İnsan hayatı boyunca hep
mutluluğu aradı ve onu ararken hep yanlış yollara saptı. Sistem insanların
mutluluğa ulaşmalarını istemezdi. Hatta mutluluğa ulaşabilen insanları hayatın
derinliklerine sürüklerdi. Kimse onları örnek almasını istemediği için yapmıştı
her şeyi. Eğer insanların onları örnek alırsa sistem çökerdi. Pazarlayamazdı
artık mutluluğu. Bu sebeple gerçek mutluluğa ulaşan insanlara sistem hep zulüm
göstermiştir. Mutluluğa sahip olan insanlar tüketmezdi. Bu yüzden acı
çektirirdi sistem.
İnsan hep mutluluğu arardı ve
mutluluğa ulaşamadığı her an başka bir duygunun etkisinde kalırdı. O duygunun
adı karamsarlıktı. İnsan mutluyken değil karamsarken tüketirdi bu yüzden
mutluluk büyük harflerle yasaklanmıştı sistemin kitabında. İnsanlar ağlamazsa
mendil satamazdı sistem bu yüzden de herkesin ağlamasını isterdi.
Mutluluğu arayan insan sistemin
onu yönlendirmesine izin vermiş ve hep karamsarlıkla karşılaşmıştı. Çünkü hep
yanlış yerlerde aramıştı mutluluğu. Nefes almakla alakalıdır mutluluk. Bir gül bahçesinin
yanından geçenlerin duyduğu kokudur mutluluk. Ancak modern insan mutluluğu
unuttu ve onu kâğıt parçalarının takasında aramaya başladı. Sistem hep kazandı,
hep. Bu yüzden hep kayboldu insan. Hep yanlış duraklarda bekledi.
Gelin mutluluğu unutmuş ve onu
aramayan bir kızın masalını dinleyelim. Onu daha iyi anlarsak eğer belki
kaybolmayız.
İskelet kaybolduğunda kız
kendini masanın yanında ilk sayfası açılmış kitaba bakarken buldu. Kendi kısık
soluğu haricinde hiçbir ses duyamıyordu. Ne başını kitaptan kaldırabiliyor ne
de başka bir şey düşünebiliyordu. “Aşkı bilmeden hiçbir şey öğrenemezsin”
diyordu kitap. Ancak o aşkı nasıl bilebileceğini bilmiyordu. Ancak o aşka
inanmıyordu bile. Aşk onun için anlamını bilmediği bir kelimeydi.
Bakışlarını masadan hiç
kaldırmadan elini sağ tarafa doğru uzattı ve orada bekleyen ahşap sandalyeyi
kavradı. Daha sonra hızlı bir şekilde onu kendisine doğru çekip oturdu. Bu
arada hala iskeletin verdiği kitaba ve ilk sayfasında yazan cümleye bakıyordu.
Kitabın ilk cümlesinden o kadar etkilenmişti ki kalan her şey anlamını
yitirmişti. Sahi bir insan aşkı nasıl bilebilirdi? Var olmayan bir şeyi nasıl
anlayabilirdi?
Bir süre boyunca daha sadece
kitaba bakmaya devam etti. Bir zamanlar aşkı bildiğini sanıyordu. Ona sorsalar
aşkı en iyi o bilirdi. Soran olursa aşkın kitabını bile yazabileceğini
söylerdi. Ancak zamanla hiçbir şeyi bilmediği anlamıştı. Onca zaman boyunca
kandırmıştı kendini. Aşka olan inancı da o zamanlar kaybolmuştu.
Şimdi ise onu bilmesi
gerekiyordu. Zihninin derinliklerinde düşünceler uçuşurken o düşüncelerin
altında eziliyordu. İskelet ona aradığı tüm bilgilerin kütüphanede olduğu
söylemişti. Ancak bunu düşünürken etrafına bakıyor ve kütüphanenin bir sonu
olmadığını düşünüyordu. Orada aradıklarını asla bulamayabilirdi. Belki de
ömürler harcaması gerekiyordu ismini bile bilmediği tek bir kitaba ulaşmak
için.
Belki önündeki kitabın üzerinde
aradığı kitabın nerede olduğuna dair bir bilgi olabilirdi ve saatlerdir baktığı
sayfayı değiştirdi. Sayfada kısa bir yazı vardı ve zaman kaybetmeden okumaya
başladı “Bu kitap kütüphanedeki tüm kitapların yerine geçebilmesi için
tasarlandı. Sadece bir kitap ismi ve istenilen konu söylendiğinde kitap ona
dönüşecektir.” Sayfadaki yazıyı okuduktan sonra arkasına yaslandı ve derin bir
nefes verdi. Daha ne kadar şaşırabileceğini merak ediyordu.
“Aşkı öğrenmek istiyorum” dedi
kız. Bir kitapla konuştuğunu düşünmek bile zaten gergin olan sinirlerini kopma
noktasına getirmeye yetiyordu. Yaşadıkları gerçek olamadı. Hatta yaşadıkları
hayal gücünün bilinen sınırlarının çok ötesindeydi. Masanın üzerindeki kitabı
kapattı ve tekrardan açtı. Karşısında başka bir sayfa vardı ve okumaya başladı.
Sayfanın en üstünde “Aşk
nedir?” yazıyordu. Yazıyı okuduktan sonra şaşkın bir gülümseme belirdi yüzünde.
Bilinçsiz bir şekilde başını iki yana salladı ve okumaya devam etti “Aşk
yaşamın çok ötesine erişmektir. Görünmeyeni görmek, bilinmeyeni bilmektir. Aşk
tüm ezberlerin yok olması, bilinmeyen bir evrene gidip orada yaşamaktır.”
Okuduğu cümleler anlamsız geliyordu
ona. Aşk adını verdiği bazı şeyler
yaşamıştı şimdiye kadar ancak onların hiçbirinde yaşamın ötesine geçmemişti.
Bir sonraki paragrafa geçtiği sırada belki orada yazılanları anlayabilirim diye
düşündü. “Aşk yaşamın nedenidir. Var olan tüm canlılar aşk için yaşar. Dünya
aşk için döner. Zaman onun için akar. İnsan ise bu garip evrende aşkı arayan
zavallı kuldur.”
Okuyor ama anlamıyordu. Sanki
yazılanlar başka bir lisandaydı. Kelimelerin anlamını biliyordu ama kelimeler
birleşip cümleler haline geldiğinde her şey birbirinin içine giriyordu. Bir
sonraki paragrafı okurken yazılanların hangi lisanda olabileceğini
düşünüyordu “Aşkı anlayabilmek için var
olan tüm dilleri bir kenara bırakmak ve yeni bir lisan yaratmak gerekir. O
lisanı öğrenen kimse yaşamı da öğrenir.”
Başka bir lisanı nasıl
öğrenebilirdi ki insan. Çalışarak, okuyarak ve uğraşarak. Aşka nasıl
çalışabilirdi ki? Hangi kitaplar gerçek aşkı anlatırdı? O kadar büyük bir
belirsizliğin içindeydi kibir çıkış yolu bilmiyordu. Kafasındaki milyonlarca
soruya okuduğu başka milyonlarca soru daha ekleniyordu ve cevapları bulmanın
tek yolu da okumaktı “Aşk, onunla geçen kısa bir an için kalan her şeyden
vazgeçebilmektir. Onsuz bir yaşamı göze alamamaktır aşk. Onun tenine bir kez
olsun dokunabilmek, tek bir gülümsemesini görebilmek için defalarca kez
ölmektir.”
Okumaya hiç ara vermedi, hiç
düşünmedi. Kaybedecek zamanı yokmuşçasına bir sonraki paragrafa geçti “tedavisi
bilindiği halde reddedilen tek hastalıktır aşk. Âşık olan insan alevlerde
yanar, tutuşur ve bunların hepsini kendi isteği ile yapar. Yangından kaçıp
tedavi istemek yerine daha da derinlerine gömülür yangının.”
Sayfanın sonunda tek bir
paragraf kalmıştı. Aşkı anlaması gerekirken hala onun nasıl olduğuna dair
hiçbir fikri yoktu. Okuduğu onca cümle zihninde birbirinin içine girmişti.
Sebepsiz bir karamsarlık her yanını kaplarken gözlerinden dökülen yaşlar
kitabın üzerine düşüyordu ve okumaya başladı “Aşksız insan kayıptır. Hangi yolu
seçerse seçsin o yol yanlış yoldur. Aşkın yoludur insanın aradığı. Aşkı arayan
herkes önce aşkın yolundan yürümelidir.”
“Aşkın yolu” dedi kız yüksek
bir sesle. İki elini hızlı bir şekilde kitabın üzerine koydu. Daha sonra kitabı
sertçe kapattı. Bir an için bile beklemeden “aşkın yolunda yürümek istiyorum”
diye bağırdı ve kitabı açtı.
Bir anda kızın etrafı zifiri
bir karanlığa büründü. Boşluktaydı, sanki etrafında hiçbir şey yoktu.
Ayaklarını bastığı mermer zemin kaybolmuştu. Hiçbir şey hissedemediğini fark
ettiğinde ürperdi. Bir korku dalgası zihninin kıyılarına vururken zaman akmaya
devam ediyordu. Orada ne kadar beklediğini hiçbir zaman bilemedi veya içindeki
korkunun büyüklüğünü de hiçbir zaman öğrenemedi. Kütüphane geldiği zaman
sorgulamaktan vazgeçmişti.
Bir an için durdu ve gözlerini
kapattı. Sanki korkunç bir kâbus görüyordu ve gözlerini açtığında her şey
düzelecekti. O kadar çaresiz hissediyordu ki kendini kandırmak için
tutunabileceği her yalana tutundu. Belki de her şey gerçekten korkunç bir kâbustu.
Derin bir nefes aldıktan sonra küçük bir umut parçasına tutunup gözlerini açtı.
Uçsuz bucaksız bir çölün tam ortasındaydı.
Baktığı her yerde kumlar
güneşin ışıkları altında altın renginde parlıyordu. Etrafı kumdan tepelerle
çevriliydi. Sıcak bir rüzgâr esiyor ve altın renginde kumlar etrafa
savruluyordu. Bu yüzden uzakları görmek onun için oldukça zordu. Görse de bir
şey değişmeyecekti çünkü her yerde sadece kum vardı.
Güneşin tepede olmasından öğle
vakti olduğunu anlıyordu. Hava çok sıcaktı. Güneş ışınlarının düştüğü her yeri
kavuruyordu. Bir tek ağaç bulsa onun gölgesi altında saklanmak için her şeyini
verebilirdi. Ancak onu güneşten koruyacak hiçbir şey yoktu bu yüzden ceketini
çıkarıp başının üstüne koydu. Belki güneşten bir parça korunabilirdi.
Çölün ortasında ne
yapabileceğini bilmiyordu. Ne yapabileceğine dair hiçbir fikri yoktu. Bu yüzden
kendine bir yön seçti. Sonra o yöne kuzey adını verdi ve kuzeye doğru yürümeye
başladı. Attığı her adımla birlikte yürümesi zorlaşıyordu. Kavurucu sıcağı daha
fazla hissediyor ve tükeniyordu. Biraz daha devam ettiğinde vazgeçmek üzereydi
ve tam o anda ileriye doğru devam eden bir çift ayak izi gördü. Ayak izi ona
devam etmesi için bir neden vermişti. Hem belki başka birisini bulabilirdi.
Hızlı adımlarla yüksek olmayan
bir tepeyi tırmanmaya başladı. İlerlemesi oldukça zordu. Tepeyi tırmanırken bir
taraftan da okkalı bir küfür ile haşır neşir oluyordu. Ona neler olduğuna dair
hiçbir fikri yoktu. Sadece aşkı öğrenmesi gerektirdiğini biliyordu.
Tepenin üstüne vardığında
beyazlar içindeki bir adam gördü. Ağır, aksak adımlarla ilerliyor, zaman zaman
tökezliyordu. Beyaz elbisesi büyük oranda kirlenmişti ve yer yer solgun bir
kırmızıya bürünmüştü. Elbisenin büyük bir bölümü parçalanmıştı. Parçalanan
kısımları etrafı o solgun kırmızı renkle kaplıydı.
Adam tepenin altında ağır adımlarla
ilerlerken kız bağırmaya başladı “dur, bekle beni.” Ancak adam ona hiç aldırış
etmeden yürümeye devam etti. Kız tepeden aşağıya doğru koşarken bağırmaya adam
ise aldırış etmemeye devam ediyordu.
Kız adamın yanına vardığında
nefes nefese kalmıştı. Kelimeleri nefes sesiyle bölünmesine rağmen konuşmaya
başladı “nereye gidiyorsun bu sıcakta. Çölün ortasında daha fazla
dayanamazsın.” Söylerken adamın güneşten kapkara olmuş yüzüne, açlıktan çökmüş
derisine bakarak söylüyordu.
Adam ilerlemesine ara vermeden
cevapladı “durmam, hatta yavaşlamam bile. Onu benden aldılar. Onu daha fazla
bekletemem.”
“Şu haline bak durup
dinlenmelisin. Daha fazla ilerleyemezsin. Güneşin altında kavrulacaksın. Lütfen
beni dinle daha fazla devam etme” kız konuşurken ilerlemekte ısrar eden adama
şaşkınlık içinde bakıyordu. Daha fazla devam edemeyeceği her halinden belliydi
ama o direniyordu çöle kar yağacakmış gibi.
“Ben onun aşkında yanmışım,
kavrulmuşum, erimişim güneşin ateşi ne yapar bana. Onun aşkı şemsiye olmuş
üzerime hissetmem ben sıcaklığı.” Adam konuşurken güneşte yanmış yüzüne tezat
bit şekilde göz bebekleri parlıyordu.
“Ama dayanamayacak ve
öleceksin.” Adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu.
“Eğer aşkı aramıyorsan niye
düşersin çöllere. Âşıklar haricinde misafiri olmaz buranın. Hadi git,
oyalıyorsun beni ve onu daha fazla bekletmek istemiyorum.” Dedi adam ve
cümleleri bittiğinde daha da hızlandı. Kız ise anlamayan gözlerle ona bakıyordu
ve her yer karardı.
Kendini tekrardan bir
karanlığın içinde bulmuştu kendini. Oraya daha önce de geldiği için daha kolay
olmuştu alışması. Geçici bir yerdi orası. Bir süre kalıyor ve başka bir yerde
buluyordu kendini. En son gittiği yerde öğrenmeye başladığını hissetti “aşk
aptallıktır.” Her ne kadar adamla konuşurken bunu düşünse de içindeki seslerden
birisi “aşk, onsuz yaşamın anlamsızlaşmasıdır” diyordu ve kız kendini çölün
ortasındaki bir mezarlıkta buldu.
Sağ tarafında mezarlıktan bir
hayli uzakta küçük bir kasaba görüyordu. Küçük evler beyaz taşlardan
yapılmıştı. Evlerin etrafında küçük ağaçlar yetişmişti. Demek ki orada su
vardı. Ancak mezarlıkta hiçbir şey yoktu. Gözleri sadece mezar taşlarını
görüyordu. Bazı mezarların üzerinde mezar taşı bile yoktu. Belli ki onlar
unutulalı çok olmuştu. Bazı taşlar ise yıkımlı, kırılmış veya parçalanmıştı.
İleriye doğru baktığında yaşlı bir adamın bir mezarın yanına oturduğunu ve
orada bir şeyler yaptığını gördü. Bunun üzerine gidip bakmaya karar verdi.
Yaşlı adama doğru yaklaştıkça bir deftere bir şeyler yazdığını gördü. Arada avucunun içiyle sözlerini siliyordu. Biraz daha yaklaştığında sıklıkla öksürdüğünü gördü. Öksürdüğü zaman beyaz bir mendilli ağzına bastırıyordu. Mendili ağzından her çektiğinde üzerindeki koyu kırmızı leke giderek büyüyordu. Kız adamın kan öksürdüğünü görünce yürüyüşünü hızlandırdı ve onun yanına vardığında endişeli bir biçimde “iyi misiniz?” diye sordu.
Yaşlı adam başını defterden
kaldırdığında ağlamaktan kızarmış gözlerini görünür oldu. Gözyaşları
yanaklarında ıslak izler bırakmıştı. “Önemli değil dedi adam umursamaz ve
aceleci bir tonda. Kız “ama iyi değilsiniz” diye karşılık verdiğinde adam “daha
iyi ya belki onun yanına giderim” dedi umursamaz ve yarım bir gülümsemeyle.
“Lütfen böyle söylemeyin. Siz
yaşıyorsunuz ve önünüzde..” bu cümle nasıl bitebilirdi? Ölmek isteyen birisine
ne söyleyebilirdi?
“Merak etme” dedi yaşlı adam
“henüz ölmek gibi bir niyetim yok. Şu anlamsız dünyada yapacak çok işim var.”
Yüzündeki çarpık tebessüm biraz daha büyümüş ve yüzündeki kırışların daha da
belirgin olmasını sağlamıştı. Gözyaşlarına aldırmadan gülümsüyordu ve bu kıza
çok tanıdık geliyordu. Yıllarca içinde ağlarken dışarıda hep gülümsemişti.
Kız “peki ne yazıyorsunuz?”
diye sorduğunda yaşlı adam anlatmaya başladı “eşim vefat ettikten sonra
kayboldum ben. Daha fazla yaşamak istemiyordum. Onsuz bir hayat o kadar
korkutucuydu ki her an vazgeçebilirdim yaşamaktan ama beceriksizin tekiyim ben.
Ölmeyi bile başaramadım. Sonra günün birinde ona yazı yazdım. Bitirdiğimde ona
dokunmuş gibi hissettim. Sanki onun gözlerini tekrardan görmüş gibiydim.
Böylece ona yazı yazmaya başladım. 7 sene oldu yazmaya başlayalı ve 9 tane
kitap yazdım ona. Her gün buraya gelip bir yazı yazıyorum. Bazen hikâye oluyor
bu bazen ise basit bir şiir. Yazı bana onu verdi ve ben yazıyorum kalan şeyleri
umursamayarak. Elbet bir gün okuyacaktır o buna inanıyorum. Kişiler gittiğinde
aşk biter mi sanırsın kızım? Hadi şimdi git bitirmem gereken bir hikâye var.”
Ve kız kendini tekrardan karanlığın içinde buldu.
Sanki karanlık onun düşünmesi
için vardı. Düşünmesi gereken o kadar fazla şey birikmişti ki neyi düşüneceğini
bilemiyordu. Aşk nasıl bir şeydi ki birisine ölen eşi için her gün bir hikâye
yazdırabiliyordu. İçindeki bir ses “aşkın bir bedene ihtiyacı yoktur” dedi. O
bedensiz bir aşkın nasıl olabileceğini düşündüren içindeki ses konuşmaya devam
etti “aşkın zamanda ihtiyacı yoktur. Yaşlı adam ölse bile yazdıkları hep
kalacak.” Galiba anlamaya başlıyordu “evet, aşk ölümsüzdür” dedi ve kendini
kumdan bir tepenin üzerinde buldu.
Kum tepesinin üzerinden bakıyor
ve karşısında kocaman bir şehir görüyordu. Yüksek binalar şehri kaplıyor çölün
aynılığıyla büyük bir tezat oluşturuyordu. Şehirde çölün renksizliği kayboluyor
ve her yanı renkler kaplıyordu. Çöl gibi ölü değildi şehir. Yaşıyor, nefes
alıyordu.
Kız tepenin üzerinden şehri
seyrederken bir adamla kadının ona doğru koştuğunu gördü. İkisi de tüm
güçleriyle koşuyordu. Hatta bir şeyden kaçıyormuş gibiydiler. Kaçtıklarını
peşlerinden gelen kızgın adamları gördüğünde anlamıştı. Adamla kadın ise
onlardan oldukça korkmuştu. Bunun sebebinin de onları kovalayanların ellerinde
tuttuğu ve salladıkları silahlar olduğu tahmin etti. Bu sefer bayağı hareketli
geçeceğe benziyordu.
Bir süre sonra kızın yanına
vardıklarında “durun. Neden kaçıyorsunuz?” diye bağırdı. Onun sesinden irkilen
kız ilk cevap veren olmuştu “birlikte olmamızı istemiyorlar. Eğer bizi
yakalarlarsa öldürecekler.”
“O zaman ayrılın.
Yaşamamanızdan çok daha iyidir. Hayatınız bu kadar ucuz olamaz” dedi kız.
İkisine de anlamaz gözlerle bakıyordu. Ölüme gidiyorlardı ve onları
kovalayanlardan asla kaçamazlardı.
Kızın sözü üzerine erkek
hafifçe gülümsedi ve “ölümden korktuğumuzu mu sanıyorsun. Onsuz yaşamak zaten
ölüm. Ondan önce hiç yaşamadım ben. Ölümden neden korkalım ki? En son
birbirimizi gördükten sonra ne önemi var?”Ardından ikisi de onları kovalayan
insanlara döndüler. Daha sonra birbirlerine sarıldılar ve dudakları birbirine
değdi. Birkaç el silah sesi yankılandı çölün ıssızlığında. İkisi birlikte yere
devrildiler ama bedenleri ayrılmadı birbirinden. Bedenlerinden akan kan çölün
altın sarısı kumlarını kırmızıya boyadı. Oysa onlar mutluydu ve gülümsüyorlardı.
Bedenlerine saplanan onca kurşuna rağmen gülümsüyorlardı. Kız ise kendini tekrardan
zifiri bir siyahın içinde buldu.
Neden karanlıkta olduğunu hiç
düşünmedi. Neden sürekli farklı bir yere gittiğini veya neden çölde olduğunu
umursamadı bile. Kendini o kadar kaybolmuş hissediyordu ki şimdiye kadar
yaşadıkları anlamsız geliyordu. Aşkın yakınından bile geçmemişti şimdiye kadar.
Onunla ilgili gerçek tek bir kelime bile okumamıştı. İçinden bir ses ona “aşkla
geçen bir an için onsuz geçen bir ömürden vazgeçilir” dediğinde kendini
tekrardan çölde buldu.
Altın rengi kumlardan oluşan
dümdüz bir ovadaydı. Etrafına baktığında hiçbir şey göremiyordu. Sanki güneş
öfkeliydi ve her şeyi kavurmaya çalışıyordu. Isı tenini acıtırken o nefes
almakta zorlanıyordu. Issız bir çölle bakışırken bulmuştu kendini. Nereye
gitmesi gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu.
Bir süre boyunca rüzgârın
götürdüğü yere gitmeyi denedi ancak hiç rüzgâr esmiyordu. Daha sonra bir yön
belirledi ve ona batı dedi. Batı güneşin battığı yerdi ve batıya doğru
ilerlemeye başladı. Bir süre boyunca yürüdükten sonra uzakta birisini gördüğünü
sandı. Ona hızlı adımlarla yaklaştığında karşısında siyah bir elbise giyen bir
kız gördü. Hızlı adımlarla yanına gittiğinde “merhaba” dedi ve kız ona bakmak
için durdu.
“Tekrar merhaba. Bu havada,
burada yolculuk yapmak tehlikeli değil mi?” dediğinde siyahlı kız “tehlikenin
bir önemi yok. Burasının da bir önemi yok. Güneşin battığı ve bir daha asla
doğmadığı bir yere gitmek istiyorum” dedi. Onun gözlerine baktığında hiç umudu
olmayan birinin bakışlarını gördü ve “ama neden bunu istiyorsun?” diye sordu.
“Onu kaybettim ben ve sonra yanlış yollarda yürüdüm. Yanlış kararlar aldım,
yanlış adımlar attım. Acımasızca ayırdılar bizi ve şimdi tamamen yalnızım aynı
çöl gibi, kimsesiz” kız konuşurken gözlerinden bir damla yaş akıp çölün kızgın
kumlarına düştü.
“Peki ya o kim?” diye sordu kız
parmağıyla yan taraflarını işaret ederken. Kızın parmağıyla işaret ettiği yerde
siyah pelerinli bir adam yürüyordu. Yorgun olduğu her halinden belliydi. Başını
aşağıya doğru eğmiş ayaklarından başka hiçbir yere bakmıyordu. Siyahlı kız
etrafına bakarken “ben kimseyi görmüyorum” dedi. Bunun üzerine siyahlı kızı
bileğinden yakaladı ve adama doğru koşmaya başladı “gel benimle.”
Adamın yanına vardıklarında
siyahlı kıza dönüp “şimdi görüyor musun?” diye sordu. Kız hayır cevabını verdiğinde
adama dönüp “buradaki kızı görüyor musun?” diye sordu. Adam da hayır cevabını
verdiğinde “peki senin hikâyen nedir?” diye sordu biraz yorulmuş bir ses
tonunda.
Adam sevdiği kızdan ayrılmak
zorunda kaldığını, bir daha asla buluşamayacakları anlatırken kız bir anda
adamın sözünü kesti “şimdi anladım. Sen osun ve o da sen ve birbirinizi
göremiyorsunuz çünkü ikinizde yanlış yollarda yürümüş, yanlış insanlarla
beraber olmuşsunuz.”
Kız cümlesini bitirdiğinde
ikisi de boş gözlerle ona bakıyordu. İkisinin de inanmak istemediği gözlerinden
belliydi ve ikisi de umut etmekten korkuyordu. Bunu söylemek istediğinde
kendini durdurdu ve başka cümleler kurarak konuşmaya başladı “ikinizde beni dinleyin.
Yanlış yollardan gitmiş olabilirsiniz. Hatalar da yapmış olabilirsiniz.
Birbirinizin yokluğunu baksa insanlarla kapatmayı da denemiş olabilirsiniz. İkinizin
de birbirinizi görmemesinin sebebi hissettiğiniz suçluluk duygusu.
Affedilemeyeceğinize o kadar inanıyorsunuz ki gözleriniz görmez olmuş. Ancak
tek bir şeyi anlamanız gerekiyor. O da birbirinizi sevdiğiniz. Başınıza ne
gelirse gelsin, ne olursa olsun siz birbirinizi seviyorsunuz. Artık
ayrılamazsınız. Bedenlerinizi ayırabilirsiniz ama ya kurduğunuz hayaller.
Onları nasıl ayrı tutacaksınız. Siz aşksınız. Yapmanız gereken bir tek doğru
var ve o doğru birbirinizde saklı” dedi ve ikisi de ağlamaya başladı. Onlar
ağlarken kız konuşmaya devam etti “aptallık yapmayın ve sarılın birbirinize.”
Onlar birbirine sarıldığı sırada kız kendini zifiri bir karanlıkta buldu.
Artık anlamaya başladığını
düşünüyordu. Belki de aşkı içine girmeden tam olarak anlayamayacaktı ama en
azından onun nasıl olmayacağını öğrenmişti. Aşk evrendeki en büyük ve en güzel
şeydi ve insan âşık olduğu zaman geri kalanlar önemini kaybediyordu. Aşkı
anlamaya başladığı sırada etrafı geniş bir biçimde aydınlandı ve tam karşısında
beyaz mermerden yapılmış bir masa duruyordu.
Bir anlık şaşkınlıktan sonra
masanın üzerinde duran eskimiş parşömeni fark etti. Parşömenin üzerinde bir
harita vardı. Onu incelemeye başladığında üzerinde bilmediği bir dilde yazılmış
yazıları ve daha önce hiç görmediği işaretleri gördü. Sadece haritanın sol
üstünde ve sağ altında anlayabileceği yazılar yazıyordu. Sol üstte “aşkın yolu”
yazarken sağ altta “bu harita gerçek aşkın yerini gösterir” yazıyordu. Demek ki
dedi kendine aşkı bilenler bu haritaya sahip olmuşlardı. Tam aşka giden yolu
bulduğa sevinirken arkasından kalın, çatallı ve çok korkutucu bir ses duydu “ver
onu bana.” Herhalde ölümün bir sesi olsaydı bu kadar korkutucu olamazdı.
Kız geriye doğru birkaç adım
attı. Sen onu o kadar korkutmuştu ki bir an önce kaçıp gitmek istiyordu. Ancak
asıl korkuyu sesin kaynağını gördüğünde hissetti. Karşısında simsiyah zırh
giymiş birisi vardı. Boyu gördüğü en uzun insandan çok daha uzundu. Gözlerinden
alevler fışkırıyordu sanki. Etrafına o kadar yoğun bir sülfür kokusu
yayılıyordu ki kız nefes almakta zorlanıyordu ve o daha sert bir tonda tekrar
konuştu “ver onu bana.”
Kız ne yapacağını bilemiyordu. Ardına
bakmadan kaçmak istiyordu. Hatta istediği tek şey buydu. Arkasına dönüp koşmaya
karar verdiğinde kıpırdayamadığını fark etti. Bu esnada karşısındaki yaratık, çünkü
insan olamazdı o, kıza doğru yürümeye başladı. Her adım attığında etraf daha
fazla ısınıyordu. Kızın yanına geldiğinde elini kızın koluna koydu. O an kız
çok derin bir çığlık atmak istedi ama yapamadı. Kızın hayatı boyunca hissettiği
en şiddetli acıydı ve yaratık kahkahalar atarak haritayı aldı ve ortadan
kayboldu. Sonrasında kız kendini kütüphanede buldu.
İçindeki çok konuşan geveze ses
ona hayatının hatasını yaptığını söylüyordu. İşin kötü tarafı o sesin her zaman
doğruyu söylemesiydi. O kadar kötü bir his vardı ki içinde ne yapacağını
bilemiyordu. Bu yüzden kitaba sormaya karar verdi. Nelerin olup bittiğine dair
hiçbir fikri yoktu ve “ben ne yaptım?” diye sordu.
Aldığı cevap ise nefesinin
kesilmesine sebep oldu. Kitabın üzerinde kralın kolunda bıraktığı el iziyle
aynı bordo renginde” Artık kötü kralın aşkı ele geçirmesinin önünde hiçbir
engel kalmadı” yazıyordu.
Hiç vakit kaybetmeden “onu
durdurmak için ne yapabilirim?” diye sordu ve aldığı cevapla yere yığıldı.
Kitabın üzerinde aynı bordo renk ile “artık senin bu hikâyede bir rolün kalmadı”
yazıyordu.