Yeni dünya, yolculuk




Birkaç saat boyunca devam ettiler yolculuklarına. Lucian hayatı boyunca daha önce hiç ata binmemişti ve oldukça heyecanlı hissediyordu. Hatta hayatı boyunca onun kadar büyük bir at da görmemişti. Yol boyunca fazla konuşmadılar. Lucian ne söyleyeceğini bilmiyordu. Bazen sorular soruyor bazı ağaçların veya hayvanların cinslerini öğrenmek istiyorlardı. Şövalye yakınlardaki bir kasabaya gideceklerini söylemişti. Orayı daha önce duymuştu. Küçük bir kasabaydı ama arada bir yerde olduğu için ticaret oldukça yoğun olurdu orada. Mesela onların köylerine bazı yiyecekler o kasaban gelirdi. Hatırladığı kadarıyla kasabanın ismi “Sonbahar Gazelleri”idi. Ancak bu bilgiyi şövalyeye sorma zahmetine girmedi bile. 

Öğrendiği kadarıyla 8 saate yakın bir yolculuk yapmaları gerekiyordu. Hayatı boyunca hiç köyünden bu kadar uzağa gitmemişti. Zaten küçük bir ambarda hapis hayatı yaşadığı için pek bir yere gittiği bile söylenemezdi. Bu düşünce aklına düştüğünde bir öfke dalgası zihnini kaplamaya başlamıştı. Her geçen gün büyüyen öfkesi yavru bir geyiği görene kadar devam etti. Eğer o geyiği görmese ve “şuna bak ne kadar güzel” demese öfkesi kontrolü ele geçirebilirdi. Ancak bunun yerine “yavaşlayalım biraz onu izlemek istemiyorum” dedi ve şövalye atı durdurdu. Geyik onların varlığından habersiz bir şekilde otlamaya devam ediyordu. Lucian ise şövalye onu gördüğünden beri ilk kez bu kadar çocuksu görünüyordu.

“Onun yanına gidebilir miyim?” diye sorduğunda yüzündeki çocuksu ifade iyice belirginleşmişti. Geyiğin yanına gitmek ve onu sevmek istiyordu belli ki ancak şövalye konuşmaya başladığında heyecanı azaldı ve yüzündeki gülümse biraz küçüldü “ona doğru yaklaşırsan hemen kaçmaya başlar üzgünüm.” “Yine de ben denemek istiyorum” dediği sırada acemi bir çaba ile kendini attan aşağıya attı. Biraz dengesiz bir düşüş olsa da bir süre sonra ayağa kalkmayı başardı ve sessiz adımlarla geyiğe doğru ilerlemeye başladı. Birkaç adım ve sonra birkaç tane daha. Geyiğe biraz daha yaklaşmıştı ki kuru bir dal parçasına bastı ve dalın kırılma sesini duyan geyik koşmaya başladı. O kadar güzeldi ki Lucian onun gibisini görmemişti hiç. Çok güzel ve çok masumdu.

Bu esnada şövalyede onun peşinden attan inmişti. Lucian’ın yanına vardığında elini omuzuna koydu ve “sana söylemiştim” dedi gülümseyen bir ifade ile. “Biliyorum ama onu daha yakından görmek istedim. O kadar güzeldi ki kendimi tutamadım. Belki gitmezdi, kaçmazdı belki” dediği zaman yüzündeki o masum çocuk ifadesi tekrardan ortaya çıkmıştı. “Ben çok yoruldum sanırım. Biraz dinlensek olur mu?” Lucian bu esnada karnının acıkmaya başladığını fark etmişti. Cümlesini bitirdiğinde şövalye onu başıyla onayladı ve atındaki sırt çantalarından bir tanesini indirmeye başladı.

Lucian ise onu seyrediyordu. Çimlerin üzerine bağdaş kurarak oturmuştu. Şövalye çantayı yere koyduktan sonra etraftaki küçük çalıları toplamaya başladı. Daha sonra çakmak taşını kullanarak küçük bir ateş yaktı. Lucian ise yerinden kalkıp ateşin yanına oturdu. Bir süre boyunca konuşmadılar. Şövalye başka bir tavşan yakalamak yerine çantasındaki kurutulmuş etleri ve peksimetleri çıkardı. Birlikte yemeye başladılar daha sonra. Lucian için onlar bile büyük bir ziyafetti. Yıllarca sadece yaşamaya devam edebilmek için yemek yediği için kurutulmuş etler bile onun için ziyafetti. 

Yemekleri bittikten sonra Lucian teşekkür etti ve sessizce oturmaya devam etti. Falco’da konuşmadı hiç, onu seyretmek istiyordu. Biraz geriye oturdu ve Lucian’ı seyretmeye başladı. Ateşe dalıp gitmişti sanki. Başka bir tarafa bakmıyordu, başka hiçbir şey umurunda değildi onun. Kendinden geçmişti, yüzünde öyle bir ifade vardı ki sanki hayatının en mutlu anını yaşıyordu. Şövalye anlam veremiyordu yüzündeki mutluluğa. Bir süre sonra ateşin değişmeye başladığını fark etti. Rüzgar esmemesine rağmen ateş hareket ediyordu. Sanki sözleri bilinmeyen bir şarkıda dans ediyordu alevler.

Bir süre sonra alevden kelebekler gördüğü zaman Lucian ile alakalı soruları cevaplara bir adım daha yaklaştı. Ateş üzerinde benzer şeyleri yapabilen insanları görmüştü daha önce ancak Lucian çok küçüktü. Onların hepsi yıllarca eğitim aldıktan sonra alevler üzerinde kontrol sahibi olabilirdi. Ancak Lucian çok küçük ve kimseden eğitim almamıştı. Hatta köyde yaptıklarını düşündüğü zaman tanıdıklarının hiçbirisi o kadar yetenekli değildi.

Onunla alakalı özel olan bir şey vardı ve bunun ne olduğu bilmiyordu. Sanki onu karşısına tanrısı çıkarmıştı, ona yardım etmesi gerekiyordu. Çocuğa bakıyor ve düşünüyordu ama bir süre sonra düşünmekten vazgeçti. O anlamasa bile bir sebebi vardı her şeyin ve mücadele etmeyi bıraktı.  Nehrin akışına bırakmalıydı kendini.
Güneş gökyüzünün en üst noktasına ulaşmış ve inişine başlamıştı. Hava kararmadan Sonbahar Gazelleri’ne ulaşmak istiyorlarsa yola çıkmalılardı. “Lucian” dediği sırada o sanki çok güzel bir rüyadan uyandırılıyormuşçasına irkildi ve dönüp ona baktı. Sanki o hayalden uyandırıldığı için üzgün ve mutsuzdu. “Hazırsan yolculuğa devam edelim.”

Lucian “tamam” dediği zaman tekrardan ata bindiler ve yolculuklarına devam ettiler. Kasabaya varana kadar bir sürede daha devam etmeleri gerekiyordu. Kasabaya yaklaştıkları zaman ormanın sınırlarından dışarıya çıkmaya başlamışlardı. Önce evler gördüler daha sonra gördükleri evlerin sayıları giderek arttı. Lucian ise evleri gördükçe huzursuzlaşıyordu sanki. Tekrardan insanları görmek ona iyi gelmiyordu belli ki. Şövalye “Merak etme sana bir şey yapmazlar” dediği zaman Lucian başını çevirdi ve “o yüzden endişelenmiyorum” dedi. “İnsanları sevmiyorum ben, onları görmek huzur bozucu.”

Kasabanın sınırına vardıklarında Lucian biraz daha sıkı tutunmaya başlamıştı. Yanlarından geçen insanlara kötü bir şekilde bakıyor ve yüzünde onlardan nefret ettiğini gösteren bir ifade oluşuyordu. Kasaba gördükleri kadarı ile iki katlı binalardan oluşmuştu. Bazı binalar oldukça eskiydi ama yenileri de gözden kaçmıyordu. Kasaba göze çok hoş gelen bir yapıya sahip değildi ancak kendine özgü bir güzelliği vardı. Binaların hepsinin birbirine benzemesi bir bütünlük oluşturuyordu. Bahçelerde bolca bulunan çiçekler ise kasabaya bir güzellik katıyordu. İnsanlar da köyündekilere benzemiyorlardı. Birçoğu gülümsüyor, birbirleri ile şakalaşıyor ve eğleniyorlardı.

Kendi köyünde hiç böyle olmazdı. Herkes mutsuzdu orada, kimse birbirini sevmez Lucian’dan ise nefret ederdi. İnsanların yüzündeki gülümsemeyi gördüğü zaman onlara olan nefreti azaldı. Gülümseyebilen birisi kötü olamazdı sonuçta. Şövalyeyi gören bazı insanlar ona selam veriyordu. O ise selamlarına karşılık veriyordu. Belli ki daha önce oraya gitmişti. Bir süre daha devam ettikten sonra büyükçe bir binanın önüne geldiler. Bina iki katlıydı ama büyüklüğü diğer binaların üç veya dört katı kadardı. Önce şövalye attan indi ve Lucian’ın inmesine yardımcı oldu. Daha sonra ahıra doğru ilerlemeye başladılar. At ise onları takip ediyordu ki bu Lucian’ı oldukça şaşırtmıştı. Atı ahıra bağladıktan sonra Lucian’a doğru dönüp “hadi içeriye geçelim” dedi. Güneş batmaya başlamış, gökyüzü puslu bir kızıla bulanmıştı.

Binadan içeriye girdikleri zaman Lucian’ın tahmin ettiği gibi büyükçe bir handaydılar. İçeride birçok masa vardı ve bu masaların neredeyse yarısı doluydu. İçeriye doğru yürüdükleri sırada genç bir kız karşılarına çıktı. 15 veya 16 yaşında olmalıydı kız. Kızıl saçlarını başının arkasından toplamıştı. Parlak yeşil rengindeki gözleri ise dikkati üzerine çekiyordu. “Hoş geldiniz” dedi “bu taraftan lütfen.”

Birlikte kızı takip ettiler ve kız onları bir masaya götürdü. Masaya oturdukları zaman şövalye yemek istediklerini söyledi. Kız oldukça neşeliydi, etrafa gülücükler dağıtıyordu. Şövalye bu konuyu fazla önemsemedi ancak Lucian kıza oldukça uzun bir süre boyunca baktı. Kız uzaklaştığında şövalyeye döndü ve bir süre boyunca bakıştılar. Daha sonra şövalye konuşmaya başladı “burası güzel bir handır, rahat ederiz. Hem bu arada güzel yemekler yeriz ve dinleniriz. Sonra devam ederiz. Nasıl olsa yetişecek bir yerimiz yok.”
Lucian gülümsemeye çalışırken başıyla onayladı onu. Onu dinlemek istiyordu ama dikkati başka bir yöne kaymıştı çoktan. Hanın ortasında bir adam elinde gitarıyla şarkı söylüyordu. Anlattığı şarkı büyük felakete aitti ve tam iyiyle kötünün savaşması bölümündeydi. Lucian bu şarkıyı iyi biliyordu aslında. Şarkı iki tarafın savaşmasını anlatıyordu. Sonra on yıllarca süren savaş bir sonuca bağlanmayınca tanrılar da cepheye inmişti. Savaşta yaşanan kahramanlıkları anlattığı sırada durdu ve herkese teşekkür etti. Handaki insanların bir bölümü onu alkışlarken bir bölümü ise devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Ancak ozan onları dinlemedi. Gülümser bir şekilde masanın üzerinde duran şapkasını alıp başına geçirdi ve üst kata çıktı.

Bu esnada kız istedikleri yemekleri getirmişti. Yemekleri masaya koyarken Lucian şaşırmış bir şekilde onu seyrediyordu. Daha sonra kız uzaklaşırken tekrardan onu takip etmeye başlamıştı. Bu durumu fark eden şövalye dayanamadı ve “bir şey mi oldu?” diye sordu. Lucian ise yüzündeki üzgün ifade ile ona doğru döndü “bir şey olmadı aslında. Sadece onu tanıdığım birine benzettim” dedi.

Şövalye isterse anlatabileceğini söylediğinde ise ifadesiz bir tondan konuşmaya başladı “benim yanımda bir tek o vardı. Başka kimsem yoktu benim ve bu yüzden onu öldürdüler. Aldılar onu ellerimden” Soruları cevaplarını bulmaya bir adım daha yaklaşmıştı ancak Lucian’ı daha fazla zorlamak istemedi. “Hadi yemeklerimizi yiyelim” dediği sırada Lucian çoktan büyük bir pirzolayı yemeye başlamıştı. Onun bu hareketindeki çocuksuzluk ve yağlanan ağzı şövalyenin gülümsemesini sağladı. Birlikte yemeklerini yediler. Yemek bittikten sonra kız tekrardan gelip tabakları götürdü. Lucian ise bu sefer onu takip etmedi ama yüzünde hafif bir hüzün vardı. Fazla konuşmadılar bu süre içerisinde. İkisi de ne söylemeleri gerektiğini bilmiyordu bu yüzden sessizlik onlar için oldukça güzel bir sığınaktı. Arada şövalye içecekleri bitti zaman yenisini sipariş ediyordu. Garson kız ise aynı gülümseme ve mutluluk ile bardaklarını getiriyor ve gidiyordu. Bir süre önce ondan bakışlarını alamayan Lucian ise kız bakmıyordu bile. Sanki o benzerlik tamamen kaybolup gitmişti. En son siparişi getirdiği zaman şövalye yemeğin ne kadar olduğunu sordu ve kızın söylediğinden biraz daha fazlasını verdi. Kız bundan oldukça mutlu olmuşçasına teşekkür etti ve Lucian’a dönüp tekrardan gülümsedi. Lucian ise o esnada kıza bakmadığı için bu güzel gülümsemeyi görmedi. Görseydi de ne yapacağını bilmiyordu aslında.

Masadan kalkıp merdivenlerden yukarıya doğru çıktılar. Odalarında iki tane yatak vardı ve Lucian duvar tarafında olanı seçti. Pencereye yakın olmak istemiyordu. Pencereye yakın olmak onun için güvensizlik demekti. Şövalye zırhını çıkartırken Lucian başını yastığa koymuş ve uykuya dalmıştı. Onun bu kadar hızlı uyumasını yorulmuş olmasına bağladı şövalye ve yatağına uzanıp onu seyretmeye başladı. Acaba neydi onun gerçek hikayesi?

0/Post a Comment/Comments