Bu noktada insanların çok büyük bölümü hayallerini
bırakıp gerçekliği seçti. Hayallerin peşinden gitmek yorucuydu. Hayallerde çok
büyük bir belirsizlik vardı ve o belirsizliğe rağmen ilerlemek gerekirdi. Herkes
bu yolda ilerleyemezdi bu yüzden. Hayallerin peşinden gitmek asla doğmayacak
bir güneşi beklemek gibiydi. Var olmayan, karanlık bir yolda yürümek yerine
gerçeğin renkli kaldırımlarını tercih ederdi insan.
İnsan gerçekliği seçtiği zaman dahi yine de
hayallerinden vazgeçemedi. Ancak hayallerinin peşinden gidecek kadar güçlü
değildi. Bu yüzden hayallerin içlerini boşaltıp onların içlerini bez bebebekler
gibi nesnelerle doldurdular. Gerçeklik ise insanlara istediği tüm nesneleri
verdi. Bunun üzerine de insanlar sanki istekleri yerine getirilmiş gibi mutlu
taklidi yapmaya başladılar. Onlar kazandıklarını düşündükleri sırada aslında
kaybetmeye başlamıştı.
Gerçeklik insanlara mutluluğu, umudu, sevgiyi renkli
ambalajlarda sunarken aslında onlara hiçbir şey vermedi. Nasıl hayallerin içi
boşaltılıp nesnelerle doldurulduysa duygularda renkli ambalajlarla paketlenip
uygun fiyatlara satıldı. İnsanlar nesnelerde hayallerini bulup duyguları satın
almaya başladı. Bu alışverişten yepyeni bir sistem doğdu ve sistem sadece
taklitler üretti. İnsanın hayalleri ve duyguları yok oldu bu şekilde.
Yok olan duyguların arasında öyle bir tanesi vardı
ki her şey ondan doğardı. Gelin kaybolan masumiyeti dinleyelim birlikte ve
neler kaybettiğimizi düşünelim.
Puslu bir gündü. Güneş yavaşça batmaya hazırlanırken
koyu renkli bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Yağmurdan önceki son
zamanlardı. Gökyüzüne bakan herkes kısa bir süre sonra küçük ölçekli bir
fırtınanın kopacağını biliyordu. Bu yüzden hemen hemen herkes dışarıya çıkarken
şemsiyelerini yanına almıştı. Şemsiyesi olmayanlar ise binaların gölgelerinden
yürüyordu bir parça da olsa korunabilmek için.
Bu esnada şehrin uzak bir bölümünde eskimiş bir
mezarlık vardı. Çok uzun zamandır oradaydı mezarlık. Mezar taşlarının
tasarımından veya üzerlerindeki tarihlerden birçok neslin orada yattığı
anlaşılabiliyordu. Mezarlığın pek ziyaretçisi olmazdı. Biraz dış dünyadan tecrit
bir dünyaydı. Yaşayanlar hayatlarına devam edebilmek için uzaklaşmayı ve
unutmayı seçiyordu.
Ancak o gün mezarlığın ziyaretçileri vardı. Sayıları
birkaç elin parmağını geçmeyen insan şemsiyelerin altına sığınmış bir şekilde
bekliyordu. Henüz kapanmamış bir mezarın yanı başındaydılar. Tabut mezarın
içine indirilmiş ve erkekler sırası ile toprak atmaya başlamıştı. Kadınlar ise
biraz daha uzakta duruyor ve çocukların bakmasına engel olmaya çalışıyorlardı.
O ise annesinin tüm engellemelerinden kurtulup
şemsiyelerin altından çıkmayı başardı. Kadınlar arkasında ağlarken o kollarını
iki yanında sarkıtıp mezarın toprakla dolmasını seyrediyordu. Olanlara anlam
veremiyordu. Babasını bir daha göremeyecekti. O ölmüştü ve üzeri toprakla
kaplanıyordu ama insanlar neden ağlıyordu. Neden ailesi günlerdir uyumamıştı. Ölümün
ne olduğunu bilecek yaştaydı. Babası ölmüştü ve hiçbir şey hissetmiyordu.
Aslında babası onunla hep ilgilenmişti. Ona oyuncaklar
alıp, oyunlar oynamıştı. Nasıl o zamanlar mutlu olmamışsa babası öldüğünde de
üzülemiyordu. O hayatı boyunca acaba hiç üzülüp üzülmediğini düşünürken hafif
bir yağmur başladı. Yağmur başladıktan sonra erkekler toprak atma işini biraz
daha hızlandırıp, kadınlar ise şemsiyelerin altına saklandılar. O ise damlalar
saçlarına düşerken kıpırdamamaya devam ediyordu.
Her şey o kadar anlamsız geliyordu ki sanki oraya
ait değilmiş gibi hissediyordu. Bir süre daha seyrettikten sonra mezarlıkta
dolaşan pembe tavşanları fark etti ve gülümsemeye başladı. Tavşanlar ortalıkta
koşuşturdukça neşesi katlanarak arttı. Bir süre sonra benekli, mavi geyikler
tavşanlara katılmıştı. Rengârenk kuşlar gelip şarkılarını söyledikleri sırada
annesi kolundan tutup çekmeye başladı. Islanması, eve dönmekle alakalı bir
şeyler söylüyordu ama onu dinlemedi. O kadar hızlı bir şekilde gitmişti ki
hayvanlara hoşça kal deme fırsatı bile olmamıştı.
Yürürken sürekli arkasına bakıyor ve ağlayan pembe
tavşanları gördükçe yürümek istemiyordu ama annesi onu kolundan sıkıca tutuyor
ve o yürümedikçe çekiştiriyordu. Her ne kadar kuşlar yol boyunca onu takip edip
şarkı söyleseler de eve gittiğinde her şey dışarıda kalmıştı. Evde olmayı hiç
sevmiyordu.
…
Babası öldükten sonra günler, hatta aylar geçti. Hayatında
pek bir şey değişmemiş, hatta aynı kalmıştı. Herkes babasını özlediğini
söylerken o ise özlemin kelime anlamını merak ediyordu. Evlerindeki küçük
sözlükten bakmış ve kesinlikle özlemediğine karar vermişti. Zaten orada anlamı yazan
duyguların birçoğunun ne olduğu bilmiyordu. Hiç hissetmemişti onları. Belki de
bu yüzden oldukça anlamsız ve boş geliyordu hayat.
Bir gün annesi onu parka götürmüştü. Evdeyken hiçbir
şey yapmayıp karanlık bir köşede oturduğu için annesi onu dışarıya çıkarmak
istemişti. Annesi onun babasının ölümüne üzüldüğü için böyle davrandığını
düşünüyordu. Ancak ona olanlar yeni değildi. Kendini bildi bileli aynıydı. Hasta
olduğunu düşünüyordu ve hastalığının ismi duygusuzluktu. Bir keresinde dişçi
onun dişini çekmişti. Sanki birisi onun duygularını çekip almıştı. Hiçbir bir
şey yapmak istemiyordu ve parkta olmanın onun için bir anlamı yoktu.
Annesi onu kaydırağa götürüyor, merdivenlerden
yukarıya çıkartıp kaymasını istiyordu. Sonra o kaydırağın başında beklerken
fotoğraflarını çekiyordu. Onun için parkın hiçbir anlamı yoktu. Kaydırağın da
öyle. Fazla kısaydı. Belki daha uzun olsa ve dünyanın merkezine yolculukla
alakalı okuduğu kitapta anlatılanları görebilirdi.
Belki dünyanın içinde başka bir dünya daha vardı. Belki
de o dünya anlamsız değildi. Daha uzun bir kaydırak yapılmadığı için öteki
dünyaya gidemiyor, anlamsız hayatını yaşamaya devam ediyordu.
Kaydıraktan kayarak eğlenebilen çocukları da
anlayamıyordu. Onlar gibi eğlenemiyordu. Zaten eğlenmek de anlamını bilmediği
kelimelerden birisiydi. Parkta hemen her şey iki kişilikti. Tek başına onlarla
oynayamıyordu. Tahterevalli gibi mesela. Tek başına oynamaya kalksa hep aşağıda
kalıyordu. Yukarıya çıkmak için bir başkasına ihtiyaç duyuyordu. Ancak o hep
tek başına oturur ve hep aşağıda kalırdı.
Aslında onun için aşağıda veya yukarıda olmak
arasında hiçbir fark yoktu. Aşağıda olmak istediği zamanlarda tahterevalliye biniyor.
Yukarı çıkmak istediği zaman ise merdivene tırmanıyordu. Tırmandıktan sonra
kendini yatay çubuklara asıyordu. Düşüyordu.
Tüm güç tükenene kadar yukarıda kalıyor
ve sonra aşağı düşüyordu. Annesi ise koşarak geliyor ve açılmış yaralara bakıp
endişeleniyordu. Oysa onun canı yanmıyordu. Bacağı kırıldığı zamanda yanmamıştı
canı.
…
Aradan birkaç ay daha geçtikten sonra dayısı ona
ufak bir teleskop almaya karar verdi. Ailesi dâhil kimseyle konuşmuyor,
odasındaki o soğuk köşeden hiç ayrılmıyordu. Dayısı teleskopu onu doktora
götürdükten sonra almıştı. Onun için beyaz önlük giymeyen ve bolca konuşan bir
adamdı. Hatta ciğerlerini bile dinlememiş, ilaç bile yazmamıştı. Bunların yerine
babası ile alakalı bir sürü soru sormuştu.
Doktora bir süre boyunca sürekli gitmişti. Her gittiğinde
birkaç test yapmıştı doktor. Hatta onun okumayı erken öğrenmesine oldukça
şaşırmıştı. En son gittiğinde ise daha fazla dayanamamış ve “ben hastayım, lütfen
beni iyileştirin” demişti.
Doktorunu annesi ile konuşurken duyduğunda onun
duygularını çok fazla bastırdığından bahsetmiş ve gezegenlere ilgisi yüzünden
ufak bir teleskop almalarını önermişti. Doktorun dediğine göre gezegenlerin
boşluğunu gördüğünde dünyada yaşamı tercih ederdi. Bu yüzden teleskop alınmış
ona.
Teleskopu ile gezegenlere bakıp, ayı seyrediyordu ve
bunu havanın açık olduğu her akşam yapıyordu. Gezegenler hiç okuduğu
ansiklopedilerdeki gibi değildi. Hatta çok daha güzeldi. Onlarda yaşayabilirdi.
Kimsesiz ve yalnız mutlu bile olabilirdi. Ayrıca teleskopunun kimsenin
bilmediği bir özelliği daha vardı ve onunla istediği gezegene gidebiliyordu.
Gezegenler arasında dolaşmayı seviyordu. Gittiği yerlerde
yalnız oluyor ve başkalarını anlamadığı için kendini suçlamıyordu. Hasta olup
olmamasının bir önemi kalmıyordu. Zaten gittiği doktorda bildiği başka hiçbir
doktora benzemiyordu. Doktoru hiçbir şey yapmamıştı. Demek ki hastalığının bir
tedavisi yoktu. Bu yüzden yalnız kalması onun için çok daha iyiydi.
Sıklıkla gittiği gezegenlerden birisi Mars’tı. Mars küçük
kırmızı bir gezegendi ve içinde pek bir şey yoktu. Oralarda hava olmadığı için
astronot kostümü giymek zorunda kalıyordu. O büyük, beyaz elbise pek rahat
olmasa da alışmıştı onunla yaşamaya. Zaten Mars’ta ki evine gittiği zaman
makineler onun için hava üretiyor ve bu sayede astronot elbisesini
çıkartıyordu.
Marstaki evi pek büyük değildi. Zaten büyük bir eve
ihtiyacı yoktu. Bir kişiydi ve tek odalı bir ev ona yetiyordu. Televizyon Mars’ta
çekmediği için ona da ihtiyacı yoktu. Evinde gereksiz hiçbir şey yoktu. Bir
koltuk ve bir yatak ona yetiyordu. Acıktığı zaman toprağın altındaki yeşil
meyvelerden yiyor, canı sıkılınca üç gözlü uzay hayvanları ile oynuyordu. Onlar
oyun oynamaktan başka bir şey istemiyordu. Bu yüzden onları anlamak çok
kolaydı.
Bir süre boyunca tek kişilik evinde oturduktan sonra
evinden çıkıp kırmızı gezegende dolaşmaya başladı. Dışarıda çeşitli uzay
hayvanları onu görünce zıplamaya başladı. Onlarla oyun oynamak çok güzeldi. Farklı
olmalarının, 3 gözlerinin veya tek gözlerinin olmasının hiçbir önemi yoktu. Onun
arkadaşlarıydılar ve topraktan çıkan yeşil meyveleri çok seviyorlardı.
…
Zamanının büyük bölümünü evinde geçiriyordu. Evinde geçirdiği
vakitlerin çoğunda odasına kapanıp oyuncakları ile oynuyorlardı. Karanlık köşesinde
oturuyor ve hava kararınca teleskopundan bakıyor ve gezegenler arası yolculuk
yapıyordu.
Tam evde yaşamanın yollarını bulmuşken onu evden
çıkarıp okula yollamışlardı. Okula gitmesi çok gereksizdi. Okumayı, yazmayı
zaten biliyordu. Bir sürü çocuk vardı ve saçma sapan şeyler oluyordu. Oyunları o
kadar anlamsızdı ki herhangi birisine katılmıyordu. Dersleri zaten biliyordu ve
okulun onun için hiçbir anlamı yoktu.
Teneffüse çıktıklarında bir sürü siyah önlük giyen
çocuk bahçeye doluşmuştu. Her ders arasında onlarla birlikte bahçeye çıkıyor ve
teneffüsün bitmesini bekliyordu. Dersler kadar sıkıcı değildi teneffüsler. Bu yüzden
onları sevdiği bile söylenebilirdi. Ayrıca diğer gezegenlere o kadar sık
gitmişti ki o yetenek teleskopundan ona geçmişti. Artık istediği zaman diğer
gezegenlere gidebiliyordu.
O gün arkadaşları toprak bahçede oyunlar oynarken
okulun dış duvarının üstüne oturmuştu. Nedense zaman hiç akmıyordu. Kolundaki plastik
saate baktığında saatin kaplumbağadan bile daha yavaş hareket ettiğini fark
etti. Böyle olduğu zamanlarda başka gezegenlere gitmek isterdi. Okulda olduğu
zamanlarda yolculuk yapmayı sevmezdi ama gitmeyi o kadar istiyordu ki kendine
engel olamadı ve gözlerini kapattı.
Gözlerini açtığında kurak gri bir yerdeydi. Etrafına
baktığında hiçbir şey göremedi. Ay’ı bu yüzden seviyordu. Orada tam anlamıyla
yalnız kalabiliyordu. Bir süre boyunca tam karşısındaki mavi gezegene baktı. Dünya
onun baktığı yerden harika gözüküyordu. Belki de Dünya’yı en çok oradan
seviyordu.
Ay’da hiç arkadaşı yoktu onun. Hatta ayda hiç kimse yaşamazdı.
Ancak bilmediği bir nedenden ötürü uzaylılar Ay’a çok sık geliyordu. Ay’da
onların istediği bir şey vardı ve bu yüzden burayı çok sık istila ediyorlardı. Gökyüzünde
onların uzay gemilerini gördüğünde başka bir istilanın eşiğinde olduğunu anladı
ama önlemlerini almış ve yeşil plastik askerlerini Ay’a yerleştirmişti. Daha önce
uzaylıları defalarca kez geri püskürmüştü. Askerlerine hazır olmalarını
söyledi. Ay’ı ne pahasına olursa olsun kaybetmeyecekti.
Uzay gemileri yaklaşıp uzaylılar inmeye
başladıklarında askerlerine saldırı emrini verdi ve karşılıklı ateş başladı. Bir
anda her yandan silah sesleri yankılanmaya başladı. Askerleri ayın yüzeyindeki
çukurlara siper aldı ve o da onların tam yanında emirler yağdırıyordu. Uzaylılar
her yerden geliyorlardı. Bir anda etrafları kuşatılmıştı. Topçularına ateş
emrini verdiğinde hiçbir ses duyulmadı. Her yerde patlamalar olup, ateşler
yükselirken hiç ses yankılanmadı. Ay’da hava yoktu ve hiç ses çıkmıyordu.
Etrafa uçuşan toprak parçalarının arasında askerlerine ne olursa olsun
bayraklarını koruma emrini verdi.
Topçularının atışından sonra etraf biraz
sakinleşmişti ve askerlerine saldırı emrini verdi. Ancak askerleri
siperlerinden çıktığı anda saklandıkları yerlerden çıkan uzaylılar yoğun bir
karşı ateşe başladı. İleriye doğru koşan askerleri teker teker yere düşmeye
başladı. Uzaylılar saklanmıştı ve bunu hiç beklemiyordu. Çaresiz bir şekilde
askerlerinin kaybını izlemeye başladı. Ne yapacağını bilmiyordu. Tam savaşı
kaybedeceğini düşündüğü sırada bir adamın yanına yaklaştığını gördü. Adam “askerlerine
yere yatmalarını emret ve siperdeki adamların karşı ateşe başlasınlar” diye
bağırdı ve adamın dediklerini emretti.
Adamın dediğini yaptığında avantaja geçtiğini fark
etti. Bu arada adam silah alıp savaşmaya başlamıştı bile. Kısa bir süre sonra
uzaylılar gemilerine binip kaçmaya başladı. Bir savaşı daha atlatmıştı. Hemen askerlerine
dönüp yaralılarla ilgilenilmesini emretti. Daha sonra adama dönüp “teşekkür
ederim, yardım etmeseydin bu savaşı kaybedecektik” dedi minnettar bir ses
tonuyla.
“Pes etmediğin sürece hiçbir savaşı
kaybetmeyeceksin. Yeter ki bir an için bile vazgeçme. Eğer sen pes edersen
yanında dünyanın en iyi komutanı olsa bile kaybedersin. Bunu sakın unutma ve
sakın vazgeçme” adam cümlelerini bitirdiğinde asker selamı verip uzaklaşmaya
başladı. Çocuk telsizinden her ne kadar durmasını söylese de adam durmadı ve
kısa bir süre sonra ortadan kayboldu.
…
Adamı görmesinin üzerinden haftalar hatta aylar geçmişti.
Bir süre boyunca onu başka gezegenlerde arasa da bulamamıştı. Gezegenler arası
yolculuk yapan tek kişinin sadece kendisi olduğuna inanıyordu ama yanılmıştı. Onun
gibi bir başkası daha vardı ve o savaşmayı çok iyi biliyordu. Ondan öğreneceği
çok şey vardı.
Okula gitmeyi hiç sevmiyordu ve gitmemek için
elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu nedenle de oldukça sık hasta oluyordu. Hasta
olmak için yeteri kadar istemenin yeterli olduğunu anlamıştı. O günde aynısını
yapıp evde kalmıştı. Şansına da aile üyelerinin geleceği tutmuştu. Sevmezdi onları.
Ona sorsanız kimseyi sevmezdi.
Akrabaları gelmeseydi yatağında yatar ve sıkılınca
oyuncakları ile oynardı. Gelenlerin bir kızı vardı onunla oynamayı hiç
sevmezdi. Yaşıt olmalarına rağmen aralarında uçurumlar vardı. Kız, yani kuzeni
söylediği hiçbir şeyi anlamıyordu. Oyuncaklarıyla kurduğu ay üssünü korumak
oyununu oynamak yerine evcilik gibi saçma oyunlar oynamak istiyordu. Bir de o
gün aile fotoğrafı çekilecekti. Sevmiyordu aile fotoğraflarını. Herkes sahte
gülücük maskeleri takıp mutlu numarası yapardı. O fotoğraftaki kimse gerçek
olmazdı. Nedense oyuncak bebekler gibi görünmeye çalışırlardı.
Herkes fotoğraf için anlamsız pozlar verirken o dinozor
oyuncağını alıp yere baktı. Orada olmak istemiyordu. Ailesini görüp, aptal
kuzenleriyle oynamak da istemiyordu. Onlar bu şekilde davrandıkça Dünya’da
kalmak için bir sebebi kalmıyordu. Bazen gezegenlere gittiğinde astronot
elbisesini çıkartıp boğulmak istiyordu ama ölürse babasının yanına giderdi ve
bunu hiç istemiyordu.
Ona gülümse baskısı yapılmasını da hiç sevmezdi. Gülümsemeyi
bilmemesini hiçbir zaman anlayamamışlardı. Etrafında ailesi kahkahalar atarken
o gözlerini kapattı. Başka gezegenlere gitmeyi gece olunca daha çok seviyordu. Gündüz
yaptığında ailesi onun bayılmış sanıp hastaneye götürüyorlardı hep. Elbette orada
hiçbir şey yapılmıyordu. Onların bildiği bir şekilde hasta değildi. Aslında hastaydı
ama hastalığı çok başkaydı. Onu kimse anlamıyordu.
Gözlerini açtığında bambaşka bir gezegendeydi. Orayı
keşfedeli fazla zaman olmamıştı. Gezegen güneş sisteminden çok uzaktaydı. Belki
de bu yüzden orayı çok seviyordu. Gezegenin iki tane güneşi, üç tane de ayı vardı.
Güneşlerden birisi koyu kırmızı diğeri turuncu renkteydi. Çok farklı ağaçları
ve rengârenk uzaylı hayvanları vardı. En güzel tarafı ise astronot elbisesi
giymesine gerek olmamasıydı.
Orası çok güzel bir gezegendi. Çok güzel meyveleri,
arkadaş canlısı hayvanları vardı. Orada hiç sıkılmazdı. Düşman uzaylılar da
yoktu Ayrıca orada kendilerine Nepli diyen uzaylılar vardı. Onlarla bir barış
anlaşması yaptığında uzaylılar karşılık olarak evini yapmıştı.
İnsanlar gibi sıkıcı değil çok daha eğlenceliydiler.
Sürekli olarak şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Oyunları çok eğlenceliydi. Orada
yerçekimi az olduğu için kim daha yükseğe zıplar yarışması yapıyorlardı.
Neplililer bir insandan çok daha kısa ve mavi renkteydiler. Erkelerinin siyah,
dişilerinin ise kırmızı çizgileri vardı. Neplililerin rengi yaşlandıkça
koyulaşırdı. Bebekleri açık mavi, yaşlıları ise koyu mavi olurdu. Onlarla yaşamak
çok güzeldi. Rengârenk bir dünyaydı orası.
O gün uzaylılarla oyun oynuyordu. Onlara futbol
oynamayı öğretmişti. Üç bacakları olduğu için oldukça yetenekliydiler. Çok güzel
vakit geçiriyordu orada. O gezegene aitti başka bir yere değil. Tam kendini
oyuna kaptırdığı sırada bir ses duydu “bende oynayabilir miyim?”
Dönüp baktığında uzaylılarla savaşmasına yardım eden
adamı gördü. Bu sefer biraz da dikkatli inceleme fırsatı olmuştu. Dökülmüş saçlarının
aralarına beyazlar düşmüştü. Belki babasıyla yaşıt olabilirdi. Fazla kilolu
değildi ve ciddi bir yüz ifadesi vardı. Gülümsemek yüzünde güzel duruyordu. Sanki
nasıl gülümseyeceğini bilmiyordu adam. “Tabi ki” dedi biraz şaşkın bir sesle.
“İstersen gel biraz konuşalım seninle” dedi adam. Sesi
huzur vericiydi ve garip bir biçimde tanıdık geliyordu. Adamın eliyle işaret
ettiği yöne doğru ilerlediler. Yürüdükleri süre boyunca hiç konuşmadılar. Bir süre
sonra durduklarında çocuk “benimle ne konuşmak istiyorsun? Yanlış bir şey mi yaptım?”
diye sordu yüzünden meraklı bir ifade vardı.
“hiçbir şey yanlış yapmadın. Aksine hep doğru
olanları yaptın” dedi adam yüzündeki gülümseme biraz daha büyümüştü. “Sadece
neden burada olduğunu merak ediyorum. Neden evinde ailenle birlikte değil
buradasın?”
“Bilmiyorum” diye cevap verdi çocuk “ben buraya
aidim, burası benim evim.” Konuşurken kollarını iki yana açıp sert bir şekilde
vurguladı kelimeleri “benim evim burası.”
Çocuğun cevabı üzerine adam hafifçe gülümsedi ve biliyormuşçasına
başını salladı “ama neden evin burası? İstediğin zaman ailenin yanına
dönebilirsin. Neden uzaktasın?”
Bu soruların üzerine çocuk geriye doğru bir adım
attı, durdu, düşündü. Ne söyleyeceğini bilemedi. Vermesi gereken cevapları
kendisi bile bilmiyordu. Onun sessizliği üzerine adam konuşmaya devam etti “biliyorsun
bunların hiçbiri gerçek değil. Sen sadece kendini kandırıyorsun. Hayattan kaçıyorsun
ve kaçarken kendine başka dünyalar yaratıyorsun. Merak etme seni çok iyi
anlıyorum ama sadece sebebini bilmek istiyorum.”
Adamın sözleri üzerine çocuk birkaç adım daha
çekilip kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. Tam bu esnada gezegende
çatlaklar oluşmaya başladı.
Bunları gören çocuğun korkusu arttı ve adam
konuşmaya devam etti “ben senin geleceğinim. Büyüyünce ne astronot oluyorsun ne
de uzaya gidiyorsun. Hiçbir şey olamıyorsun hayatta çünkü hissedemiyorsun,
yaşayamıyorsun. Kaçtığın için hiçbir zaman hayata uyum sağlayamıyorsun ve hep
dışarıda kalıyorsun. Otuz yıl boyunca hiçbir şey değişmiyor. Gittiğin
gezegenlerde kayboluyor zamanla ve hiçbir şeyin kalmıyor. Lütfen nasıl
başladığını söyle.”
Adam cümlesini bitirdiğinde gezegen milyarlarca
küçük parçaya bölündü. Çocuk ile adam hiçliğin ortasında baş başa kaldıklarında
“git buradan” diye bağırdı ve adam kayboldu. Daha sonra gezegenin parçalarını
toplamaya başladı. Sahi neden onun hiç evi olmamıştı