Zaman harabeleri, parçalanmış sokaklar


Zaman harabeleri, mutsuzluğun yolu

Uyumak ile uyanmak arasında farkların olmadığı zamanlar olurdu onun hayatında. Uyanık kalsa yaşadıkları en kötü kâbuslarını utandıracak ölçüde kötüydü. Uyusa, rüya göremezdi. Sonsuz bir boşlukta akıp giderdi zaman. Böyle olduğu zamanlarda ne uyuduğu için huzurlu ne de uyandığı için mutlu olabilirdi. Uyku ile uyanıklık arasındaki farklar sıfıra eşitlenirdi böyle zamanlarda. Bu yüzden tüm matematik işlemleri mantıksızlaşırdı.

Aslında hayat matematik işlemlerinden ibaret olmuştu. Hayatına giren kadınları toplayarak başarısını görebilirdi mesela. Ya da aylık kazancını başka sayılarla çarparak ne kadar değerli olduğunu anlayabilirdi. Ayrıldığı sokakları çıkartabilir ya da sahte bir şekilde parçalanabilirdi. Aslında kimse bilmezdi parçalanmayı. Parçalanmak kolay veya basit değildi. Yüreğinin bir yarısını bırakmaktı parçalanmak. Eksik yaşamaktı, sevdiğin birisi terk ederken senden parçalar almasıydı.

Kimse bilmezdi parçalanmayı. Kristal bir heykele sert bir şekilde vurulması gibiydi parçalanmak. O heykel gibi dağılmaktı parçalanmak ama kimse onu bilmezdi. Kendisi çok parçalandığı için kitabını yazabilirdi. Hangi sevginin hangi parçaları alacağını çok iyi bilirdi mesela. Hangi ayrılıklar kalbin hangi bölümüne nüfus edeceğini anlatabilirdi bu sebepten dolayı. Herhalde var olan tüm ayrılık çeşitlerini tatmıştı. Bu da var olan her şekilde parçalandığı anlamına geliyordu.

Sabah olup yatağından kalktığı sırada kumdan bir heykel gibi bölündüğünü düşündü. Aslında bu betimleme mantıksızdı çünkü daha fazla bölünemeyeceğine inanamıyordu. Bu sebepten dolayı eğer birisi onun hikâyesini yazmış olsaydı yazara fazlasıyla kızardı. Maddenin en küçük halindeydi o ve daha fazla bölünemezdi.

Yatağından kalktıktan sonra elini, yüzünü yıkamadı. Güzel elbiseler de giymedi üzerine. İşinin başlama saatine daha vardı ama hazırlanmaya çalışmadı. Gitmek istemiyordu iş yerine, gitmek istemiyordu eski hayatına. Kaçış yolunu bulmalıydı. O yolu bulsa, nereye gittiğinin hiçbir önemi kalmazdı. Belki bir yol bulur dünyanın merkezine doğru yolculuğa başlardı. Bu düşünce onu gülümsetmişti, hayat eski kitaplardaki gibi değildi.

Kötü duygular grafiğinde bir alt basamağa inmişti. O basamakta yol alırken bir yandan da önceki gün gittiği yeri düşünüyordu. Herhalde otuz saniye kadar kalmıştı orada. O başka bir diyara gittiği sırada bedeni yürümeye devam etmiş ve önündeki arabaya çarpmıştı. Demek ki gidişi tam anlamıyla gerçek değildi. Büyük ihtimalle yaramaz beyninin bir oyunuydu olanlar.

Beyninin o yaramaz bölümü ona oyun oynamayı çok severdi. Bazen karanlıkta yüzler gösterir, bazen ise onu hiçbir yere açılmayan bir kapıdan başka bir diyara davet ederlerdi. Bazen alevler içinde yanan kırmızı gözler görür, bazen ise o gözlerin onu takip ettiğine inanırdı. İş yerinden ayrılmasının sebeplerinden birisi de bunlardı. İş yerinde her yerde o kırmızı gözlerden vardı ve onlardan kaçması gerekiyordu.

Beyni ona bir oyun oynuyordu. Mevcut şartlar altında yapabileceği en mantıklı açıklama buydu. Eğer başka açıklamalara inanırsa bu delirdiği anlamına gelirdi. Beyni ona hep oyun oynardı zaten. Ne zaman birisini sevse bu beyninin oyunlarının suçu olurdu. Herhalde acı çekmesini istiyordu onun. Bu sevgi oyununu o kadar oynamıştı ki ona ne zaman başka birisine benzer duygular hissetmeye kalksa "bu da oyun nasıl olsa," diyerek boş veriyordu.

Sonuçta oyuncu bir beyni vardı ve onunla yaşamaya alışmıştı. Bunun yöntemi de onun gösterdiklerine inanmamaktı. Bu yüzden sevmeyi bırakmıştı. Başka birisine karşı hissettiği tüm duyguları da bir kenara atmıştı. Sevgi, öfke, üzüntü gibi duygular onun lügatında artık yoktu.

Rastgele bir pantolon ve rastgele bir gömlek giydi. Daha sonra elbiselerini rastgele bir ayakkabı ile tamamladı. Evden dışarıya çıkıp her şeyi tekrardan kontrol etmek istiyordu. Belki o diyara tekrar giderdi. Ancak bunu nasıl yapabileceğini bilmiyordu. Önemli de değildi.

Sokakta bir süre boyunca yürüdü, etrafındaki insanları umursamadı. Caddeyi karşıdan karşıya geçerken korna çalan arabaları duymadı bile ve kendini yıkılmış şehrin yakınlarında bulması fazla uzun sürmedi.

Bu sefer etrafına hızlı bir biçimde baktıktan sonra şehre doğru koşmaya başladı. Şehir fazla uzakta değildi ama ona yetişebileceğinden emin değildi. Sanki o şehirde keşfetmesi gereken bir şey vardı ve onu bulmalıydı. Şehre doğru yaklaştığı sırada yıkılmış bir binanın üzerinde oturan yaşlı bir adam gördü. Adamın beyaz saçları uzundu, beyaz sakalları ise göğsüne kadar uzanıyordu. Doktorunun ona verdiği gözlükleri takmadığı için çok detaylı göremedi yaşlı adamı. Ancak ona baktığını biliyordu.

"Hey sen!" diye bağırdığı sırada kendini tekrardan insanlarla dolu olan sokakta buldu. Yürüdüğü mesafeye bakacak olursa yaklaşık bir dakikadır o yıkık şehirde olduğunu anlardı. Ancak bunu umursamadı. O diyara tekrar gitmeli ve onunla tekrar konuşmalıydı.

Bunun için saatler boyunca yürümeye devam etti. Ancak ayakkabılarını aşındırmaktan başka bir işe yaramadı bu yürüme. Saat öğleyi bir hayli geçtiği sırada bir restorana girip yemek yemeye karar verdi. Kahvaltı yapmamıştı, ondan önce akşam yemeği de yememişti. Böyle giderse daha fazla yürüyemezdi bu yüzden yemek yemeliydi.

Sipariş ettiği yemek geldiği ve çatalı ağzına getirdiği sırada kendini tekrardan yıkılmış şehrin yanında buldu. Bu sefer yaşlı adamla konuşmalıydı. Daha hızlı koştu yaşlı adama doğru ve tekrarladı "Hey sen!"

Yaşlı adam ise ona doğru bakmaya devam etti ve üzerinde oturduğu yıkılmış binadan aşağıya atladı. Hiçbir şey söylemeden adama doğru yürümeye başladı daha sonra. Adam ise bu duruma şaşırmıştı "burası neresi?" diye sordu tedirgin bir biçimde.

Yaşlı adam gülümsedi bu sorunun üzerine "Dünyanın sonuna hoş geldin." Dünyanın sonu düşünmesi için oldukça büyük bir olguydu ancak etrafına bakıp şehrin halini gördüğü zaman dünyanın sonunda olduğuna inanabiliyordu. Gözleri bir parça açılmış ve etrafına daha şaşkınlıkla bakar olmuştu. "Herkes öldü mü?" diye sordu aynı şaşkın ve ne olduğunu anlamayan ses tonu içinde.

Yaşlı adam tekrardan gülümsedi "herkes mi? Herkes gitti." "Herkes öldü evet, bu yüzden burası dünyanın sonu.  Bir tek ben kaldım ama aslında bende yokum. Öldüm bende." Etrafındaki bilinmezlik kat sayıları artıyordu adamın. Böyle devam ederse bir süre sonra her şeyden şüphe edebilirdi. Yaşlı adamın nasıl sağ kaldığını sormak istedi ama gereksiz bir soruydu bu. Herkesin nasıl öldüğünü sormak istedi bu sorunun da cevabının önemi yoktu. Dünyanın sonunun neden geldiğini merak etti ama cevaplar anlamsızdı.

"Hangi zamandasın?" dedi tüm soruları bir kenara bırakarak. "Dünya ne zaman yok olacak." Adam güldü tekrardan "sen hangi zamana aitsin bilemem ama çok uzak değil inan bana."

"Peki ya dünya nasıl yok oldu?" diye sorduğunda adam yaşlı adam sağ elini kaldırıp adamı işaret etti. "Onu sen yok ettin. Senin gibiler yok ettiniz. Doğayı koruyacağınıza nükleer silah yaptınız. Bu da yetmedi daha güçlülerini yaptınız ve daha güçlülerini. Ancak hayır, dünya savaş yüzünden yok olmadı."

Yaşlı adam tekrardan yıkılmış binaya oturduğu sırada adam restorana geri dönmüştü. Tabaktaki yemeği bitirmişti ve karnının doyduğunu hissediyordu. Bu sefer daha uzun süre kalmıştı orada. Belki beş belki on dakikayı o diyarda geçirmiş. Gittiği yer gelecek miydi onun yoksa bir gelecek hayalinde mi yol almıştı. Zihninde o kadar çok soru vardı ki cevapları nasıl bulacağını bilmiyordu. Oraya tekrardan gitmeliydi. Nasıl yapacağını bilmiyordu ama oraya ne olursa olsun gitmeliydi. Belki de hep gitmek istediği kimsesiz yer orasıydı.

Resim: Miraccoon

0/Post a Comment/Comments