Öğlen vaktiydi. Güneş ışınları
siyah gökyüzünü geçip yeryüzüne ulaşamıyordu. Uzun zamandır kimse siyah
bulutların arkasını görememişti. Kimse gökyüzünün neye benzediğini
hatırlatamıyordu. İnsanlar sahte güneşler yaratmıştı sokakları aydınlatabilmek
için. Güneşin ne olduğunu bilemeyenler için anlamı yoktu ama bu ışıkların. Onun
ısısını hiçbir zaman öğrenememişlerdi. Hele güneşin canlandırma gücüne hiç
tanıklık etmemişlerdi. Evet, çiçek müzelerde bulunuyordu artık.
Öğle saatinde olmasına rağmen
sokaklar boştu. Sokakların boş olmasının sebebi ise insanların çok katlı
binalarda yaşamasıydı. Binalar o kadar büyüktü ki sokaklara inmek bir zaman
kaybıydı. Bu yüzden fazla dolaşan olmazdı sokaklarda. Uçan arabalar binaların
içine park edilir, otobüs durakları bazı binaların 70. katında olurdu.
Sokaklara inmenin bir anlamı yoktu. Oralarda sadece yüksek binalarda yaşamaya
gücü yetmeyenler kalırdı. Onlarda saklanırdı hep, görünmek istemezlerdi.
Kimsesiz sokaklardan bir
tanesinde ki sahte güneşlerin ışığı oraları aydınlatmaya yetmezdi adamın biri
tüm gücü ile koşuyordu. Arkasından onunla birlikte koşan birkaç kişi daha
vardı. Hepsinin yüzünde büyük bir öfke vardı. Adamı takip edenlerin ellerinde
silahları vardı ve ona durmasını söylüyorlardı. Ancak adam durduğu vakit
olacakları önceden bildiği için koşmaya bir an olsun ara vermiyordu. Sürekli hareket
ediyordu bu yüzden. Bir kurşunun hedefine girmek niyetinde değildi.
Arkasından ateş edilen bir
kuşun hemen yanağının yanından geçti. Onun rüzgarını hissetti yüzünde. Daha
sonra üç el daha silah sesi duyuldu. Ateş eğilmeye başladığında eğilmeye ve zıplamaya
başlamıştı. Kurşunlardan kaçmak kolay değildi ama şimdiye kadar başarmıştı bunu
sadece birkaç sıyrık alarak. Yere park etmiş eski bir arabanın üzerinden
atlarken daha hızlı olması gerektiğini düşündü ama daha hızlı olabilmenin bir
yolunu bilmiyordu.
Koşmaya devam ederken çok eski
bir binanın yangın merdiveninin sarkıtılmış olduğunu gördü ve tırmanmaya
başladı. Onu takip edeceklerini hatta o tırmanırken aşağıdan ateş edeceklerini
biliyordu. Bu yüzden basamakları atlayarak çıktı hep. Kurşunlar demir basamaklara
çarpıp sekiyordu. Binanın en üst katlarına yaklaştığında arkasından gelenlerin
ayakları metal basamaklara çarpmaya başlamıştı.
En üst kata vardığında hızlı
bir şekilde etrafına bakıp ne yapacağını düşündü. Binanın kapısından girip
aşağıya doğru inmeyi düşünebilirdi ama onu takip edenlerden birisinin binanın
dış kapısında beklediğinden emindi. Çatının kenarına doğru gelip etrafına doğru
baktı ayak sesleri yaklaştığı sırada. Yirminci katta olmalıydı yani aşağıya
atlamanın bir mantığı yoktu. Daha sonra daha alçakta olan bir bina daha gördü
adamlar en üst kata ulaştıkları sırada.
Arkasına doğru baktı ve onların
geldiğini gördü. Düşünmek için vakti yoktu ve ileriye doğru zıpladı. O zıpladığı
sırada kurşunlar yolculuklarına başlamıştı. Ancak hiçbiri ona isabet etmedi. Ayakları
diğer binanın üstüne değdiği sırada yuvarlanmaya başladı. Birkaç takla attıktan
sonra ayağa kalkmakta zorlandı. Bu sebepten dolayı bir süre boyunca dizlerinin üzerinde
yürüdü. Ayağa kalktığı zaman acıyan kemiklerini umursamadan koşmaya başladı ve
başka bir binanın üzerine atladı. Bu şekilde takip edilmesi daha güç olsa da
onun peşini bırakmayacaklarını çok iyi biliyordu. O binanın yangın merdivenin
olduğunu görünce yüzünde büyük bir gülümseme belirdi ve kısa bir kahkaha attı.
Hızlı bir şekilde merdivenlerden aşağıya indi ve tekrardan sokakta koşmaya
başladı. Nereye giderse gitsin takip edileceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden
yerdeki kanalizasyon kapağını kaldırdı ve içeriye atladı.
Kanalizasyonun içindeki pisli suya
düştüğü zaman sert bir zemine düşmediği için kendini şanslı hissetti ve suyun
içinde koşmaya başladı. Yolunun nereye çıkacağını veya bir sonraki anda nelerle
karşılaşacağını bilmiyordu ama hayata öylesine tutunmuştu ki ondan vazgeçmek
istemiyordu. Bu yüzden karanlıkta koşmaya devam etti. Şanslıydı ki karanlıkta
görmesini sağlayan lenslerini takmıştı.
Aylardır kaçıyordu. Günlerdir uyumamış,
haftalardır düzgün bir yemek yememişti. Neden kaçtığını bilmiyordu aslında. Suç
olarak nitelendirilebilen eylemlerden hiçbirini yapmamıştı. Sadece karşısındaydı
sistemin, onu sevmiyordu ve insanlara sistemin kötü olduğunu anlatıyordu.
Arkadaşlarından birisi ile yaptığı bir konuşma dinlemeye takılmıştı büyük
ihtimalle. Bu yüzden arkadaşı öldürülmüş ve onun peşine düşmüşlerdi. Her yerde
kameralarla birlikte mikrofonlarda koyulduğu için sistemden gizli bir iş yapmak
mümkün değildi ne kadar dikkat edilirse edilsin. Zaten bu sebeple sistem her
şeyi kontrol edebiliyordu.
Adam kanalizasyonun içinde
yürürken izini kaybettirdiğini düşünmeye başladı. Peşinden gelen kimse yoktu
ama yine de durmadı. Kasları yorgunluktan seğirmesine rağmen dinlenmedi hiç.
Eninde sonunda bulacaklardı onu. Yürümeye devam ederken duvara tutunmaya başladı
her şey çok zor geliyordu ona. Bu esnada hayatını nasıl devam ettirebileceğini
düşündü. Daha ne kadar kaçabilirdi ki. Sistemin izni olmadan şehirden kaçamazdı
zaten tüm dünya sisteme aitti. Her yerde aranıyordu o.
Biraz daha ilerledikten sonra
sol tarafında bir kapı gördü. Tekrardan yüzündeki endişe ifadesi yerini büyük
bir gülümsemeye bıraktı. Kapıyı hızlı biçimde açtı ve hemen içeriye girdi.
İçeriye girdikten sonra kapıyı kapattı hemen çünkü hala takip edildiğini
düşünüyordu. İleriye doğru biraz daha yürüdükten sonra içerisi aydınlandı ve
duvarlardaki kabartmaları gördü. Hayatı boyunca böyle bir şey görmemişti. Daha
sonra resimlerle karşılaştı ki o resimleri eski bir çocuk masalı sanırdı.
Biraz daha devam ettikten sonra
duvarlarda kapılar görmeye başladı. Daha sonra görebildiği en uç noktaya kadar
her yerde kapılar olduğunu fark etti. Her kapı bir diğerinden farklıydı. Kimisi
metalden yapılmıştı kimisi ise ahşaptan. Ancak her metal ve her ahşap veya her
beton da bir diğerinden farklıydı. Ayrıca kapıların üzerlerinde anlamadığı bir
dilde bir yazı yazıyordu. Onların ne oldukları merak ederek dolaştı aralarında.
Bu kapıların birisinden geçmesi gerekiyordu ama hangisi olduğunu bilmiyordu.
Kapıların üzerindeki yazıları,
işlemeleri inceledi. Daha sonra ahşap bir kapının önünde durdu. O kadar güzeldi
kapı hayatı boyunca onun kadar güzel bir şey görmediğini düşündü. İçindeki bir
ses o kapıyı seçmesi gerektiğini söylüyordu ve o sesi dinlemeye karar verip
kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı ama sorun değildi onun için karanlık ve bir
adım attı.
Kapının içinden geçtikten sonra
kendini yemyeşil bir tepenin üzerinde buldu. Hayatı boyunca bu kadar fazla çim
görmemişti. Hele bu kadar fazla ağacın var olabileceğine bile inanmamıştı.
Büyük bir şaşkınlık içerisinde buldu kendini. Hele çimenlerin arasındaki
çiçekler onu hayrete düşürmüştü. Nasıl bir yere gelmiş olabilirdi. Hava o kadar
temizdi ki bir süre sonra başının dönmeye başladığını fark etti. Mavi bir
gökyüzü görüyordu ki mavi gökyüzünü anlatan masallar uzun zaman önce
unutulmuştu. Herhalde “bir rüyadayım” dedi kendine ve sırtını bir ağaca
yaslayıp gözlerini kapattı.
Gözlerini tekrardan açtığında
hava yeni aydınlanıyordu. Uyku yorgunluğunu üzerinden atmak uzun sürmüştü. En
sonunda ayağa kalktı ve yürümeye başladı. O kadar güzeldi ki her şey gördüğü
tüm rüyaların çirkin olduğunu düşündü bir an. Yerdeki bir çiçeği alıp kokladı
daha sonra ağır adımlarla yürüdü. Var olmayan bir yerdeydi sanki etrafındaki her
şeye yabancıydı. Gördüğü her yeni ağaç, her yeni kuş hatta her yeni kelebek
şaşkınlığının daha da artmasını sağlıyordu ki onun geldiği yerde kelebekler
yoktu.
Biraz daha ilerledikten sonra
tepenin aşağısında masmavi parlayan denizi gördü. Onun geldiği yerde deniz
siyahtı. Büyülenmiş gibiydi, sanki ayakları yere değmeden yürüyordu. Yürüyüşünü
hızlandırdı bu sebepten dolayı. Denize bir an önce ulaşmak istiyordu. Yürürken yerde
büyükçe bir kâğıt yığını gördü. Eskiden gazete diyorlardı ona. Eğilip aldığında
yazıların hiçbirini okuyamadığını fark etti. Daha sonra sayfanın üst kısmında
gözü bir şeye takıldı ve gözleri sonuna kadar açıldı. Bir süre nefes almadı, ne
yapacağını bilemiyordu. 17.03.1357yazıyordu sayfada. 1357 yılına gelmişti 3579
yılından.
Bildiği kadarıyla zamanda
yolculuk yapmak mümkün değildi. Mümkün olsa bile kendisinin yapabileceğine
ihtimal dahi vermiyordu. Önce bir yere oturup düşünmek istedi daha sonra bu
düşünceden vazgeçti. Nerede olduğunu anlamıydı. Bunun için de sahile gitmek
güzel bir fikirdi.
Sahile vardığında deniz
kokusunu içine çekti. Bu kokuyu hiçbir zaman bilmemişti o. Onun zamanın da denizler
kokmazdı. Denizin üzerinde uçan beyaz kuşları seyretti daha sonra. Farklı bir
duygu vardı üzerinde, daha önce hiç hissetmediği bir mutluluktu belki. En güzel
tarafı ise takip edilebilme ihtimalinin olmamasıydı. Kanalizasyondaki o kapıdan
geçseler bile hangi kapıyı seçtiğini bilemeyeceklerdi. Özgür hissediyordu
kendini ve her şeyin çok uzağındaydı artık.
Gözlerini kapattı ve dalgaları
dinledi. Hayatı boyunca hiç bu kadar mutlu, bu kadar rahat hissetmemişti. Biraz
daha zaman geçti ve biraz daha bir anda bir ağlama sesi duyduğunu sandı. Etrafında
baktığında kumların üzerine oturmuş uzun siyah saçlı bir kız gördü. O kadar
güzeldi ki dünyanın en güzel tablosuna bakıyordu. Ve onun ağlaması nedense
üzmüştü onu. Yanına gidip konuşmak istedi. Gözyaşlarının sebebini merak
ediyordu. Bu yüzden ayağa kalktı ve
kızın yanına doğru yürüdü.
Onun yanına vardığında “merhaba”
dedi “bir sorun mu var.” Kız başını kaldırıp adama doğru baktı, onu tanımaya
çalıştı. Daha sonra yüzünde anlam veremeyen bir ifade belirdi ve bir şeyler
söyledi. Adam onun söylediklerini anlamadı ama “söylediklerini anlamıyorum ama
ben” dediğinde kız başka bir şeyler daha söyledi. Birbirini anlayamayan iki
insan karşı karşıyaydı ve adam kıza yardım etmeye çalışıyordu.
Söyledikleri anlaşılamayınca
mimiklerini ve beden dilini kullanmaya çabaladı ve daha sonra güldü. O gülünce
kız da güldü ve bir şeyler daha söyledi. Onun söyledikleri tanıdık geliyordu.
Eski bir lisana aitti kelimeleri ve onların bir kısmını biliyordu adam. Eliyle
kendisini işaret ederek “ben”in karşılığı olan kelimeyi söyledi ve kızı işaret
ederek “sen”in. Daha sonra “sorun” kelimesine yakın bir kelime hatırladığında
ellerini iki yana açarak “ne” demeye çalıştı. Adam konuştuğunda kızın yüzündeki
gülümseme biraz daha büyüdü ve bir şeyler daha söyledi.
“Ben çok az konuşabiliyorum” demeye
çabaladı adam ama bunun yerin” konuşabilmek az ben” dedi. Kız anladığını
söyleyince birbirlerine baktılar bir süre boyunca. Adam tekrardan sorunun ne
olduğunu sordu ve bu sefer kız da beden dilini kullanmaya başladı. “Her şey”
derken etrafını gösterdi daha sonra “üzerime geliyor” derken ellerini kendine
doğru kapatıp açtı. “Dayanamıyorum daha fazla” dediğinde gözünden bir damla yaş
düştü.
Adam kızın bu halini gördüğünde
üzüldü, onun için bir şeyler yapması gerekiyordu. “Her ne olduysa” demeye
çabaladı daha sonra ise “geçer” dedi. “Kural” dedi “geçeceğini bilmek” kafasını
işaret ettiği sırada. Daha sonra kız “ama geçmiyor, kurtulamıyorum” dediği
sırada adam üçüncü kelimeyi anlamadı ama kızın mimiklerinden sonuçlara ulaştı.
Elini kızın elinin üzerine koydu ve kendisini işaret etti “ben varım” dediği
sırada. Daha sonra eliyle etrafını gösterip “düşünme” dedi parmaklarını
dışarıya doğru açarken.
Daha sonra kız adama doğru
baktı. Konuşamıyorlardı bile ama ilk kez anlaşıldığını hissetmişti. Kelimelerden
bağımsız bir duyguydu bu ve gülümsedi.
Ve aşk kelimelerin ötesinde bir
dünyaya ulaşmaktı.
Not: adam kendi romanından o
kadar sıkılmış ve bunalmıştı ki kaçmak ve bir daha geri dönmemek istedi çünkü
onun romanında mutluluk yoktu. Bu yüzden başka bir romana geçmeye karar verdi. Öyle
bir romana geçti ki bildiği, inandığı her şey tamamen farklıydı. Bu sayede hayatını
yeniden yaşama şansına sahip oldu. Onun romanı kızın romanı ile birlikte
yazılmaya başladı. Aynı konuyu anlatan farklı cümleler yazıldı sayfalara.
Resim: Anry