Aşkın zamanı


Puslu bir Eylül akşamıydı. Hava kalın giyinmemiş birisine üşüdüğünü hissettirecek kadar soğuktu. Gökyüzü bulutlarla kaplı bir şekilde ayın ve yıldızların gözükmesini engelliyordu. Bu yüzden karanlıktı. Şehrin ışıkları bir anlığına sönmüş olsa mesela insanlar korkmaya başlardı. Sanki her an önlerine bir yaratık fırlayacakmış gibi tedirgin olur savunmalarının arkasına saklanırlardı. Evlerinin kapılarını kilitler kötülüğe karşı önlemler alırlardı. Karanlık havaları insanlar sevmezdi genellikle. Her gölgeden bir yaratık fırlayabilirdi. Bu yüzden insanlar hep ışıkların altından yürürdü.

Şehrin aydınlık olan bölümleri kalabalıktı. Cumanın bitiyor olmasından ötürü insanlar sokaklara doluşmuştu. Herkes bir yerlerde eğlenmenin yollarını arıyordu. Bir hafta boyunca çalıştıktan sonra birkaç sahte kahkahayı hak etmişlerdi. Gerçekte nasıl hissettiklerini kimse bilmiyordu. Mutlu muydular yoksa mutlu görünmeye mi çabalıyorlardı. Yüzlerine taktığı maskelerin sebebi başkaları mıydı yoksa kendileri için miydi her şey. Aslında şehirde olağan bir gece yaşanıyordu. Her zaman olan olaylardan farklı bir şey yoktu.

Ancak şehrin uzaklarında bir adam ışıklarının olmadığı bir yerde yürüyordu. O gece şehre tezat yaşanan bazı olaylar vardı ve onlardan birinin başkahramanıydı. Ormanın içinden geçen dar bir patikada yürüyordu. Birçokları için o yürüyüş oldukça tehlikeliydi. Ormanın içinde vahşi hayvanlar vardı ve gece onların zamanıydı. Ancak yürürken umursamadı hayvanları. Hatta tehlikenin içinde bulunması onu heyecanlandırıyordu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Nereden geldiğini hatırlamak istemiyordu. Kaçmak için yürümeye başladı ve gidebileceği en uzak yere gitmek istiyordu.

Yolculuğu boyunca başına neler geleceğini umurunda değildi. Vahşi bir hayvan saldırsa ona mesela karnı doyar diye sevinirdi. Amaçları tükeneli uzun zaman olmuştu. Başlarda insanlara yardımcı olmak istemişti. Yanına gelen herkesin sorunlarını dinliyor, ona kendi doğrularını anlatıyor ve en sonunda da terk ediliyordu. Uğurlarına onca emek harcadığı insanların bir çekip gitmesine anlam veremiyordu. Daha sonra dünyayı daha güzel bir yer yapmaya çalışmıştı. O dönemde “dünya yok oluyor, lütfen değiştirelim. İnsanlığımızı kaybediyoruz, masumiyetimiz elden gitti” gibi cümleler kurarak bağırıyordu sokaklarda. Ancak o ne kadar çabalarsa çabalasın insanlar ona deli demeye devam ediyordu.

Belki de başkalarından duyduğu en güzel iltifattı delilik. Düşünmekten vazgeçmeyen herkese deli deniyordu. Sanki farklılık anlamındaydı delilik. Bu sebeple bir akıl hastanesinin girişinde düşünen bir adamın heykeli vardı. “Bakın çok düşünürseniz sonunuz böyle olur” diyebilmek içindi belki. Hiçbir şey yaşayamayacağını fark ettiğinde insanları kendi haline bıraktı, dünyayı hiç umursamadı. Tüm sorunları düzeltecek bir süper kahraman değildi o. Herhangi bir süper gücü de yoktu. Sadece fazla düşünmekten kocaman olmuş bir kafası vardı o da hiçbir işe yaramıyordu.

Yürümeye devam ettiğinde ağaçsız bir tepeye vardı. Şehrin tamamını oradan görebiliyordu. Daha doğrusu koyu renkli dumanlar şehrin üstünü örtmeseydi görebiliyordu. Bağırmaya başladığında etraftaki tüm kuşlar tedirgin oldu. Eğer ona doğru yaklaşan vahşi hayvanlar vardıysa geriye doğru bir adım attılar “ve sen gittin. Sahip olduğun ne varsa hepsini alıp öyle gittin. Öyle bir gittin ki ardında hiçbir iz bırakmadın. Öyle bir iz gittin ki hiç var olmadığını düşündüm. Bütün bir şehir seni unuttu. Sanki güzel kokulu bir silgiyle silmişsin gibi bir anda yok oldun. Sadece ben hatırladım seni. Yüreğimi söküp aldın giderken. Öleceğimi düşündüm, ölmem gerekirdi herhalde. Sen gitmiştin ya hani ne anlamı kalmıştı ki yaşamanın. Hatta hiç gelmeden gittin sen. Bir kez olsun bile göremedim gözlerini. Önce rüyalarımdan gittin sonra cümlelerimden. Hayallerimden gidişin herhalde yapılan tüm ameliyatlardan daha fazla acı verdi.”

Konuşmaya başladığı zaman kızgındı, avazı çıktığı kadar bağırıyordu ama cümleler akmaya devam ettikçe öfkesi yok oldu. Öfkenin yerini en sevdiği oyuncağı kırılan bir çocuğun hüznü yerleşti. Ağzından dökülen kelimeler gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Konuşurken sesi titriyor ve zaman zaman söylediği cümlelerin ağırlığı altında eziliyordu “hep bir gün seni görebilme umuduyla yaşamıştım ben. Seni bulmaktan başka hiçbir amacım yoktu. Daha büyük bir hayalim de yoktu. Seni bulup aşkı öğrenmek istiyordum sadece ama sen gittin. Öyle bir gittin ki senden sonra idam sehpasına gittim. Başımı büyükçe bir kütüğe yasladım ama kimse baltayı indirmedi. Bir hayalken beni nasıl terk ettin bilmiyorum. Aklım almıyor, olmuyor yapamıyorum. Yaşamaktan bahsediyorlar komik doğrusu gözlerini göremeyeceğim bir yaşamı hiç istemedim ki. Hayalin yoksa yanıma bilmiyorum, anlamıyorum, anlamak istemiyorum.”

Ağlamaya başladığı zaman dizlerinin üzerine çöktü. Öne doğru eğilip ellerini toprağa yasladı. En azından gözyaşları yerdeki çimleri ıslatıyordu. En azından bir faydası vardı. Konuşmak avazı çıktığı kadar anlatmak istiyordu ama sen telleri izin vermiyordu ona. Sadece burun çekişlerinin sesi duyuluyordu ağlamamak için çabalarken. Oysa o daha önce hiç ağlamamıştı.

Daha sonra bir anda omzunda bir el hissetti. Ona dokunduğunda bütün bedenini bir sıcaklık kapladı. Kalp ritmi en üst seviyeye çıktı. Hissettiği duygunun tarifi imkânsızdı ancak o duygu hayatın anlamı olabilirdi. Bedeninin kavrulduğunu hissetti. Sanki içinden gelen bir ateş onu yakıyordu ama mutluydu yanmaktan. Başını çevirip omzunu tutanın kim olduğunu görmek için baktığında nefes almayı bıraktı. Bedenindeki tüm güç bir anda çekildi ve toprağa düştü. Hayatı boyunca gördüğü en güzel varlık karşısındaydı. Hiçbir cümle onun güzelliğini anlatmaya yetmezdi. Saçları gökkuşağının her rengindendi, gözlerinin içinde kelebekler uçuşuyordu.

Adam yerde uzanmışken onun karşısına geçti kız. Adını sormasına gerek yoktu “aşk”tı o. Başka hiçbir şey onun kadar güzel olamazdı. Tüm kelimeler tükenmiş tüm manalar yok olmuştu. “o gitmedi” dediğinde cennetin müziğini duyduğunu zannetti “ona ulaşmak için hala bir şansın daha var. Yaptığın her yanlış seçimle içindeki aşka zarar verdin. Ancak henüz o ölmedi. Hala bir şansın daha var. Yalnız tek bir şansın kaldı yine yanlış bir seçim yaparsan aşka inancın kalmayacak artık.”

Onun nasıl kaybolduğu fark etmemişti. Ancak bir süre sonra soğuğu hissetmeye başladığında aşkın gittiğini fark etti. Aramaya devam etmesi gerekiyordu. Bunun için evine geri döndü ve sokaklarda daha fazla zaman geçirmeye başladı. Gördüğü her kızı dikkatli bir şekilde inceliyordu. Ancak yanılırsa aşkı kaybedeceği için uzun süre bakamıyordu onlara. Hatta bir süre sonra kimseye bakamamaya başladı. Eğer tekrardan yanılırsa daha fazla yaşayamazdı. Kimsenin olmadığı bir adaya bu sebeple gitmek istiyordu. En azından bir umut hala kalırdı içinde. Belki bir uçak düşer ve içinden o çıkardı. Veya gemisi batar ve sadece o kurtulurdu. Tek bir ihtimal olsa bile uğruna yaşamaya değerdi. Ancak şehirde hiçbir ihtimali yoktu.

Zaten onu nasıl bulabilirdi ki? Dünyada milyarlarca insan yaşıyordu, onu nerede görecek, nasıl tanıyacaktı. Beklemek onu tüketiyordu. Sanki vücuduna et yiyen bir bakteri girmiş ve onu yavaşça yok ediyordu. Hayatının tek bir amacı vardı ve ona nasıl ulaşacağını bilmiyordu.

Tekrardan ormanın içindeki patikadan yürüyüp tepenin üzerine gitmişti. Karanlık ve puslu bir geceydi. “Aşk sana yalvarıyorum. Önünde diz çöküyorum senin. Lütfen bana bir yol göster. Onu bulamıyorum. Onu nasıl bulacağımı bilmiyorum. O olmadan yaşayamıyorum. Lütfen yalvarırım sana” dizlerinin üzerine çöküp yalvarmaya başladı. Aşkın ne zaman geldiğini fark edemedi ama. Kaçıncı cümlede yanına geldiğini bilmiyordu.

“Bir şans istiyorsun benden, onu bulmak için bir yol istiyorsun. Daha kötüsü bana inanmıyor ve onu bulamayacağını düşünüyorsun. Yaşayan tüm insanları görme fırsatı versem sana onu bulabilir misin?” canını yakacak cümleler duymuştu ama acısını umursamıyordu. Keşke aşk hep konuşsaydı.

“Onu tanımadan nasıl bulabilirim ki?” diye sorduğunda “bir gülümsemesinden onu tanıyacağını söyleyen sen değil miydin” diyerek cevapladı aşk ve o an yerin kilometrelerce derinine gömülmek istedi. “İşte sana fırsat. Zamanı durdurdum, şehre dön ve onu bul. Şehrin içinde bir yerlerde ve unutma tek bir şansın var” son cümlesi bittiğinde aşk bir anda kayboldu ve o şehre doğru koşmaya başladı.

Kuşlar havada asılı bir şekilde duruyordu. Bir köpek koşarken, bir kedi ağaca tırmanırken donmuştu. Şehre vardığında insanların hareket etmediğini gördü. Kıpırdayan hiç kimse yoktu. Daha sonra karşısına çıkan herkesi incelemeye başladı. O içlerinden birisiyse onu bulurdu. Saatlerce yürüdü, günlerce dolaştı. Aynı insana defalarca baktı fakat bulmadı onu. Daha sonra sadece görünüşüyle onu bulamayacağını söyledi ve aşk ona baktığı her kişinin nasıl birisi olduğu söyledi. Ancak günler geçmesine rağmen onu tekrardan bulamadı.

Onu bu şekilde bulmamın imkânı yok dedi daha sonra ve aşk zamanı eski haline getirdi. Oysa sadece onu bir kez görseydi sonrasının hiçbir önemi yoktu. Hayallerinin bir bedeni olduğunu bilseydi önemsiz kalırdı diğer her şey. Onu sadece bir kez olsun görseydi ve sonrasında isterse gitseydi. Öyle bir andaydı ki iki tane seçeneği vardı. Ya tamam diyerek onu beklemeye devam edecek ya da buraya kadarmış diyerek gidecekti.

Ondan asla vazgeçemeyeceğini düşündü. Daha sonra onu aramaya devam etti. Günlerce, aylarca yıllarca bekledi. Aşk vazgeçenleri sevmezdi, onun ateşinde yanmak gerekirdi. Önce hak etmek gerekirdi onu. Önemli olan aşkı anlamaktı. Onu anladıktan sonra bedenlerin fazla bir önemi kalmıyordu. Bir duvarın üzerinde oturmuş ve hep beklemişti. Bir gün yanına siyah saçlı bir kız gelip neden beklediğini sordu. O an onun için sonsuzluk kadar büyüktü. Saçının tek bir telinden tanıdı onu. Tek bir anda tüm soruları cevaplandı. Aşk bulmak için önce yanmak gerekirdi ve kıza baktığı sırada onu bulduğunu anladı.

Ve aşk onu gördükten sonra kalan hiçbir şeye güzel diyememekti.

Resim: Georges Armand

0/Post a Comment/Comments