Bana
aşkın öldürülebileceğini söyleseler inanmazdım. Bana göre aşk ölümsüzdü. Tabi
bunlar eski düşüncelerdi ve her düşünce gibi onlar da değişebilirdi ve öyle
oldu. Artık aşk tehlikede ve bunun için yapabileceğim hiçbir şey yok. Her şeyi
parlak paketlerde satan sistem aşkı paketleyip satmak istiyor. Bunun içinde iki
yol var. İlki onu ele geçirmek ki bunu yapamadılar ikincisi ise onu öldürmek.
Onu öldürdükten sonra ona istedikleri elbiseyi giydirip,
istedikleri kutunun içine koyabilirler. Aşk sistemin önünde kalan tek engel ve
onu yok etmek için saldıracaklardı. Aşksız bir dünya için uğraşacak ve karamsar
düşüncemi maruz görün ama başaracaklardı. Evet, bu aşkın ölümle kalım arasında
geçen hikâyesi ve bir sonucunun olabileceğini düşünmek bile beni korkutmaya
yetiyor çünkü sistem hiç olmadığı kadar güçlü.
...
Adam evinde oturuyor ve düşünüyordu. Aslında düşündüğü şey
kafasını duvarlara vurarak kırıp kıramayacağıydı. Zaten bir süre sonra
bayılacağını ve duvarlara kafa atmanın hiçbir işe yaramayacağını çok iyi
biliyordu. Bu yüzden duvarlara yaklaşmadı bile. Odanın içinde amaçsızca da
dolaşmadı çünkü dolaşmak zaman geçirmeye yaramıyordu. Zaten zamanın geçmesini
de istemiyordu. Sonuçta zaman ileriye hareket ederken değişen bir şey
olmuyordu. Nasıl dünü ve bugünü birbirinin aynısı ise yarını da onlara
benzeyecekti. Yarının farklı olmak için bir sebebi yoktu.
Her ne kadar düşünmek istemese de geçmişi eski bir film
şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. İsimler, yüzler, sesler yoktu. Bunun
yerine duygular vardı ve duygular hepsinden daha acıtıcıydı. Sanki sürekli
olarak kendi kanının tadına bakıyordu ve insanın kendi kanının tadı her zaman
kötüydü. Ancak bunun aksine insan severdi kendine acı çektirmeyi, kanatmayı,
yaralarına kızgın bıçaklar saplamayı çünkü insan kendisine başkalarının
verdiğinden çok daha fazla zarar verebilirdi.
O ise kendine zarar vermenin doruklarında dolaşıyordu.
Nasıl yükseklik arttıkça oksijen azalıyorsa ve oksijen azaldıkça düşünme
zorlaşıyorsa insan kendine zarar verdikçe insanın mantıklı düşünmesi azalırdı.
Acıyı sevmek diye bir kavram yoktu aslında, kimse acıyı sevmezdi. Ancak acıyla birlikte gelen düşünceler sevilebilirdi. Mesela eski bir sevgilinin gülümsemesi
gibi. Onu hatırlamak acı verirdi, can yakar, kırıp parçalardı. Ancak hiçbir şey
kalmadığında acı vermesine rağmen o gülümsemeye sarılırdı insan.
O, geçmişinde hangi hatıraya sarıldığı bilmiyordu. Daha
doğrusu hangi hatırasına elini uzattıysa yüreğine bir hançer saplanıyor
gibiydi. Bu yüzden delik deşik olduğunu hissediyordu. Eğer metaforlar gerçek
olsa yerlerin kendi kanı ile kaplandığı konusunda ısrar edebilirdi. Aklından
düşünceler geçiyor, aldatılışlarını hatırlıyor ve bu kadar aptal olduğu için
kendine kızıyordu. "Nerede yanlış yaptığını" sormuyordu bile çünkü
gelecek cevaptan korkuyordu.
İçinde biriken soruların cevaplarını bulamadığı için
patlayacağını hissediyordu. Herhalde patlaması için gereken her şey vardı. Sahi
insan sıkıntılarından patlar mıydı veya kalbindeki kanamalardan dolayı kan
kaybından ölebilir miydi? İnsan kendi gözyaşlarından oluşan gölde boğulabilir
miydi mesela. Bu konuları düşünürken o sevgilisinin gülümsemesini idam sehpası
haline getirmiş ve başını onun altındaki kütüğe dayamıştı. Tek sorun hiçbir
hatırasının cellâdı olmamasıydı.
Cevap almayacağını bildiği halde "neden" diye
sordu ve hafif çatallı, güzel ve etkileyici bir kadın sesi "mızmızlanmayı
kes" dedi. Sesin nereden geldiğini bilmiyordu. Oturduğu yerden kalktı ve
olduğu yerde bir tur döndü, etrafta kimse yoktu. Ne diyeceğini bilmediği için
bir tur daha döndü kendi etrafında ve kadın sesi konuşmaya devam etti
"Daha kötü günlerinde oldu. Daha büyük acılar da çektin ama hepsi geçti.
Neden acı çektiriyorsun kendine."
Ne diyeceğini bilmiyordu hala. Sesin kaynağını bulamıyordu.
Dahası o ses sanki zihninin içinden geliyordu. Ne söyleyip ne yapacağını
bilmediği halde yine de konuştu ne söylediklerinin bir önemi yoktu "çünkü
daha fazla dayanamıyorum." Onun sözlerinin üzerine kadın sesi gülümsedi.
Gülümsemesi ironikti ve onu duymak rahatsız etmişti. "Daha fazla
dayanamayacağın şey neydi peki senin. Yaşadıkların mı yaşayacakların mı?
Gördüklerin mi yoksa göreceklerin mi? Daha hiçbir şey bilmiyorsun. Öğrendiğin
iki kelimeyi kullanarak hayatı açıklamayı deniyorsun ama yapamazsın bunu boşuna
uğraşma"
Adam dönmeyi bıraktı ve tekrardan koltuğuna oturdu.
"Sen kimsin" dedi daha sonra. Konuştuğu sesin kime ait olduğunu
anlaması gerekiyordu yoksa yaşadıkları deliliğinin kanıtları listesine birinci
sıradan girebilirdi. Derin bir nefes aldı. Daha sonra aldığı nefesi vermeden
bir tane daha aldı ve ciğerlerindeki baskının arttığını hissetti. Kendi
nefesini ne kadar süre tutarsa bayılacağını düşündüğü sırada gülümsedi ve
nefesini verdi "Sanki geçmiş sürekli tekrar ediyor. İsimler, yüzler,
sesler değişiyor ama her şey aynı kalıyor."
"Belki bunun sebebi senin değişmemendir. Sen aynı
kaldıkça olayların değişmesini bekleyemezsin. Değişmezler, değişim önce sende başlamalı"
kadının sesi biraz yumuşamıştı sanki. O başlangıçtaki sertlik azalmıştı.
"Kimsin" diye tekrarladı artık kiminle konuştuğunu öğrenmeliydi.
"Ne önemi var ki kim olduğumun, nereden gelip nereye
gittiğimin, en çok hangi rengi sevdiğimin. Kocaman bir evren varken ben zihnine
hapsedildim. Yoksa isminin ne önemi var ki? Gidemiyor uzaklaşamıyorum. Bunu
yapmak istediğimden emin değilim ama gitsem nereye gidebilirim bilmiyorum.
Kendini kaybetmek kötüdür, başka birisine dönüşürsün kendini kaybedince. Lanetlendim
ben ve koca dünyada senin zihnine hapsedildim" kadının sesinde bir tutam
öfke ve bir tutam hüzün vardı. Kelimelerinin özlemle bulandığını düşündü ama
garip bir şekilde özlediklerine karşı bir öfke vardı içinde ve bol miktarda
karamsarlık. Sanki kaybettiklerini geri kazanamayacakmış gibiydi.
Ayrıca onun zihnine hapis olmak ne demekti bunu bilmiyordu.
Hatta o an için merak ettiği tek şeydi ve hızlı bir şekilde "nasıl
yani" dedi üç yaşındaki bir çocuğun merakı ile.
"Anlatması zordur bazı şeylerin" dedi kadın.
"Anlatabilirsen de anlayamazlar seni. Öyle bir şey işte. Aşkı ele
geçirmeye çalıştılar desem ve onlara karşı savaştığımızı eklesem sonra aşkın
yara aldığını söylesem ve silinip unutulduğundan bahsetsem. Onunla birlikte
bizimde yaralandığımızı söylesem daha sonra. Değiştiğimizden, dönüştüğümüzden
bahsetsem. Eskiden kanatlarımız vardı bizim ve şimdi sizin deyiminizle
süpürgeye biniyoruz."
Anladığı tek şey onun söylediklerini anlayamayacağı ile
alakalıydı ve bu durum kendini kötü hissetmesini sağlamıştı. Kadının söylediği
bir kaç kısa cümle aslında hiçbir şeyi açıklamıyordu. Bunun aksine zaten
karmaşıklaşmış düşüncelerinin daha fazla karışmasına sebep oluyordu. Öyle bir
durumdaydı ki hangi soruyu sorması gerektiğini bilmiyordu. Kısa bir soru
seçmeliydi hatta tek kelimelik olmalıydı bu soru. Daha sonra soru sormaktan
vazgeçti üç yaşındaki o çocuğun ses tonuna bürünerek "anlamadım" dedi.
Sonuçta o an için hissettiği duygu buydu.
Bunun üzerine kadın kısa bir kahkaha attı "tahmin
etmiştim ama anlatmam için çok ısrar ettin."
Bir süre boyunca konuşmadılar. Adam kafasını dağıtmak için
televizyonu açtı ve rastgele bir kanalı izlemeye başladı. Ekranda nelerin
döndüğünü fark etmiyordu bile. Onun için sadece kafasındaki sorular önemliydi
ve onlarla uğraştıkça yenileri ortaya çıkıyordu. Bir kaç saat geçti bu şekilde
ve adam kalkıp kendine çay demledi. Yanıldığını ve o kadın sesinin gerçek
olmadığını düşündüğü sırada kendine demli bir bardak çay doldurmuş ve içmeye
başlamıştı.
"Çok sıkıcı" dedi kadın. "İzleyecek başka
bir şey bulamadın mı?" "Nasıl yani?" dedi adam ağzında bulunan
bir yudum çayı püskürterek. "Evet, gördüğün her şeyi bende görüyorum. Zihninde
olduğumu söylemiştim sana ne kadar çabuk unuttun" kadın konuşurken neşeli
ve biraz alacı bir ses tonu vardı. Demek ki yaşadıkları bir hayal değildi.
Zaten insan neden kafasının içinde yaşayan başka birisini hayal ederdi ki?
Daha sonra adam kanalları değiştirmeye başladı. Daha sonra
bir dizide durdular ve beraber dizi izlemeye başladılar. Aslında adam için
hepsi fazlasıyla garipti. Ancak o kadar şaşkındı ki yaşadıklarının gariplik
ölçüsünü hesaplamaya gücü yetmiyordu. Zihninin içinde başka birisi vardı ve bu
pek alışılan bir durum değildi. "Adın ne senin?" diye sorduğunda
kadın sustu. "Buldum" dedi daha sonra "senin adın Rima
olsun." Aslında düşünce perisi ile konuşuyordu ve bunun farkında bile
değildi.
Adam onun nereden geldiğine geldiğine dair sorular sorsa da bunun önemi yoktu. O nasıl olsa cevap vermiyordu. Dahası onun nereden geldiği aslında birçok şeyi açıklayabilirdi ama bunun önemi yoktu. Yoksa isimler, şehirler veya ülkeler bazı zamanlarda anlamsız olurdu. Böyle zamanlarda eğer bunların üzerine düşerse var olan durumu kaçırırdı. İnsanların yaptığı en büyük hatalardan birisiydi aslında bu küçük bir resme bakıp kalmışken büyük resimde neler olduğunu göremezlerdi. Onun insan olmadığını biliyordu. Sürgün edildiğinin de farkındaydı. Bununla birlikte düşündüğü herşeyi bildiğini ve ondan bir şey saklayamayacağını da biliyordu.
Günler geçti daha sonra. Haftalar günleri takip etti.
Aslında adam Rima ile iyi anlaşıyordu. Sohbet ediyor dertleşiyorlardı. Her ne
kadar kötü olduğunu iddia etse de aslında o kadar kötü değildi. Sanki kırılmış,
parçalanmış gibiydi. İnançları yok olmuş gibiydi bu nedenle kendine çok yakın
hissediyordu onu. Bir diğer taraftan onun hakkında daha fazla şey öğrenmeye
çalışıyordu. Bir keresinde Sonsuz büyüklükteki bir gölün içindeki bir hilal
şeklinde bir ayın içinde yaşadığını söylemişti ona ki bunu hayal etmek bile çok
güçtü. Anlamaya çalışıyor ama sıklıkla yapamıyordu.
Her şeyden sıkıldığı bir anda onu tekrardan hayata
bağlayabilecek tek şey ile karşılaşmıştı. Yalnızlığı azalmıştı belki
bitmemişti ama yalnızlık bitmezdi. Ne olursa olsun kiminle olursa olsun devam
ederdi o. Bir diğer taraftan onu kurtarmak istiyordu. Her ne kadar halinden
mutlu olsa da sonuçta kendi zihninde tutsaktı o ve bunun değişmesi gerekiyordu.
Fakat nasıl yapacağını bilmiyor hatta ona izin vermeyeceği için konuşamıyordu
bile. Belki konuşmaya gerek yoktu nasıl olsa düşüncelerini okuyabiliyordu ve
aklından geçen her şeyi biliyordu.
Onu yaralayan birisi veya bir şey vardı ve onun ne olduğunu
bulması gerekiyordu. Daha sonra onu nasıl kurtarabileceğini araştırmalı ve
bunun için uğraşmalıydı. Aslında onun düşünce perisi olduğunu bilse birçok
değişebilirdi. Hele onun birçok insanın hayatını değiştirdiğini öğrense kendi
hayatını değiştirmesini isteyebilirdi. Ancak bunları bilse bile artık gücünün
bir ters etkisi olduğunu da öğrenmesi gerekirdi. Ona hayatını değiştirecek bir
fikir verebilirdi belki ama bu fikir aynı zamanda hayatını da mahvederdi.
Mutlak iyi veya mutlak doğru kalmamıştı artık. Her şey iç içe geçmiş birbiri
içinde harmanlanmıştı.
Bir gün Rima'ya bir şey söylemeden günler sonra dışarıya
çıktı. Nereye gideceğini bilmiyordu ancak bir masalcı hakkında bir şeyler
duymuştu. Eğer onu bulursa neler yapması gerektiğini öğrenebilirdi belki. Bu
amaçla evden dışarıya çıktı. Sokakta ilerleyip köşeyi dönecekken siyah bir
pelerin giyen bir adamla karşılaştı. Adam karanlık bir köşenin içinde
saklanmıştı sanki. Görülmek veya fark edilmek istemiyordu. Adam eliyle onu
çağırırcasına bir hareket yaptı. Bu esnada Rima çılgınlar gibi "oraya
gitme sakın" diye bağırıyordu. Onun kendine yardım etmesine engel olmak
istiyordu ama adam durmadı ve devam etti.
"Bende seni bekliyordum" dedi siyahlar içindeki
adam. "Masal dünyasının gerçekle kesiştiği noktalardan birisin sen ve onu
kurtarmak için sana ihtiyacım var. Baştan söyleyeyim yolun hiç kolay olmayacak.
Düşünce perisini kurtarman gerekiyor bunu yapmak içinde onun yanına gidebilmen
gerekiyor ve bunun için hayalden yapılmış bir tekneye ihtiyacın olacak. İlk
olarak bu kılıcı al ileride yardımcı olacak sana. Başarılar dilerim." Adam
cümlesini bitirdiği zaman geriye doğru bir adım attı ve gölgelerin içinde
kayboldu.
Bu esnada adam yeni aldığı kısa kılıcı sıkı bir şekilde
tutuyordu. "Söyle bakalım nereye gidiyoruz şimdi?" diye sordu ama
Rima cevap vermedi. Onunda kendine ait savaşları olacaktı çünkü hilal
şeklindeki evi denize batmaya başlamıştı.
Devam edecek...