Yeni dünya, küçük hayaller

Yeni dünya

Aslında Lucian gece boyunca güzel bir uyku çekememişti. Sık sık uyanmış ve kendi etrafında dönmüştü. Ne gördüğünü hatırlamasa da kâbuslar gördüğünü biliyordu. Uykusunun sekteye uğramasının en temel sebebiydi gördüğü kâbuslar. Etrafına baktığı zaman şövalyeyi nöbet tutarken görüyordu. Önce mezar kazmaya başlamış daha sonra etrafa saçılan cesetleri o çukurlara gömmüştü. Daha sonra cesetler için dua etmeye başlamış ve ruhları için af dilemişti. Lucian için anlamsızdı bu ayin. Onlar kötüydü ve böyle bir saygıyı hak etmiyorlardı. Ancak şövalye aynı fikirde değildi ve onları önemsemişti.

Lucian anlamamıştı neden böyle yaptığını. Onlar ölmüştü sonuçta. Zaten dünyada kötü olup ona acı çektirdikleri için onlar da acı çekmeyi hak ediyorlardı. Gömülmek onlar için bir lütuftu. Daha fazla acı çekmeliydi onlar. Hele kötü insanlar kolaylıkla ölümün merhametli kollarına kavuşurken onun hala yaşıyor olması ona rahatsızlık veriyordu. “Neden yaşıyordu ki o halde, neden şövalye onu kurtarmıştı” gibi soruları takip eden yüzlerce başka soru doldu zihnine. Sonra biraz uyudu ve tekrar uyandı. Tekrar uyandığında şövalye gömme işini bitirmiş ve bir meşe ağacına yaslanmıştı. Onunla konuşmak istemesine rağmen rahatsız etmek istemediği için sustu. Bir süre sonra uykuya yenik düştü ve kendini başka bir kâbusun içinde buldu.


Yıllarca yaşadığı ambarın içindeydi o. Fareler yine etrafında dolaşıyor ve ona eşlik ediyordu. Zaten farelerden başka kimsesi yoktu. Her ne kadar onu yemeye çalışsalar da yine yalnızlıktan daha iyiydi onların dostluğu. Hava soğuktu, dışarıda neredeyse onun boyunda kar vardı. O ise üzerindeki ince giysiler yüzünden üşüyordu. Nereden bulduğunu hatırlamadığı bir çakmak taşını kullanarak ateş yakmayı başarmıştı. Ancak ateşe atacak bir odunu olmadığı için onu canlı tutmak oldukça zordu. 

12 yaşında olmalıydı. Ailesi onu evden kovalı fazla uzun zaman olmamıştı. O zamanlar hala ailesi ona yiyecek veriyordu. Elbette ona verdikleri yiyecekler bahçedeki köpeğe verdikleri ile aynıydı ama bunu sorun yapmıyordu. Hava o kadar soğuktu ki ateş bile yanmakta zorluk çekiyordu. Rüzgâr ambarın tahtaları arasından esiyor ve kemiklerinin derinliklerine kadar üşümesini sağlıyordu. Öleceğini düşünüyordu sıklıkla. O zamanlar bile ölüm ona güzel geliyordu.

Aradan biraz zaman geçip gözleri kapanmaya başladığı sırada garip bir duygu hissetmişti. Sanki birisi onun adını sayıklıyordu ama etrafında kimse yoktu. Birisi onunla konuşmaya çalışıyordu sanki. Sanki o birisi ateşin güçlenmesini sağlamıştı. Hatta o kadar güçlenmişti ateş neredeyse ambarın çatısı alev alacaktı. Bunun nasıl olduğunu anlamadı ama. O gece ateşin ısısıyla değil bir dostun sıcaklığıyla ısındı. Kimsesi olmayan birisi için o dost vazgeçilmezdi.


Uyandığı zaman sabah olmuştu. Uykusuz geçen bir gecenin yorgunluğunu üzerinde hissediyordu. Kuşların cıvıltıları her yerde yankılanıyordu. Onlar için neşeli bir gün olmalıydı. Ormanın iç taraflarına baktığı zaman uzaklarda dolaşan geyikleri görebiliyor ve onların güzelliklerine hayran kalıyordu. Gökyüzünde fazla bulut yoktu ki bulutsuz bir gökyüzünün onun için anlamsızdı. Şövalye ise ateşin kenarında yemek pişiriyordu. Karnından gelen gurultular ona ne kadar acıktığını hatırlattığı sırada hızlı bir biçimde ayağa kalktı. Bu sefer hareket edince canı fazla yanmamıştı ki bu onun için oldukça güzel bir gelişmeydi. Şövalyenin yanına yaklaştığı sırada “günaydın” dedi.

Aynı şekilde karşılık verdiğinde şövalye Lucian hemen onun yanına oturdu. Tekrardan tavşan pişiriyordu ve tavşan oldukça lezzetliydi.  Aslında güzel bir gündü. Geride bıraktığı hayatından sadece bedenindeki morluklar kalmıştı ve bu rahatlamasını sağladı. Şövalye “daha iyi misin?” diye sorduğunda başını sallayarak onayladı sözcükleri. “Senin sayende çok daha iyiyim” dediği sırada şövalye onun gözlerinde daha önce görmediği mavi bir ışığı gördüğüne yemin edebilirdi.

“Önemli değil” dediğinde şövalye, Lucian “senin gibi insanların yok olduğunu düşünürdüm hep. Büyük felaket sırasında hepinizin bu dünyayı terk ettiğine inanmıştım. Yanıldığımı bilmek gerçekten çok güzel” diyerek devam etti konuşmasına. Şövalye ona doğru daha detaylı baktı ve onun büyük felaket hakkında neler bildiğini merak etti. İnsanların genelde fazla bilgisi olmazdı o konuda. “Merak etme benim gibi insanlar hala var belki sayıları azaldı ama yok olmadılar. Zaten büyük felaket her şeyin sonu değildi. Aslında hiçbir şey bitmedi” dediği zaman Lucian gülümsedi ona bakarak. “Ancak dünya yerle bir oldu. O kadar büyük bir savaş varmış ki o savaşa katılan herkes birkaç dakika sonra ölüyormuş. Hatta öyleymiş ki ölüm her yeri kaplamış ve savaşın uzağında olanlar bile sırayla ölüyormuş. Kötülüğün iyiliği yok etmek için savaştığını okumuştum daha önce ancak iyilik de kötülüğü yok etmeye çalışıyordu ve sonra dünya parçalara bölündü” şövalyeye bilgili olduğunu göstermek istiyordu aslında. Onun gözünde küçük bir çocuk gibi görünmek istemiyordu.

Şövalye ise onun anlattıklarını dikkatle dinlemiş ve anlattıklarından çok fazlasını bildiğini fark etmişti. Konuşurken kelime seçiyordu belli ki. Yaşından daha büyük cümlelerle konuştuğu belliydi onun ve anlatırken yüzündeki ifadesizlik bütün olanlara tarafsız kaldığını gösteriyordu. “Ancak kötülük kazanacak sonunda çünkü iyi olduğunu düşünenler aslında kötü. Aslında hepsi acımasız hepsi vahşi. Kötülüğün kazanması için savaşmasına gerek yok aslında elbette bir gün her bedeni ele geçirecek. Benim gibi başkaları da var demiştin ama daha ne kadar var olacaklar. Kaç nesil daha dayanabilecek iyilik” bu sözleri söylerken ise ateşin derinliklerine dalmıştı. Geçmişini düşündüğü çok belliydi. Onun yaşadıklarını yaşayan birisinin iyiliğe inanmaması çok normaldi. Ancak şövalye ona iyiliği gösterebileceğini düşündü. İyiliği görürse eğer fikirleri değişebilirdi.

“Merak etme sen iyilik asla yok olmayacaktır. Zordur bizim yolumuz ve kötü daha kolaydır ancak iyi her zaman kazanır.” Şövalye konuşurken uzun bıyıklarıyla oynuyordu düşünceli bir şekilde. Bir eliyle ateşin üzerindeki tavşanları çevirirken diğeri ile kılıcının kabzasını tutuyordu. Bir süre boyunca konuşmadılar Lucian kendini daha fazla ortaya çıkarmak istemedi şövalye ise onu zorlamak niyetinde değildi. Tavşanlar piştikten sonra ikisi de yemeklerini yedi, konuşmadılar. Yemek bittikten sonra Lucian teşekkür ettiğini söyledi şövalye ise onun sözlerine karşılık önemli olmadığını söyledi.

Bir süre sonra Lucian “hep ben anlattım biraz da seni dinlemek istiyorum” dedi ve şövalye anlatmaya başladı “Adımın Falco olduğunu söylemiştim zaten. Bir beyaz kurt şövalyesiyim.” Lucian beyaz kurt kelimesini duyunca bildiğini göstermek için başını salladı. Ancak yine de hikâyesini dinlemek istiyordu. “Beyaz kurtlar sınırlarda görevlidir hep. Şövalyeliğe bağlıdırlar. Hatta merkez yozlaştığı için şövalyeliği onlar ayakta tutarlar. Birçoğu resmi olarak şövalye değildir. Merkezden sürgün edilirler ve daha sonra uzak diyarlara giderler. Onların bazıları bu sürgünü kabul edemez ve ayrılır. Beyaz kurtlar o ayrılanlardır” konuşmasını sonlandırmaya yakın zırhının sol omuzundaki kurt işlemesini gösterdi gururlu bir şekilde.

Lucian “Peki ya neden sürgün edildin Falco?” diye sorduğunda şövalye gülümsedi bu çocuk fazla meraklıydı. Bir an için durdu Falco, bir süre için geçmişini düşündü ve kederli bir tondan konuşmaya başladı “Bir köyde isyan çıkmıştı. Halk artan vergilere karşı isyan ediyordu. Birliğimle beraber oraya gittik, görevimiz isyanı bastırmaktı. Karşımızda sadece bir grup köylü vardı ama liderimiz silahlarımızı çekmemizi emretti. Korkunç bir görüntüydü. Bir gurup masum köylü karşımızdaydı ve silahlarımızı çekmiştik. Daha sonra liderimiz ele başlarını öldürmemizi emretti. Ben hareket etmedim, edemedim. İnsanların karşımda kılıcçtan geçirilmesini izledim. Küçük bir çocuğun boğazının kesilişini gördüm ben. O gün 27 insan öldü. Sonra şövalyelerin karşısına geçtim ve durmalarını söyledim. Beni dinlemediler ve onlarla savaştım. Sonra yargılandım ve sürgün edildim. Zırhımdaki işaretlerini söküp attım ve yerine bu kurdu işlettirdim.” Şövalye anlatırken geçmişe gitmişti ve konuşurken yumruklarını sıkıyordu. Sanki öfkesi tekrardan karşısına çıkmıştı ve bedenini ele geçiriyordu. 

Onu o şekilde gören Lucian biraz geriledi ve şaşkın gözlerle Falco’ya baktı. Yaptıklarını fark eden Falco ise ayağa kalkıp “iyi hissediyorsan gitmemiz iyi olur” dedi. “Ağaç köklerinde uyumak pek rahat değil.” Lucian başıyla onayladığı zaman şövalye eşyalarını toplamaya ve atının üstüne yerleştirmeye başladı. Lucian ise onu seyrediyordu. Karşısındaki şövalye normal birisi değildi ve ondan öğrenecek çok şeyi vardı.

Falco’nun yardımıyla ata bindikten sonra ilerlemeye başladılar. Lucian “nereye gidiyoruz” diye sorduğunda Falco “kim bilir” diyerek cevapladı kahkaha ile karışık bir tonda. Sürgün edilmiş bir şövalyenin yanındaydı artık ve onun yanında hiç olmadığı kadar güvende hissediyordu.

Resim: Jason Engle



0/Post a Comment/Comments