Ilık bir son bahar gecesiydi. İnsanların bir kısmı yazın bitiyor olmasına sevinirken bir kısmı kışın geliyor olmasında buluyordu mutluluğu. Mutluluk komik olmayan bir şakaydı kimine göre. Şehre ilk kar düşmeden 73 gün önceydi. İlk kar düştüğü zaman çok önemli olaylar olacak, gökyüzü parçalanmaya başlayacaktı. Günlerden Perşembeydi. O gece birçok farklı evde birçok farklı hikâye yaşandı. Öyle öykülemeye kimsenin gücü yetmezdi. Şehir o gece mutsuzdu, ağlıyordu.
Her yer karanlıktı o
gece. Kimsenin ışığa tahammülü kalmamıştı. Karanlığın yaşadıklarını saklamasını
umuyorlardı inançsız bir şekilde. Belki karanlık düşüncelerini bastırabilirdi. Belki
karanlığın içinde saklanabilirlerdi kâbuslarından. Belki sadece bir kaçıştı
karanlık. Aslında bunların hiçbirini yapmazdı karanlık. Düşüncelerin serbestçe
güçlenmesine izin verir, kâbusları elleriyle beslerdi. Gece olduğu zaman
düşünmek zorunda kalırdı insan ve o gece bütün şehir düşünüyordu.
Kara kaplı evlerden
birisinde de farklı değildi yaşananlar. Bir kız aynanın karşısında durmuş
kendine bakıyordu. Üzgündü, asıktı yüzü. Makyajı akmış, gözlerinden aşağıya
doğru siyah çizgiler oluşmuştu. Ağlıyordu. Yüzündeki tüm makyajı silmeyi
düşündü ama bunu yapmak bir şeyi değiştirmeyecekti. Hem o halini gören birisi
nasıl hissettiğini anlayabilirdi. Kendisi de bu sayede nasıl hissettiğini
anlayabiliyordu.
Her şey o kadar hızlı
ilerlemişti ki olanlar yüzünden kimi suçlayacağını bilmiyordu. Başkalarını
suçlamaya çalışmak gereksizdi. Yaşadıklarından bir tek o sorumluydu.
Görmemişti gerçekte olanları, arkasından kurulan planları. Belki de fazla iyi
kalpli olmasından kaynaklanıyordu her şey. Belki suçlu sadece kendisiydi. Niye
boş yere umut edip, hayaller kuruyordu ki? Neden hep mücadele etmeye devam
ediyordu. Aslında beklemekten vazgeçse çok daha mutlu olabilirdi ama o bunu
yapmayı hep daha güzel bir yarını beklemişti. Bekledikçe de gözyaşları için
yeni nedenler keşfetmişti.
O sebepleri araştırmaya
devam ettikçe suçlunun yine kendisi olduğunu düşünüyordu. Aslında kendisi
değildi içinde asla akıllanmayan, umut eden, mutlu olmayı isteyen küçük bir kız
çocuğu vardı ve tüm suçlu oydu. Hep o suçluydu umut etmezse hayal kırıklığına
uğramazdı. Hayal kırıklığına uğramasa canı yanmazdı. Canı yanmazsa eğer
ağlamazdı. Her zaman o çocuğu suçlardı. Olanların tek sorumlusu oydu ve onu
istemiyordu daha fazla.
Aynaya bakmaya devam
ediyordu. Kendini hep üzgün görmekten hoşlanmıyordu. Artık makyaj malzemelerinin
kapatamadığı bir hüzün vardı üzerinde. Bu yüzden günlerdir evden dışarıya
çıkmamıştı. Aynaya doğru baktı ve “senden nefret ediyorum” dedi “senden nefret
ediyorum çocuk. Hep senin yüzünden acı çekiyorum. Sanki bir bok varmış gibi hep
hayal kuruyorsun. Senin yüzünden çok acı çektim ben. Anla artık bu hayatta
hayal kurmak gereksiz. Lütfen git. Daha fazla acı çekmek istemiyorum.”
Konuşurken kelimeleri gözyaşlarıyla ıslanıyor ve ağzından çıkarken
anlamsızlaşıyordu. Daha fazla ayakta duramayacağını anladığında dizlerinin
üzerine çöktü, başını duvara yasladı.
Bu esnada içindeki küçük
çocuk sıkılmıştı hep aynı şeyleri duymaktan. Ona yardımcı olmak istiyordu ama
ne zaman bunu yapmaya kalksa suçlu yine kendisi oluyordu. Dayanamıyordu artık.
İstenmediği bir yerde durmanın anlamı kalmamıştı. Belki gitse her şey çok daha güzel
olurdu. Zaten istenmediği bir yerde durmanın anlamı yoktu. Oyuncak bir bebeğini
aldı bir eline diğer eliyle ahşap bir merdiveni tuttu ve tırmanmaya başladı.
Saatlerce, günlerce belki
de aylarca tırmandı o merdivene. Daha sonra gri bir toprak parçasına vardı.
Orada hiçbir şey yoktu. Merdiveni dünyaya doğru itti daha sonra. Geri dönmek
istemiyordu ve Ay’ın yüzeyinde dolaşmaya başladı. Başlarda eğlenceliydi düşük
yerçekimli bir ortamda zıplamak, koşmak. Ancak bir süre sonra onları yapmanın
bir anlamı kalmamıştı. Yere oturdu ve beklemeye başladı. Bekleyecek hiçbir şeyi
yoktu ama yine de bekledi. Sebepsiz yere gülümsüyordu, onun gülümsemeleri
fazlaydı hayat için.
Daha sonra tekrardan
ayağa kalktı ve ayın karanlık tarafına doğru ilerlemeye başladı. Kimse
tarafından bulunmak istemiyordu. Hem ayın karanlık yüzünü gören ilk kişi olacaktı
ve ayda zıplamak çok eğlenceliydi.
…
Çocuk gittikten sonra
daha fazla ağlamadı. İçinde büyük bir boşluk oluşmuştu ama umursamadı. Islak
bir mendil alıp akan makyajını sildi. Aslında çok garip hissediyordu. Hiçbir
beklentisi hiçbir umudu kalmamıştı. Daha iyi hissetmiyordu ama kötü olduğu da
söylenemezdi. Daha doğrusu hiçbir şey hissetmiyordu. Bu hissizliğe alışması
biraz zaman alacaktı belki de bilemiyordu.
Aynaya daha fazla
bakmasının bir anlamı kalmayınca uyumaya karar verdi. Hiç rüya görmedi, hiç kâbus
görmedi. Uyandığında vakit öğleye yaklaşmıştı. Kahvaltı yaptıktan sonra dışarı
çıkmaya karar verdi. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Uzun bir süre oyunca sadece
yürüdü. Yemek yedi, sinemaya gitti hangi filmi izlemesi gerektiğini bile
düşünmeden. Film bittikten sonra alışveriş merkezlerinden bir tanesine girdi.
Amaçsızca satın aldı bazı elbiseleri. Başka bir film izlemeye karar verdi.
Yemek yedi, dolaştı, yürüdü ve gece olmaya yakın evine geri döndü.
…
Küçük kız ise ayın
karanlık tarafına varmıştı. Hep orada çok eski bir medeniyetin yaşadığını
düşünürdü. Çok ileri bir teknolojiye sahip çok iyi uzaylılar var orada derdi.
Yanıldığını görmek onu üzmüştü. Yere oturdu daha sonra ve uzayın sonsuzluğunu
seyretmeye başladı. Keşke imkânı olsaydı da yıldızlardan birisine gidebilseydi.
Bir sürü gezegen vardı orada ve elbette birisinde yapacak bir şeyler
bulabilirdi. Ay’ın üzerinde hiçbir şey yoktu. Canı sıkılmıştı ama geri
dönemezdi. Ağzının içini nefesiyle doldurup yanaklarını şişirdi. Daha sonra
oyuncak bebeğiyle konuşmaya başladı “bak Roza burayı Ay. Beni daha fazla
istemeyince buraya geldim. Çok üzüldüm ama yapacak hiçbir şey yok burada. Geri
de dönemem, en iyisi biz oyun oynayalım seninle.”
Bir süre boyunca oynadılar,
konuştular, sohbet ettiler. Daha sonra oyunları bittiğinde ayağa kalkıp
yürümeye başladı. Belki bir şeyler bulabilirdi ayın üzerinde. Belki küçük bir
meteor çarpmıştı ve onun içinden çok güçlü bir şey çıkabilirdi. Hatta belki
süper güçleri bile olabilirdi onun. Her şeye rağmen ayda zıplamak çok
eğlenceliydi. Hele takla atmaya başlayınca çok daha eğlenceli oluyordu.
Zıplayarak ilerlemeye
devam eti. Dünyadan çok küçük gözükmesine rağmen oldukça büyüktü Ay. Belki hala
içinde bir şeyler bulabilirdi. Yüzü gülümsemeye devam ediyordu. En azından ayın
üzerinde yürüme fırsatı bulmuştu. “Benim için büyük bir adım ama büyük birisi
küçük bir adım aslında” dedi eğlenmeye devam ederken. Daha sonra ileride birisi
gördü. Otuz zıplama uzaktaydı belki en fazla otuz beş. Ona doğru zıplamaya
devam etti.
Küçük bir erkek çocuktu
o. Yanına geldiğinde omzuna hızlı bir şekilde vurdu “hadi kalk oyun oynayalım.”
Çocuk başını yavaşça çevirdi ve kızı gördüğünde bir şaşırma ifadesi oluştu. “Hadi
oyun oynayalım” diyerek ayağa kalktı çocuk ve el ele tutuşup zıplamaya
başladılar. Beraber taklalar atıp, kim daha uzağa zıplar oyunu oynadılar. Daha
sonra hayali bir jürinin karşısına geçip en güzel taklayı kim atar oynadılar.
Beraber kahkahalar atıyorlardı.
Bir süre daha oynadıktan
sonra yoruldular ve oturmaya karar verdiler. “Seni de mi istemediler daha fazla”
diye sordu kız üzgün bir ifade ile. “Bana daha fazla ihtiyacı yokmuş. Hep acı
veriyormuşum ben” çocuk da kızın üzüntüsüne ortak olmuştu. Birbirlerine sarılıp
ağlamaya başladılar. “Sence bizsiz mutlu olmuşlar mıdır?” diye sordu kız bir
yandan avuç içiyle gözyaşlarını silmeye çalışırken. “Bilmiyorum ki ama bence
mutlu değillerdir. Nasıl mutlu olabilirler ki hem. Bizsiz oyun oynayamazlar, oyunsuz
bir hayat çok sıkıcı olur” çocuk konuşurken kızın elini tutmuştu.
“Acaba geri mi dönsek”
diye sorduğunda kız “evet geri dönelim zaten Ay çok sıkıcı” diyerek cevapladı
kız ve birlikte zıplayarak ilerlemeye başladılar. Dünyayı gördükleri sırada bir
süre boyunca seyrettiler. “Benim evim şurda galiba” gibi cümlelerle nerede
oturduklarını bulmaya çalıştılar. Kız “peki
nasıl geri döneceğiz” dediğinde çocuk “bence atlarsak çok eğlenceli. Hem
düşerken bulutlara tutunuruz” diye cevapladı. İkisinin de gözlerinin içi
parıldamıştı ve el ele tutuşup atladılar.
…
Onlar düşmeye devam
ederken dünyada aylar geçmiş ilk karın yeryüzüne düştüğü o gün geçmişti. Kız
amaçsızca gittiği işinden çıkmış eczaneye uğramış ve bir kutu uyku ilacı
almıştı. Gecelerin bir anlamı yoktu onun için. Acı çekmeyi bile özlemişti ama
itiraf edemiyordu kendine. Duygusuz bir hayatın hiçbir anlamı yoktu, boşunaydı
yaşamak. Hayatı ne iyiydi ne de kötü. Anlamsızdı hayat.
Bir an bir çığlık duyduğu
sandı. Daha sonra duyduğunun yüksek sesle atılan bir kahkaha olduğunu gördü. Başını
yukarıya doğru kaldırdığında aylar önce ovduğu küçük kızın ona doğru geldiğini
gördü, gülümsedi. Kollarını ona sarılmak için iki yana açtı. Küçük kızda onu
taklit etti. Kızın yanına indiğinde koşarak ona sarılıp “çok özledim seni”
dedi. Beraberce güldüler daha sonra.
Tam o anın sonuna doğru
içindeki küçük kız “hey şuraya bak” dedi “onu ben tanıyorum.” Küçük kızın
işaret ettiği yerde bir adam duruyor ve ona doğru bakıyordu. Birbirlerine doğru
yaklaştılar daha sonra. Erkek “merhaba, acaba daha önce tanışmış mıydık?” diye
sorduğunda kız “sanmıyorum ama galiba tanışmamız gerekiyor” dedi. Birbirlerine
baktılar bir süre boyunca. Anlatmadılar ama çocuklarını kovduklarını. Ancak
içlerindeki çocuklar zaten tanışmıştı. Daha beraber bir kahve içmeye karar
verdiler. Kız çok uzun zaman sonra gülümsüyordu.
Ve aşk iki farklı yolun
hiç olmadık bir yerde kesişmesiydi.
Resim: Marc Allante