi insan sıkıntılarından patlar mıydı veya kalbindeki kanamalardan dolayı kan kaybından ölebilir miydi? İnsan kendi gözyaşlarından oluşan gölde boğulabilir miydi mesela. Bu konuları düşünürken o sevgilisinin gülümsemesini idam sehpası haline getirmiş ve başını onun altındaki kütüğe dayamıştı. Tek sorun hiçbir hatırasının cellâdı olmamasıydı.

Cevap almayacağını bildiği halde "neden" diye sordu ve hafif çatallı, güzel ve etkileyici bir kadın sesi "mızmızlanmayı kes" dedi. Sesin nereden geldiğini bilmiyordu. Oturduğu yerden kalktı ve olduğu yerde bir tur döndü, etrafta kimse yoktu. Ne diyeceğini bilmediği için bir tur daha döndü kendi etrafında ve kadın sesi konuşmaya devam etti "Daha kötü günlerinde oldu. Daha büyük acılar da çektin ama hepsi geçti. Neden acı çektiriyorsun kendine."

Ne diyeceğini bilmiyordu hala. Sesin kaynağını bulamıyordu. Dahası o ses sanki zihninin içinden geliyordu. Ne söyleyip ne yapacağını bilmediği halde yine de konuştu ne söylediklerinin bir önemi yoktu "çünkü daha fazla dayanamıyorum." Onun sözlerinin üzerine kadın sesi gülümsedi. Gülümsemesi ironikti ve onu duymak rahatsız etmişti. "Daha fazla dayanamayacağın şey neydi peki senin. Yaşadıkların mı yaşayacakların mı? Gördüklerin mi yoksa göreceklerin mi? Daha hiçbir şey bilmiyorsun. Öğrendiğin iki kelimeyi kullanarak hayatı açıklamayı deniyorsun ama yapamazsın bunu boşuna uğraşma"

Adam dönmeyi bıraktı ve tekrardan koltuğuna oturdu. "Sen kimsin" dedi daha sonra. Konuştuğu sesin kime ait olduğunu anlaması gerekiyordu yoksa yaşadıkları deliliğinin kanıtları listesine birinci sıradan girebilirdi. Derin bir nefes aldı. Daha sonra aldığı nefesi vermeden bir tane daha aldı ve ciğerlerindeki baskının arttığını hissetti. Kendi nefesini ne kadar süre tutarsa bayılacağını düşündüğü sırada gülümsedi ve nefesini verdi "Sanki geçmiş sürekli tekrar ediyor. İsimler, yüzler, sesler değişiyor ama her şey aynı kalıyor."

"Belki bunun sebebi senin değişmemendir. Sen aynı kaldıkça olayların değişmesini bekleyemezsin. Değişmezler, değişim önce sende başlamalı" kadının sesi biraz yumuşamıştı sanki. O başlangıçtaki sertlik azalmıştı. "Kimsin" diye tekrarladı artık kiminle konuştuğunu öğrenmeliydi.

"Ne önemi var ki kim olduğumun, nereden gelip nereye gittiğimin, en çok hangi rengi sevdiğimin. Kocaman bir evren varken ben zihnine hapsedildim. Yoksa isminin ne önemi var ki? Gidemiyor uzaklaşamıyorum. Bunu yapmak istediğimden emin değilim ama gitsem nereye gidebilirim bilmiyorum. Kendini kaybetmek kötüdür, başka birisine dönüşürsün kendini kaybedince. Lanetlendim ben ve koca dünyada senin zihnine hapsedildim" kadının sesinde bir tutam öfke ve bir tutam hüzün vardı. Kelimelerinin özlemle bulandığını düşündü ama garip bir şekilde özlediklerine karşı bir öfke vardı içinde ve bol miktarda karamsarlık. Sanki kaybettiklerini geri kazanamayacakmış gibiydi.

Ayrıca onun zihnine hapis olmak ne demekti bunu bilmiyordu. Hatta o an için merak ettiği tek şeydi ve hızlı bir şekilde "nasıl yani" dedi üç yaşındaki bir çocuğun merakı ile.

"Anlatması zordur bazı şeylerin" dedi kadın. "Anlatabilirsen de anlayamazlar seni. Öyle bir şey işte. Aşkı ele geçirmeye çalıştılar desem ve onlara karşı savaştığımızı eklesem sonra aşkın yara aldığını söylesem ve silinip unutulduğundan bahsetsem. Onunla birlikte bizimde yaralandığımızı söylesem daha sonra. Değiştiğimizden, dönüştüğümüzden bahsetsem. Eskiden kanatlarımız vardı bizim ve şimdi sizin deyiminizle süpürgeye biniyoruz."

Anladığı tek şey onun söylediklerini anlayamayacağı ile alakalıydı ve bu durum kendini kötü hissetmesini sağlamıştı. Kadının söylediği bir kaç kısa cümle aslında hiçbir şeyi açıklamıyordu. Bunun aksine zaten karmaşıklaşmış düşüncelerinin daha fazla karışmasına sebep oluyordu. Öyle bir durumdaydı ki hangi soruyu sorması gerektiğini bilmiyordu. Kısa bir soru seçmeliydi hatta tek kelimelik olmalıydı bu soru. Daha sonra soru sormaktan vazgeçti üç yaşındaki o çocuğun ses tonuna bürünerek "anlamadım" dedi. Sonuçta o an için hissettiği duygu buydu.

Bunun üzerine kadın kısa bir kahkaha attı "tahmin etmiştim ama anlatmam için çok ısrar ettin."

Bir süre boyunca konuşmadılar. Adam kafasını dağıtmak için televizyonu açtı ve rastgele bir kanalı izlemeye başladı. Ekranda nelerin döndüğünü fark etmiyordu bile. Onun için sadece kafasındaki sorular önemliydi ve onlarla uğraştıkça yenileri ortaya çıkıyordu. Bir kaç saat geçti bu şekilde ve adam kalkıp kendine çay demledi. Yanıldığını ve o kadın sesinin gerçek olmadığını düşündüğü sırada kendine demli bir bardak çay doldurmuş ve içmeye başlamıştı.

"Çok sıkıcı" dedi kadın. "İzleyecek başka bir şey bulamadın mı?" "Nasıl yani?" dedi adam ağzında bulunan bir yudum çayı püskürterek. "Evet, gördüğün her şeyi bende görüyorum. Zihninde olduğumu söylemiştim sana ne kadar çabuk unuttun" kadın konuşurken neşeli ve biraz alacı bir ses tonu vardı. Demek ki yaşadıkları bir hayal değildi. Zaten insan neden kafasının içinde yaşayan başka birisini hayal ederdi ki?

Daha sonra adam kanalları değiştirmeye başladı. Daha sonra bir dizide durdular ve beraber dizi izlemeye başladılar. Aslında adam için hepsi fazlasıyla garipti. Ancak o kadar şaşkındı ki yaşadıklarının gariplik ölçüsünü hesaplamaya gücü yetmiyordu. Zihninin içinde başka birisi vardı ve bu pek alışılan bir durum değildi. "Adın ne senin?" diye sorduğunda kadın sustu. "Buldum" dedi daha sonra "senin adın Rima olsun." Aslında düşünce perisi ile konuşuyordu ve bunun farkında bile değildi.

Adam onun nereden geldiğine geldiğine dair sorular sorsa da bunun önemi yoktu. O nasıl olsa cevap vermiyordu. Dahası onun nereden geldiği aslında birçok şeyi açıklayabilirdi ama bunun önemi yoktu. Yoksa isimler, şehirler veya ülkeler bazı zamanlarda anlamsız olurdu. Böyle zamanlarda eğer bunların üzerine düşerse var olan durumu kaçırırdı. İnsanların yaptığı en büyük hatalardan birisiydi aslında bu küçük bir resme bakıp kalmışken büyük resimde neler olduğunu göremezlerdi. Onun insan olmadığını biliyordu. Sürgün edildiğinin de farkındaydı. Bununla birlikte düşündüğü herşeyi bildiğini ve ondan bir şey saklayamayacağını da biliyordu.

Günler geçti daha sonra. Haftalar günleri takip etti. Aslında adam Rima ile iyi anlaşıyordu. Sohbet ediyor dertleşiyorlardı. Her ne kadar kötü olduğunu iddia etse de aslında o kadar kötü değildi. Sanki kırılmış, parçalanmış gibiydi. İnançları yok olmuş gibiydi bu nedenle kendine çok yakın hissediyordu onu. Bir diğer taraftan onun hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışıyordu. Bir keresinde Sonsuz büyüklükteki bir gölün içindeki bir hilal şeklinde bir ayın içinde yaşadığını söylemişti ona ki bunu hayal etmek bile çok güçtü. Anlamaya çalışıyor ama sıklıkla yapamıyordu.

Her şeyden sıkıldığı bir anda onu tekrardan hayata bağlayabilecek tek şey ile karşılaşmıştı. Yalnızlığı azalmıştı belki bitmemişti ama yalnızlık bitmezdi. Ne olursa olsun kiminle olursa olsun devam ederdi o. Bir diğer taraftan onu kurtarmak istiyordu. Her ne kadar halinden mutlu olsa da sonuçta kendi zihninde tutsaktı o ve bunun değişmesi gerekiyordu. Fakat nasıl yapacağını bilmiyor hatta ona izin vermeyeceği için konuşamıyordu bile. Belki konuşmaya gerek yoktu nasıl olsa düşüncelerini okuyabiliyordu ve aklından geçen her şeyi biliyordu.

Onu yaralayan birisi veya bir şey vardı ve onun ne olduğunu bulması gerekiyordu. Daha sonra onu nasıl kurtarabileceğini araştırmalı ve bunun için uğraşmalıydı. Aslında onun düşünce perisi olduğunu bilse birçok değişebilirdi. Hele onun birçok insanın hayatını değiştirdiğini öğrense kendi hayatını değiştirmesini isteyebilirdi. Ancak bunları bilse bile artık gücünün bir ters etkisi olduğunu da öğrenmesi gerekirdi. Ona hayatını değiştirecek bir fikir verebilirdi belki ama bu fikir aynı zamanda hayatını da mahvederdi. Mutlak iyi veya mutlak doğru kalmamıştı artık. Her şey iç içe geçmiş birbiri içinde harmanlanmıştı.

Bir gün Rima'ya bir şey söylemeden günler sonra dışarıya çıktı. Nereye gideceğini bilmiyordu ancak bir masalcı hakkında bir şeyler duymuştu. Eğer onu bulursa neler yapması gerektiğini öğrenebilirdi belki. Bu amaçla evden dışarıya çıktı. Sokakta ilerleyip köşeyi dönecekken siyah bir pelerin giyen bir adamla karşılaştı. Adam karanlık bir köşenin içinde saklanmıştı sanki. Görülmek veya fark edilmek istemiyordu. Adam eliyle onu çağırırcasına bir hareket yaptı. Bu esnada Rima çılgınlar gibi "oraya gitme sakın" diye bağırıyordu. Onun kendine yardım etmesine engel olmak istiyordu ama adam durmadı ve devam etti.

"Bende seni bekliyordum" dedi siyahlar içindeki adam. "Masal dünyasının gerçekle kesiştiği noktalardan birisin sen ve onu kurtarmak için sana ihtiyacım var. Baştan söyleyeyim yolun hiç kolay olmayacak. Düşünce perisini kurtarman gerekiyor bunu yapmak içinde onun yanına gidebilmen gerekiyor ve bunun için hayalden yapılmış bir tekneye ihtiyacın olacak. İlk olarak bu kılıcı al ileride yardımcı olacak sana. Başarılar dilerim." Adam cümlesini bitirdiği zaman geriye doğru bir adım attı ve gölgelerin içinde kayboldu.

Bu esnada adam yeni aldığı kısa kılıcı sıkı bir şekilde tutuyordu. "Söyle bakalım nereye gidiyoruz şimdi?" diye sordu ama Rima cevap vermedi. Onunda kendine ait savaşları olacaktı çünkü hilal şeklindeki evi denize batmaya başlamıştı.

Devam edecek...

0/Post a Comment/Comments