Güneşin batmaya yaklaştığı bir
Eylül günüydü. Gökyüzü kızıl bir tona bürünmüş teperlerin ardında kaybolmaya
hazırlanan güneş alev renginde parıldıyordu. Birçok insan evlerine dönmeye
çalıştıkları sırada durmuş ve güneşin batışını seyretmişti. Genellikle o kadar
güzel bir görüntü olmazdı. Şehrin kirlettiği hava puslaştırırdı her şeyi. Ancak
birkaç saat önce yağan yağmur gökyüzündeki tüm kiri yere indirmişti ve o anda
gökyüzüne bakanlar uzun zamandır görmedikleri kadar güzel bir görüntü ile
karşılaşmışlardı.
Herkes büyük bir heyecanla
gökyüzünün muhteşem büyüsünü seyrederken tek bir kişi gökyüzüne bakmıyordu.
Başını yere doğru eğip etrafını seyrediyordu. Gökyüzünde onun için hiçbir şey
yoktu. Bulutlarla veya renklerle ilgilenmezdi. Gün batımı veya gün doğumunun da
bir anlamı yoktu onun için. O hep yere bakardı. Yerden yukarıda görmek istediği
bir şey yoktu onun. Bu yüzden başını hiç kaldırmadan insanların arasından
yürümeye devam etti. Birçok kişi onu fark etmedi bile. Onu fark etmemelerini
umursamadı ama.
Etrafında tanıdığı kimse yoktu.
Tanıdığı kimse olmamasından da mutluydu. Birisini görse mesela onun yüzüne
bakması gerekirdi. Toplumun kuralları bunu gerektirirdi. Ancak insanların
yüzüne bakmayı sevmezdi. Anlamsızdı çünkü insanların yüzü. Sahteydi hatta yalancı
gülümsemelerle doluydu. Sahtelikten de yalanlardan sıkıldığı gibi sıkılmıştı. İnsanların
yüzüne bakmak ile mimikleri değişebilen bir kuklaya bakmak arasında hiçbir fark
yoktu. Hatta kuklalar daha sahiciydi insanlardan. En azından yapılma amaçları
belliydi. Üzün görünümlü bir kukla mutlu olmaya çabalamazdı. Kimse ondan mutlu
olmasını beklemezdi. Ancak insanlar mutlu görünmek için o kadar çabalarlardı ki
üzüntü kavramı anlamını yitirmişti.
Zaten kimseyi görememek için
başka bir şehre taşınmıştı. Kaldığı eski şehir uygun değildi ona. Güneş doğru
açıyla düşmüyordu. Işığın bir yere doğru açı ile düşmesi gerekirdi. Bu yüzden
sadece belirli saatlerde dışarıya çıkardı. Sadece belirli saatlerde ve belirli
hava koşullarında dışarıda olurdu. Öbür türlü şehri anlayamazdı. Şehri
anlayamadığında da bomboş olurdu hayatı.
Doğru ışık altında gölge en
belirgin hale gelirdi. Doğru ışık altında gölge ona bakmayı bilenlere her şeyi anlatırdı.
Bu yüzden hiçbir zaman yukarıya bakmazdı. Hep gölgeleri incelerdi. Duyabilirdi
gölgelerin anlattığı hikâyeleri. Sahte gülümsemeleri olmazdı gölgelerin veya
yalan gözyaşları. Sadece doğruyu söylerdi onlar. Bu yüzden insanlara değil
gölgelerine bakardı.
Gölgelerle vakit geçirmek çok
daha güzeldi. Sahiciydiler, güzel dinlerlerdi ve onlara her zaman
güvenebilirdin. Hiçbir gölge katil olmamıştır mesela ve hiçbir gölge yüreğini
çalmamıştır. Güneşin son ışıkları kaybolduğu sırada evine doğru yürüyordu.
Dışarıda doğru ışık kaybolmuştu ve evi olmak istediği tek yerdi.
Eve vardığında salona doğru
yürüdü. Hep oturduğu koltuğun arkasındaki bir mumu yaktı ve duvarda gölgeler
oluştu. Daha sonra biraz daha ilerledi ve pencerenin yanındaki başka bir mumu
daha yaktı. Gölgelerin sayısı arttı bu şekilde. Koltuğunda oturduğunda
karşısındaki duvarda başka kendi gölgesi duruyordu ve yan tarafında başka bir
gölge. Arkadaşıydı o, sırdaşıydı. Ne zaman dertleşmek istese onunla konuşurdu.
Her zaman anlatmak istedikleri vardı ve o hiçbir zaman dinlememezlik yapmazdı.
O gölge olmasa hayata nasıl
dayanabilirdi bilmiyordu. Her şeyi sırtında taşırsa eğer yürümeye devam
edebilir miydi daha fazla. Sırdaşı ile konuşmaya devam etti. Anlatmak
istedikleri bittiğinde koltuğun arkasındaki mumu söndürdü ve ondan biraz daha
uzakta bulunan başka bir mumu yaktı. Bu sefer yanında başka bir gölge
belirmişti. O gölgenin ismi eğlenceliydi. Canı ne zaman sıkılsa, eğlenmek
istese onu çağırırdı yanına. Her zaman iyi gelirdi o. Komik fıkralar anlatır,
kaybolan neşesini yerine getirirdi.
Bolca kahkaha attıktan sonra en
son yaktığı mumu söndürdü. Karşısındaki tüm gölgeler kayboldu. Aslında kendini
kandırmaya çabaladığının farkındaydı. Ancak bir şekilde gölgeler diyarı ile iletişim
kurabildiğini düşünüyordu. Bunu düşünmeye başladığı sırada istediği gölgeyi
yanına çağırabildiğini fark etti. Mesela koltuğunun yan tarafına bir insan
modeli yaptı. Yanan ışığın açısına göre o ışığın modeli değişiyordu.
Yalnız yemek yememek için insan
modellerinden birkaç tane de yemek masasına koydu. Kendi gölgesi ile onlar
arasında bir bağ vardı ve o baş onun için her şeyden daha gerçekti. Bazen
nereden geldiği belirsiz bir rüzgâr eser ve gölgenin ona kızdığını hissederdi
veya bazen o rüzgâr esmez ve gölge kahkaha atardı. Hayatını, düşüncelerini,
fikirlerini gölgelerin verdiği tepkilere göre şekillendirmişti. Bazen tamamıyla
gölgeler diyarına gitmek isterdi. Gölgeler gibi olmak isterdi, kaybolmak,
unutulmak en büyük hayalleriydi. Zaten kimsenin hatırladığı yoktu.
Kalan diğer mumu da söndürüp
başka bir koltuğa geçti. Onun arkasındaki iki tane mumu yaktı ve oluşan gölgeye
hayranlıkla baktı. O’nun gölgesiydi. Eğer hissettiklerinin adı aşksa o gölgeye âşıktı.
Onun nasıl oluştuğunu bilmiyordu. Kendine gölgelerden oyun parkı yapmaya
çabalarken bir anda karşısında belirmişti. O hayatı boyunca gördüğü en güzel
şeydi. Her gece onu yanına çağırırdı. Daha sonra onunla uzun uzun konuşurdu.
Elini onun elinin üzerine koyup ele ele tutuşurlardı. Bazen başını onun omuzuna yaslayıp
uykuya dalardı. Eğer hissettiği duygunun adı aşksa ona âşıktı.
O akşamda uzun uzun sohbet ettiler.
Daha sonra gölge bir anda durup “artık beni bırakmalısın” dedi “hayatına devam
etmelisin.” Adam bunu duyunca şiddetli bir şekilde karşı çıkıp “senden asla
vazgeçmeyeceğim” dedi “ne olursa olsun seni hiçbir zaman bırakmayacağım. Asla
unutamayacağım seni. Kurduğum her cümlede sen olacaksın. Sensiz bir rüya
görmeyeceğim ben.” Onun neden bunları söylediğine dair hiçbir fikri yoktu.
Belki gitmek istiyordu ama bunun da sebeplerini bilmiyordu. Ona her şeyini veriyordu.
İstese dünyayı yerinden oynatmayı deneyebilirdi ama o hiçbir şey istemiyordu.
Onun gerçek olmasını istiyordu her zaman. Sadece gölgesini için değil kendisi
için de mutluluğu arıyordu.
Daha sonra gölge adamı
sakinleştirmek için elini onun elinin üzerine koydu. Adam başını onun omuzuna yasladı.
Oysa onu yastıklardan yapmıştı. Başı onun omuzunda uykuya daldığı sırada bir
gürültü duyarak uyandı. Penceresinden dışarıya doğru sırtında çuval olan bir
adam çıkıyordu. Adam pencereden dışarıya çıktığı sırada ada penceresinden çıkıp
sokakta koşmaya başlamıştı. Nelerin çalındığını görmek için etrafına baktığında
gölgelerin gittiğini gördü. Tüm gölgeleri çalınmıştı. Koşar adımlarla hırsızı
takip etmeye başladı.
Aralarında oldukça mesafe vardı
ve hırsız hızlı koşuyordu ama onu kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Koşarken bir
yandan da neler yapabileceğini düşünüyordu. Polisi arayıp gölgelerim çalındı
diyemezdi mesela. Şikâyet edecek hiçbir yer yoktu. Bu yüzden tüm gücüyle
koşmaya devam ediyordu. Hırsız sürekli sokak değiştiriyordu kaybolmak için.
Ancak adam onun gölgesini takip ettiği için nereye gideceğini tahmin
edebiliyordu. Onun gölgesini takip edemediği zamanlarda çantasından yere düşen
gölgelerin izinden gidiyordu.
Derken bir apartmanın önünde yere
düşen gölgeler sona erdi. Adam da hırsızın nereye gittiğini görememişti. Bu
sebeple apartmanın kapısının yanına gitti. Kapı açıktı, demek ki içeriye
girmişti hırsız. Sessiz adımlarla merdivenlerden yukarıya doğru çıkarken yerde
birkaç gölge daha gördü. Yarı kapının gittiğinde içeriden konuşma sesleri
duyuyordu. Bir kadın sesi “işte paran, şimdi git ve bir daha karşıma çıkma
diyordu.” Daha sonra pencere açılıp bir atlama sesi duydu. Gölgeleri içeride
olmalıydı.
Kapıyı sert bir şekilde açıp
içeriye girdi. O içeriye girdiğinde kadın gölgeleri evin her tarafında bulunan
kuklalara bağlıyordu. “Çabuk bırak onları diye bağırdı” kız tedirginlik içinde
elini tuttuğu çantayı yere düşürdü ve gölgeler etrafa saçıldı. “Onlar benim
asla vazgeçmem onlardan” dediğinde adam içeri doğru girip kızın yanına kadar
gelmişti. “Sen benim gölgelerimi çaldın” öfkesinin gözlerinden okunmasına gerek
yoktu tüm gücüyle sıktığı yumruklarından anlaşılıyordu her şey.
“Hayır, çalmadım onları, sadece
ait oldukları yere getirdim. Bedensiz gölgeler ne işe yarar ki?” kız yarı suçlu
yarı pişman bir tondan konuşuyordu. Mahcup bir edayla ellerini iki yana
açmıştı. Adam kızın duruşu karşısında sıkılı olan yumruklarını biraz gevşetmişti
“ama onlar benim geri almam lazım.” Kız hafifçe gülümsedi, adam onu göremese de
hissetti gülümsediğini. İçerisi karanlıktı birbirlerini göremiyorlardı.
Kız “izin verirsen ışığı açmak
istiyorum hem belki pazarlık yaparız. Gölgelerin bir kısmına karşılık
kuklalarımın bir kısmı mesela” dediğinde adam başını eğerek onu onayladı. Daha
sonra kız adamın yanından geçerek elektrik düğmelerinin yanına gitti.
Düğmelerden gelen bir klik sesinin ardından içerisi aydınlandı.
O anda adam ne kızın siyah
saçlarına baktı ne de siyah gözlerine. İçinden ne saçlarındaki huzura ne de
gözlerindeki mutluluğa dair cümleler geçti. Kızın duvardaki gölgesine
bakakalmıştı. “Onun gölgesi” diye haykırdı. Sesi o kadar güçlü çıkmıştı ki kız
irkilerek geriye doğru birkaç adım attı “hayır bu benim kendi gölgem.” “Hayır,
onun gölgesi bu. Oumzunda defalarca kez ağladığım, aşkın tanımını onda bulduğum
gölge bu” bir anda adamın ses tonu değişip her şeyini kaybeden birinin hüznüne
büründü.
“Yanılıyorsun bu benim kendi
gölgem. Bahsettiğin gibi bir gölge gelmedi buraya” kız adamın sözlerine anlam
vermeye çabalarken adam kızın gölgesini incelemeye devam ediyordu. Gölgenin
olduğu duvara doğru yaklaştı. Gölgeyi incelerken “evet senin gölgen ama o gibi
kokuyor” dedi. Gölge ile uğraşmayı bırakıp kızın gözlerinin içine bakmaya
başladı. Eğer hissettiği duygunun adı aşksa o aşkın gerçek anlamını
öğreniyordu. Kızın elini tutup “sen O’sun!” dedi “senden asla vazgeçmeyeceğim.”
Ve aşk onun gölgesini bir kez
olsun görebilmek için bir güneş yaratmaktı.
Resim: Tomasz Alen Kopera
Resim: Tomasz Alen Kopera