Adam bir duvarım önünde duruyordu. Kızgındı ve
duvarı yumrukluyordu. Kızgınlığı hiçbir şeyden ötürü değildi. Sadece özgür olma
isteği yüzünden öfkeliydi. Cam duvarların arasında kapana kısılmış
hissediyordu. Buradan ayrılmayı, özgürlüğü o kadar istiyordu ki bunu herhangi
bir kelime ile anlatabilmek mümkün değildi. Ayrılabilmek için çok uğraşmıştı.
Kimse neler yaptığını bilemezdi, kimse anlayamazdı.
Durmaksızın duvarı yumrukluyor ve parçalanan
ellerinden akan kanıyla duvarı boyuyordu. Dışarı çıkmadıkça içini kemiren o
kadar büyük bir güç vardı ki acı hissetmiyordu. Öfkesi belki kedisine belki onu
bu şehre hapsedenlereydi. Hayatının tamamında başka bir yer olabileceğine
inanmıştı ve şimdi o inanç her zamankinden daha hayal geliyordu.
Onu bu düşüncelerden başka hayata bağlayan bir şey
yoktu. Ne evi, ne ailesi, ne de umursayacak kimsesi yoktu. Eğer bu duvarın arka
tarafına geçemezse yaşamasının bir amacı kalmayacaktı. Duvarı yumruklamayı
bıraktığında titreyen parmaklarına baktı. Parmaklarını bir süre boyunca hareket
ettirmeye çalıştıktan sonra kaç kemiğinin kırılmış olabileceğini düşündü.
Sağ elinin parmaklarını az da olsa hareket
ettirebildiğini fark ettiğinde yere eğilip bir taş aramaya başladı. Sol
dirseğini yere dayayıp ondan destek alırken sağ eli ile etrafı araştırıyordu.
Biraz daha araştırdıktan sonra aramayı bıraktı ve yere bağdaş kurarak oturdu.
Derin bir nefes alıp gözlerini kapatırken düşünmemeye çabalıyordu.
Kısa süren dinlenme molasının ardından aramaya devam
etti ve fazla sürmeden avucuna tam olarak oturabilecek sivri bir taş buldu.
Ayağa kalktı ve kan izlerinin olduğu duvara döndü.
Sol elini duvara dayadı ve sağ eliyle vurmaya başladı. Tekrar ve tekrar vurdu. Kol
kaslarındaki sızlama ağrıya dönüşene kadar durmadı. Kolundaki ağrı arttıkça
darbeleri güçsüzleşiyordu.
Artık daha fazla devam edemeyeceğini düşündüğü
sırada küçük bir çatlağın oluştuğunu fark etti. O an hissettiği mutluluğu tarif
etmek imkânsızdı. Gözlerindeki yaşı sildikten sonra taşı iki eliyle kavradı ve
çatlağa darbeler indirmeye devam etti. O vurdukça çatlak giderek büyüdü. Çatlak
büyüdükçe daha sert vurdu ve ilk parça arkaya düştü.
İl parça düştükten sonra taşı yere bıraktı ve
elleriyle kırığı genişletmeye başladı. En sonunda kendisinin geçebileceği bir
yer açtığında diğer tarafa ilk adımını attı. Geçerken duvarın keskin parçaları
tenini kesti ama bunu hiç umursamadı.
Diğer tarafa geçtiğinde büyük bir çimenlikteydi ve
ileriye doğru durmaksızın koşmaya başladı. Ne kadar olduğunu bilmediği bir süre
boyunca devam etti. Nefes nefese kaldığı sırada bir uçurumun eşiğine kadar
gelmişti. Aşağıya baktığında hiçbir şey göremedi sadece beyaz bir karanlık
vardı. Orada neler olabileceğini düşünürken hayatı gözlerinin önünden geçti. O
geçmişini düşünürken zihninde bir el belirdi ve tüm hatıraları uzaklara
fırlattı. Tekrardan aşağıya doğru bakıp gülümsedi ve aşağıya atladı.
Aşağıya doğru düşerken rüzgâr tenine çarpıyordu.
Hiçbir şeyi göremediği için büyük bir korku vardı içinde. Rüzgâr tenini keskin
bir bıçak gibi okşarken o kadar fazla tarifsiz duygu içindeydi ki herhangi
birini kelimelere dökemezdi. Rüzgâr ellerindeki yaraların daha fazla acımasını
sağlamıştı ama umursamadı. Aşağıda bir şey gördüğünü sandığı sırada çığlık
atarak uyandı.
…
Yatağının üzerinde aceleyle doğrulduğunda nefes alış
verişi oldukça hızlıydı. Bir süre boyunca hiçbir şey yapmadan oturup zihninin
boşalmasını bekledi. Bu esnada rüyasını parçalara ayırmakla meşguldü. Son
zamanlarda hemen her gece çığlıklarla uyanıyordu. Gördüğü her kâbus neredeyse
aynıydı. Sadece rüyasının son bölümü değişiyordu. Kimi zaman düşüyor, kimi
zaman ise gizli bir kapıdan geçiyordu. Hep ulaşamadan önce uyanıyor ve karanlık
tarafta neler olduğunu bilemiyordu ama öğrenmek için her şeyini verebilirdi.
Soluk alış verişleri normale döndüğünde yavaşça
ayağa kalktı. Perdesi çekili camlarında içeriye hafifçe güneş ışığı giriyordu.
Işığın miktarına baktığında sabahın erken saatleri olduğunu anlamıştı. Bu da
gece fazla uyumadığını gösteriyordu. Kaç zamandır düzgün uyuyamıyordu. Uykuları
hep kâbuslarla bölünüyor ve o çığlıklar atarak uyanıyordu. Duvara tutunarak
yürürken hala kendine gelememişti. Bu süreci hızlandırmanın tek yolu banyoya
gidip başını soğuk suya sokmaktı.
Soğuk su kısa saçlarından yüzüne doğru akarken
hiçbir şey hissetmedi. Hemen her gün aynı ritüeli tekrarlıyordu. Kollarındaki
kıllar dikleşirken hiçbir şeyi düşünmemeye çabalardı. Başından yüzüne doğru
yayılan soğukluk onun uyumasını engelliyordu ama unutmasına yardımcı
olamıyordu. Gözlerinin önünde tek bir görüntü vardı. Uyanmadan önce gördüğü
kâbusun son sahnesi aklından bir türü çıkmıyordu. Banyodan çıkarken “O
karanlığa gömülmek istiyorum” dedi kısık bir sesle.
Banyodan çıktıktan sonra karnındaki sızıyı
dinleyerek mutfağa doğru ilerledi. Yemek yemesindeki tek sebep o sızıyı
dindirmekti. Geçen akşamdan kalma birkaç kurabiye yedi. Daha fazla oyalanmak
istemiyordu. Yemek yemek boşunaydı. Zaten son zamanlarda oldukça zayıflamıştı.
Zaten açlık düşünmeyi engellemeseydi yemek çok anlamsızlaşırdı.
Mutfaktan ayrıldıktan sonra koridorda ilerlemeye
devam etti. Çalışma odasının yanından
geçerken bütün o tamamlanmamış resimlere baktı. Ressam olmayı kendisi
seçmişti. Kendini bildi bileli hep güzellikler
üretmek için yaşamıştı. Zamanında başladığı her resmi bitirirdi. Onları
çocukları gibi görür, yarım kaldıkları zaman acı çekerdi. Oysa aylardır tek bir
resmi bile bitirememişti. Çocuklarının acı çektiğini düşünmek bile ıstırabı
için yeterliydi. Yapmaya çalıştığı her resim farklı dünyaları anlatmak isterken
o büyük bir karanlıkla karşı karşıya geliyor ve her resmi rüyaları ile aynı
hazin sonu paylaşıyordu.
Resimlerle dolu olan odasının giriş kapısının önünde
durmuş ve bir süre boyunca kıpırdayamamıştı. Ona bir şeyler oluyor ve hayatı
baştan sona değişiyordu. Oturma odasına doğru ilerlerken aklındaki tek şey asla
son bulmayan rüyalarıydı. Gördüğü her rüyayı yazmıştı ve sürekli olarak onları
inceliyordu. Şu anda tek yapmak istediği şey ise aklında kalanları yazmaktı.
Oturma odasına girdiğinde kütüphanelere sığmayan
kitap yığınları karşıladı onu. Kitaplar duvarın kenarında duran masasının yanından
başlıyor ve tüm odaya yayılıyordu. Kitap yığınlarının arasında hareket etmek
her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Kitap yığınlarının arasında her yana
saçılmış parşömenler vardı. Duvarlarda ise tüm birikimlerini kullanarak aldığı
resimler asılmıştı.
Bunların hepsi birbiri ile alakalıydı. Hepsi öte
dünyaları anlatıyordu. Bir kısmı başka dünyaların varlığından bahsederken bir
kısmı ise o dünyalara geçmenin mümkün olduğunu anlatıyordu. Araştırmalarından
öğrendiği kadarıyla o dünyalara gitmeyi deneyen insanlar olmuştu. Odada bulunan
tüm kitaplar, resimler, notlar ise o dünyalara geçmeyi deneyenlere aitti. O da
uzaklaşmak istiyordu ama nasıl olacağını henüz bulamamıştı.
Tekrardan sayfaların arasına gömülmek için hazır
olmadığını düşünüyordu önceki gecenin bütün araştırmaları zihninin duvarlarına
çarpıp dururken. Biraz dışarıya çıkıp zihnini dinlendirmeye karar verdi böyle
bir şey mümkünse.
Evden çıkıp şehre doğru yürürken aklında sadece
buradan gitme istediği vardı. Aslında şehir onun bildiği tek yerdi, onun
dünyasıydı. Gidecek başka bir yeri yoktu. Nedense tanrılar böyle garip bir
dünya yaratmıştı. Sokaktaki insanlarla karşılaşınca başıyla selam verip
geçiyordu. Onların hiçbiri başka bir dünya hayal etmiyordu. Kimisi ressam,
kimisi müzisyen, kimisi ise yazardı. Belki de bozulmuştu o. Aynı ondan
öncekiler gibi çıldırmış ve akıl sağlığını kaybetmişti. Eğer başka bir dünya
varsa ve oraya gidiş mümkün ise mutlaka bir yerlerde yazmalıydı. Şimdiye kadar
mutlaka bir yolunu bulmuş olmalıydı.
Arayışını birileri ile paylaşmayı denemişti ama
hepsi onunla dalga geçmişti. Okuduğu kitaplardan bir cümle aklından hiç
çıkmıyordu. “herkes beni deli zannediyor. Ben bile bir türlü kendimden emin
olamıyorum” diye yazmıştı ondan asırlar önce yaşamış bir müzisyen. İşin garip
kısmı ise o yazıyı yazdıktan sonra ortadan kaybolmasıydı aynı bu yolda yürüyen
diğerleri gibi.
Biraz ilerledikten sonra eve dönmeye karar verdi ve
dönüş yolunda fırına uğrayıp kahvaltı için sıcak ekmek aldı. Uzun zamandır
kendine pek dikkat etmiyordu ve böyle giderse hastalanacaktı. Şu dönemde en az
istediği şey hasta olmaktı. Bu yüzden diğer günlerin aksine kahvaltı yapmaya
karar verdi. Evlerin önünden geçerken müzik sesleri duyuyor ve herkesin sanatçı
olduğu bir dünyada yaşamanın ne kadar harika olduğunu hatırlıyordu.
Dışarıda yürümek onu ne kadar rahatlatıyorsa evine
yaklaşmak aynı oranda canını sıkıyordu. Attığı her adımda aklına okuması
gereken kitaplar, araştırması gereken yazıtlar geliyordu. Onlarda boynunu biraz
daha büküyor ve adımlarını biraz daha yavaşlatıyordu.
Tek şehirli küçük ve sıkıcı bir dünyada yaşıyordu.
Bir ucundan bir ucuna yürümek en fazla birkaç gün sürerdi. O şehirdeki herkesi
tanıyordu. Yalnız kalmak istediği zaman yapabileceği tek şey şehrin dışına
çıkmaktı ama şehrin dışında onun gibi başkaları olurdu her zaman. Sınırları vardı
bu dünyanın. Daha ileriye gitmesini engellerdi hep.
O sınırların ötesinin olduğuna inanıyordu. Bu
araştırmaya yıllarını ayırmış ve geçmişte benzer araştırmaları yapan başka
insanların olduğunu öğrenmişti. Hepsi oldukça gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu
ve onlardan bir daha haber alınamamıştı. Evine dönerken aklında hep bu
düşünceler vardı. Araştırmaya ne kadar tutkuyla bağlanmış olsa da içindeki bir
ses evine geri dönememesi gerektiğini söylüyordu. O sese göre her an
vazgeçebilirdi. Bu şekilde adımları sürekli olarak yavaşlıyordu.
Yine de evine gitti. Attığı her adımda yükselen iç
seslerini umursamayarak gitti hem de. Evden çıkarken kapatmadığı kapısından
geçip çalışma odasına geçti. Açık kapıdan içeriye girmiş kedilere dokunmadı
bile. Onlar sıklıkla gelir ve giderlerdi. Çalışma odasının kapısını kapattı ve
masasına geçti.
Masasını kaplamış notlara sıra ile bakarak işine
yaramayanları bir kenara kaldırdı. Kâğıtların birçoğu safsatalarla doluydu.
Hayatının onları okuyarak geçmesi aslında boşuna yaşadığını söylüyordu ona.
Masasını yeteri kadar boşalttıktan sonra şehrin haritasını alıp boylu boyunca
açtı. Haritanın üzerine keşfettiği her şeyi not almıştı. Ondan önce bu
araştırmaları yapanların izledikleri yolları işaretlemiş ve ortaklıklar
aramıştı.
İki tane ortak yer vardı. Birisi şehrin sınırına
yakın diğeri ise daha ortalardaydı. İşin garip kısmı sınıra yakın olan noktaya
ulaşıp kaybolanlar da vardı ama bir bölümü devam edip diğer noktada
kaybolmuştu. Diğer noktaya giden kimse geri gelmemişti. Aslında bir sonraki
aşama basitti. İnsanların kayboldukları yerlere gidecek ve neler olduğunu
öğrenecekti. Bir diğer taraftan ise hazırlıksız gitmek onu korkutuyordu.
Araştırmalarının bu kadar uzun sürmesinin sebeplerinden biri de hazırlıklı
olmaya çalışmasıydı.
Yola çıkma zamanı yaklaşıyordu. Yanına haritayı
aldı. Keskin sayılabilecek bir hançeri kemerine yerleştirdi. Gerekli olabilecek
diğer eşyaları da çantasına doldurdu ve dış kapıya doğru yürüdü. Ya o da
kaybolacak ya da sorularının cevaplarına ulaşacaktı. Her iki ihtimalde de
arkasında kimseyi bırakmıyor olması kararını kolaylaştırıyordu.
Evden çıktıktan sonra ahırına gitti. Beyaz atına
binmeden önce bir süre boyunca başını sevdi. Onunla fazla ilgilenemediği için
suçlu hissediyordu kendini. Nasıl her şeyi bıraktıysa atıyla ilgilenmeyi de
bırakmıştı. Bu yüzden onu sevmesi biraz uzun sürmüştü. Hayatında kalan tek
dostu o attı sonuçta.
Atın sırtına bindiğinde tekrardan ait hissetmişti
kendini. İlerledikçe yüzüne çarpan rüzgar içindeki sesleri bir parça olsun
bastırabiliyordu. Şehrin biraz dışında terk edilmiş bir yere gidecekti ki oraya
ulaşması iki veya üç saatini alırdı.
Oraya pek kimse gitmezdi çünkü orada görmeye değer
hiçbir şey yoktu. Kurak topraklarda hiçbir şey yetişmezdi. Bu yüzden kimse
oraya gitmek istemezdi. Belki yalız kalmak için gidilebilecek tek yerdi orası.
Yol boyunca aklındaki sorular hiç azalmamıştı. O
insanlar ya kaybolmamışsa da başlarına başka bir şey gelmişse, ya eski
masallarda anlatıldığı gibi orada devasa bir yaratık varsa ve bu yüzden
ölenlerin cesetleri bile bulunamıyorsa ya da şehir kimsenin onu terk etmesini
istemiyorsa ve gitmeye kalkanları öldürüyorsa neler olabileceğini sürekli
soruyordu kendine.
Yolun yarısına geldiğinde aklındaki seslerin sayısı
artmıştı. Seslerin bir kısmı ona boşuna uğraştığını söylerken bir kısmı ise
boşuna yaşadığını tekrarlıyordu. İçindeki seslerden bazıları yalnızlığının sorumlusu
olarak onu görüyordu. Bu suçlamalar bazen kaldıramayacağı kadar ağır oluyordu.
Atı biraz dinlensin diye onu bağladığı ağacın dibine otururken aklından hep bu
düşünceler geçiyordu. Ancak onun başka bir seçeneği yoktu. Hayat hep onu
fikrini bile sormadan sürüklemişti.
Artık çorak topraklardaydı ve gideceği yere az
kalmıştı. Buranı havası bile insana gelme, git diyordu. Buraya gelene kadar
geri dönmeyi çok düşünmüştü aslında. Geri döndüğü zaman bulabileceği bir hayatı
olsaydı belki çoktan dönmüştü. Ancak artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu onun.
Eski, yarısı yıkılmış bir lahitin önüne geldiğinde
durdu ve atından indi. Belki geri dönemezse bile atını bağlamayı bir an için
bile düşünmedi. Şimdiye kadar karşılaştığı bütün ipuçları burayı gösteriyordu.
Lahite baktıkça içini büyük bir korku kaplıyordu. Yine de çantasından meşaleyi
çıkarıp yaktı. Atının başını son bir kez okşadıktan sonra yüzünde çarpık bir
gülümseme belirdi ve ileriye doğru bir adım attı.
“Her yolculuk attığın o ilk adımla başlar” yazıyordu
okuduğu eski bir metinde. Onun yolculuğu da asıl şimdi başlamıştı. Bir kısmı
yıkılmış kapıdan içeriye doğru girerken içeriye son bir kez hayranlıkla baktı. İçeride
ağır, yoğun bir koku hâkimdi. Bu koku onun genzini yakıyor, onu öksürmeye
zorluyordu. Öyle ki ona git diyordu bu yıllanmış küf kokusu.
Ancak o dönmedi ve yürümeye devam etti. Kapıdan
içeriye sızan gün ışığı geride kaldıkça etrafını meşalesinin rüzgarda
dalgalanan ışığı aydınlatıyordu. Örümcek ağları ile kaplı duvarlar kırmızı bir
renge bürünmüştü.
Aslında içerisi oldukça büyüktü. Ana koridor birçok
odaya açılıyordu. İlerlerken yıkılmamış odalara göz atıyor ve yoluna devam
ediyordu. Koridorun sonuna geldiğinde aşağıya inen bir merdiven gördü ve zifiri
bir karanlığa doğru ilerlemeye başladı.
Merdivenlerden indiğinde benzer bir koridorda
bulmuştu kendini. Buradaki duvarlar daha fazla yıkılmıştı. Odaların büyük bir
bölümü de yıkılmıştı. Yıkılmayanların ise kapıları açılmıyordu. Yıkılmayan
duvarların üzerinde daha fazla işleme vardı. Güneş ve ay desenleri her duvarda
rahatlıkla görülebiliyordu. Ayrıca bilmediği bir dilde yazılmış yazılar her
yeri kaplamıştı.
Koridorda yürümeye devam etti ve başka bir merdiven
gördü. Merdivenlerden aşağıya indiğinde daha büyük bir odadaydı. Burada hiçbir
bölme yoktu. Sadece çeşitli yerlerde sunaklar vardı ki burasının dini bir yer
olduğunu gösteriyordu. Hava biraz daha soğumuş, onu üşütmeye başlamıştı. Ayrıca
burada çok güçlü bir hava akımı vardı. Meşalesi zorlukla yanıyordu. Biraz daha
ilerledi genişçe odada. Oda o kadar büyüktü ki meşalesinin ışığı yan duvarları
aydınlatmaya yetmiyordu.
İleride bir merdiven daha gördüğünde bir alt kata
inmesi gerektiğini anlamıştı. Buranın garipliği hiçbir şeyin yıkılmamış hatta
tozlanmamış olmasıydı. Merdivenlerden inerken bu garip ironiyi düşünüyordu.
Merdivenlerin yarısına geldiğinde bir ayak sesi
duyduğunu sandı. Kemerinden hançerini çıkarıp boşta olan eline aldı. Meşaleyi
yukarıya doğru tutup merdivenlerden aşağıya geriye doğru inmeye başladı.
Parmakları hançerinin kabzasını sıkıca kavramıştı. Kalbi daha hızlı atmaya
başlamıştı ve soluğunu sessizleştirmeye çalışıyordu. Tedirgindi ve attığı her
adımda ona bir şeyin saldırmasını bekliyordu.
Merdivenler bittiğinde sırtını duvara dayayıp
meşaleyi etrafında hızlıca gezdirdi. Oldukça ufak bir odadaydı ve yerde yerdeki
metal bir kapağın haricinde başka bir şey yoktu. Temkinli adımlarla kapağa
doğru ilerlediğinde onun kilitli olduğunu gördü.
Kilidin ne olduğunu bilmiyordu. Duyduğu ayak sesini
önem sıralamasında gerilere atıp hançerinin kabzası ile kapağa vurmaya başladı.
Başarılı olamayınca hançerinin ucunu saplayabileceği bir yer aradı ama onu da
bulamadı. O kilidi açabilecek bir şey bulmalıydı ve odayı araştırmaya başladı
temkini asla bırakmadan.
Odanın tamamını gezmesi pek zamanını almamıştı ve
hiçbir şey bulamamıştı. Bir anda yoğun bir bıkkınlık kapladı onu ve bağdaş
kurup yere oturdu. Önünde tek bir engel kalmıştı ve onu geçemiyordu. Başını
yere doğru eğdi ve bekledi.
O şekilde ne kadar kaldığının farkında değildi.
Ancak omuzunu kavrayan bir el onu kendine getirdi. Hızlı bir şekilde ayağa
sıçrayıp hançeri sapladı. Onun kim olduğunu, ne olduğu umursamadan savurduğu
hançer kaburga kemiklerine çarptı. Kemikleri kısık bir kırılma sesi ile
parçalayan metal yolculuğuna devam etti. Hiçbir direniş ile karşılaşmadan
ilerledi hançer. Hançerin yolculuğu kabzanın tene değmesiyle sonlamıştı. Sıcak
bir sıvı elinin etrafını kaplamaya başlamıştı bu sırada. Ancak bu onun için
yeterli değildi. Tekrar ve tekrar sapladı hançeri. Ta ki karşısındaki beden cansızlaşıp
yere sertçe düşene kadar. Kanın kokusu artık odanın tamamını kaplamıştı.
Parmakları
yapış yapıştı. Sıçradığı sırada yere düşürdüğü meşaleyi tekrardan aldı. Kırmızı
bir sıvı sağ kolunu kaplamıştı ve aynı sıvı cesetten yere yayılıyordu. Yerdeki
kan ince bir oluktan kapağa doğru akmaya başladı. Kan yolculuğuna yavaşça devam
ederken o cesedin yüzüne bakamayacak kadar suçlu hissediyordu kendini. Bu
yüzden sadece kanın ilerlemesini seyretti. Kan kapağın yanına geldiğinde
mekanik bir ses duydu ve kapak hafifçe yukarıya doğru kalktı.
Ayağa kalkıp kapağı açarak aşağıya baktı.
Beyazlıktan başka hiçbir şey görememişti ve bir an bile düşünmeden aşağıya
atladı.
Düşüyordu ve düşerken rüzgar hızlı bir biçimde
yüzüne çarpıyordu. Başta bembeyaz olan etrafı bir süre sonra açılmıştı ve çok
aşağıda mavi bir yer görmüştü.
O kadar hızlıydı ki rüzgar o kadar hızlı çarpıyordu
ki göz kapaklarını kapatamıyordu. Teni acıyor, nefes almakta zorlanıyor ve
kocaman mavi yer daha fazla yaklaşıyordu. Bir anda içini çok büyük bir korku
kapladı. Büyük bir suçluluk duygusu bu korkuya eşlik etti aşağıdaki mavi ve
yeşil yere bakarken. Ne yapacağını bilemiyordu ve çığlık atarak uyandı.