Bir çocuk masalı, ikinci bölüm

Bir çocuk masalı, birinci bölüm
İnsanın en önemli varlığıydı masumiyeti. Onun sayesinde karanlık bir dünyada aydınlıkta kalmayı başarabilirdi. Hayatın gerçek karanlığını gören insan yaşayamazdı. Masumiyet ise aradaki sınırdı. İnsanın karanlıkta yol almasını sağlayan ışıktı. Belki de dünyayı aydınlatan güneşti. İnsan masumiyetini kaybettikçe karanlığa gömülürdü. Giden masumiyetin geri dönüşü olmadığı için karanlıktan çıkış da mümkün olmazdı.

Masumiyet toplumun en önemli değeri iken zamanla tüm önemini kaybetti. Onu arayanlar bir bebeğin gülümsemesine bakar oldu. Masumiyet bir zamanlar evrenin her yerine yayılmışken zamanla onun evrende kapladığı alan azaldı. Bir zamanlar masumiyet evrenin en büyük güzelliklerinden birisi iken zamanla güzelliğin tanımı yeniden yapıldı ve masumiyet listenin dışına atıldı. Bir zamanlar insan masum kalabilmek için çabalarken günümüzde onu kaybetmek bir zenginlik göstergesi oldu.

Kim daha az masumsa o toplumda yükseklere çıktı. Kim daha kirliyse o hep kazanan oldu. Masumiyet ise ürün satmak için kullanılan bir araç haline geldi. Her duygu gibi o da maddeye bağlandı. İnsan eğer yeteri kadar tüketirse nasıl mutlu olabiliyorsa masum da olabildi. Masumiyete sahip olabilmek için cüzdanın kabarık olması yeterliydi. Oysa bunların hepsi yalandı ve masumiyet sadece bir bebeğin gülümsemesinde saklanır olmuştu.

Size anlatacağım masalı iyi dinleyin. Belki de dünyada kalan son masumiyet bu satırlarda saklanmıştır.

Gri duvarlı büyükçe bir binada koridorlar boyunca hiçbir renk yoktu. Duvarlarda hiçbir süsleme de yoktu. Binanın güzel görünmek gibi bir çabası hiç olmamıştı. Güzel görünmek gibi bir ihtiyacı da olmamıştı. Bina oldukça büyüktü ve çok kattan oluşuyordu. Şehrin ortasında renksiz bir kale gibi yükseliyordu. İçerideki çok sayıda odada hâkim renk gri ve beyazdı. Onlara az sayıda mobilyanın üzerinde bulunan mavi eşlik ediyordu.

Koridorlarda pek insan yoktu. Fazla ses çıkmıyor, kimse konuşmuyordu. Bazen gri duvarlarda ağlama veya çığlıklar yankılanıyordu. Onlar yankılandığı zaman odalarında duran insanların yüzü buruşuyordu. Ancak onlara alışılmıştı, yapacak bir şey yoktu. Bu yüzden sesler çok fazla önemsenmiyordu. Binanın soğuk bir havası vardı. Gelen fazla kalmak istemiyordu.

O gün en baskın şey içeriye doğru koşan birkaç kişinin mermer zemine çarpan ayaklarının sesiydi. Beyaz önlük giymiş erkek ve kadınlar bir süre koşuşturduktan sonra sağ taraflarındaki bir odadan içeriye girdiler. Kapıdan içeriye girdikten sonra “hastanın durumu nasıl?” diye sordu beyaz giyen adamların en yaşlısı.

Odadaki tek yatakta yakan çocuğun hemen yanında duran beyaz giyimli kadın “kalp ritmi ve oksijen miktarı normal. Hiçbir belirti yok ancak yine de tepki vermiyor. Bazı testler uyguladık cevap bekliyoruz” dedi. Bunun üzerine beyaz giyen yaşlı adam etrafa emirler yağdırmaya başladı. Ardından yatağın hemen yanında duran gözü yaşlı kadına dönüp “nasıl oldu?” diye sordu.

Gözü yaşlı kadın başlangıçta konuşmakta zorlandı. Boğazında düğümlenen kelimelerden köprüler yapabilirdi o vakit. Ancak kısa bir süre sonra kelimeleri gözyaşına bulanmış bir şekilde dökülmeye başladı “Doktor bey oğlum arada bayılır ama bir süre geçtikten sonra ayılır. Hastaneye götürdük, testler yapıldı ama hiçbir şey çıkmadı. Aile fotoğrafı çekiliyorduk tekrar bayıldı ve saatler geçmesine rağmen ayılmadı.”

“Oğlunuzun neyi olduğunu henüz bilmiyoruz” dedi doktor teselli eder bir şekilde. “ama emin olun onu iyileştirmek için elimizden geleni yapacağız.” Doktor konuşmasını bitirdiğinde hızlı bir şekilde odayı terk etti. Kısa bir süre sonra içeriye başka doktorlar ve hemşireler girdi aynı telaş içinde.

Tam bu esnada dünyadan yetmiş yedi milyon kilometre uzakta kırmızı bir gezegende çok başka şeyler oluyordu.

Bir zamanlar capcanlı olan kırmızı topraklarda artık hiçbir şey kalmamıştı. Eskiden orada sadece eğlence varken artık hüzün hâkimdi her yere. Bir zamanlar uzaylı hayvanlarla dolu olan marsın yüzeyi bomboştu. Güneş ışınları bile sanki oraya gelmek istemiyordu.

Marsın kırmızı topraklarında ardında ayak izlerini bırakarak yürürken etrafı inceliyor ve uzaylı hayvan arkadaşlarını arıyordu. Daha doğrusu hala yaşayanlarını. Bütün arkadaşları kurşuna dizilmişçesine yerde yatıyordu. Onların cansız bedenleri arasında dolaşırken her birinin yanına gidiyor ve yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Canı o kadar fazla yanıyordu ki bunu herhangi bir şekilde tarif etme ihtimali yoktu.

Kendini kaybetmiş bir şekilde arkadaşlarının cansız bedenleri arasında dolaştıktan sonra daha fazla dayanamayıp yere oturdu. Sanki birisi midesini ve soluk borusunu sıkıyordu. Yüzündeki tüm kaslar gerilmiş gibiydi. Kısa bir süre sonra yüzündeki kasların acımaya başladığını hissetti. Gözlerinin arka tarafında çok yoğun bir baskı vardı. Sanki gözleri dışarı çıkmak istiyordu. İlk kez bu şekilde hissediyordu her şey çok garipti.

Uzun bir süre boyunca yerden kalkmadı ta ki yoğun bir ateş sesi duyana kadar. Sesi duyduğunda oturduğu yerden fırlayarak kalkıp arkasına baktı. Şimdiye kadar gördüğü en büyük uzaylı istila filosu karşısındaydı. Gökyüzü uzay gemileri ile kaplanmıştı ve tüm gemiler aynı anda ateş ediyordu. O kadar büyük bir gürültü vardı ki sağır olacağını düşündü. Bir an bile düşünmeden koşmaya başladı.

Koşarken zıplıyor, eğiliyor ve sürekli yön değiştiriyordu. Kurşunlar o kadar yakınından geçiyordu ki onların rüzgârını hissedebiliyordu. Koşarken uzaylıların kötü nişancılar olduğu için şükretti. Biraz daha ilerledikten sonra gemilerinden inen uzaylı askerler onu kovalamaya başladı. Bir süre daha koştuktan sonra yolu uzaylılar tarafından kesildiğinde daha fazla koşamayacağını anladı. Uzaylılar etrafını sarmıştı ve tüm namlular ona dönüktü. Derin bir nefes aldı ve “ben burada yaşamak istemiyorum” dedi kollarını iki yana açtığı sırada. O anda Mars büyük bir gürültü ile patladı ve çocuk kendini simsiyah bir boşlukta buldu.


 Kendini yalnız hissetmek istediğinde gittiği iki yer vardı. Bunlardan ilki Ay’dı. Ancak ayda askerleri ve uzaylılar da olduğu için tam anlamıyla yalnız kalamıyordu. Ay her ne kadar sessiz ve ıssız olsa da zamanı gelince orada fırtınalar kopabilirdi. Bu sebeple aya gitmemişti. Ay’ın yerine ismi bile olmayan küçük bir göktaşındaydı.

O göktaşına ev diyordu. Onun gidecek hiçbir yeri yoktu. Zamanın başlangıcından beri bilinçsizce dolaşırdı evrende. Belki de gidecek bir yeri vardı. Belki çok uzun zamandır yolculuk yapmasının sebebi buydu. Ancak o göktaşı gideceği yere ulaşabileceğini bilemezdi. Parçalara ayrılıp yok olabilirdi. Şimdiye kadar kaç parçaya ayrılmıştı kim bilir. Göktaşını kendine o kadar benzetirdi ki sadece onun üzerindeyken özgür olabilirdi. Zaten bu yüzden ona “ev” diyordu.

Göktaşında bir evi yoktu. Ne eve ne de başka bir şeye ihtiyacı vardı. Orada sadece kendisi olurdu ve kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymazdı. O günde göktaşının yüzeyindeki tümseklerden birinin üzerine oturup uzayı seyrediyordu. Yalnızlığı eskiden onu rahatsız etmezdi ve çünkü mutlaka gidecek bir yer bulurdu. Ancak şimdi tüm gezegenler teker teker yok oluyordu. Tüm dostları öldürülüyordu ve bundan nasıl kurtulacağını bilmiyordu.

Bir kraterin tepesinde bir süre boyunca oturup düşündü. İşin garibi ne düşüneceğini bilmiyordu. Ne yapması gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Bilinçsiz bir şekilde oturup uzayı seyrederken sürekli hareket halinde olan zihni durmuş gibiydi. İçinde uzaylıların tekrar geleceğine dair bir korku vardı. Ancak sürekli olarak kendine orada onu bulamayacaklarını söylüyordu. O gün defalarca yanıldığı gibi bir kez daha yanıldığını anladı ona doğru yaklaşan uzay gemilerini gördüğünde.

Orada kalabileceği veya saklanabileceği bir yer yoktu. Kolaylıkla gelip onu yakalayabilirlerdi. “Sana ihtiyacım var” dedi kısık bir sesle “lütfen gel.” O konuşmasını bitirdiğinde uzay gemileri hızlı bir şekilde yaklaşıyordu. Büyükçe bir kayanın arkasına geçtikten sonra siper alıp bekledi.

Ne kadar beklediğini bilmiyordu ancak uzay gemileri oldukça yaklaşmıştı. Tam silahının şarjörünü kontrol ederken bir ses duydu “beni çağırdın galiba.” Geleceği olduğunu söyleyen adam tam yanında duruyordu. Onun kendine ne kadar çok benzediğini fark etti. Adam konuşmaya devam etti “hadi anlat bakalım neler oldu?”

Çocuk olan her şeyi sırasını bolca karıştırarak anlatmaya başladı. Gezegenlerin patlamasından başlayıp uzaylıların saldırısına oradan da arkadaşlarının ve askerlerinin öldürülmesine kadar her şeyi anlattı. Uzaylılardan kaçışını anlatırken her şeyi tekrar yaşıyordu.

Çocuk anlatmayı bitirdiğinde adam “hadi gidelim buradan. Birazdan çok kalabalık olacak” dedi ve çocuğun “ama gidecek hiçbir yer kalmadı” demesine aldırmadan yürümeye başladı. Çocuğun elinden tutup koşar adımlarla ilerlerken adam gizli bir geçidin olduğunu söylüyordu. Bir süre boyunca koşmaya devam ettiler. Bu esnada uzaylılar gemilerinden inip onları takip etmeye başlamışlardı. Bu esnada kraterlerden birinin içine girip yerdeki bir kapağı açıp içine girdiler.

“Burası bizi bir süre boyunca korur” dedi adam “ ama bir an önce ayrılmalıyız.” “nereye gidebiliriz ki her yeri işgal etmişler” dedi çocuk endişeli bir ses tonuyla. Adam sakin ve rahatlatıcı bir tonda “neden evine dönmüyorsun. Orada uzaylılar yok” dedi “hadi gidelim buradan.”

Çocuk gözlerini kapatıp açtığında kendini siyah bir boşlukta buldu.

Gözlerini açtığında sarı bir gezegende buldu kendini. Geleceği ise hemen yanındaydı. Bu gezegeni severdi koyu renkli bir atmosferi vardı. Rüzgârları çok hızlı eserdi. Birçok yerinde gaz bulutları vardı. Hele bazen bulutlar açılır ve gezegeni çevrilen halkalar görülürdü. Öyle zamanlarda gezegeni daha fazla severdi. Birden fazla, rengârenk ay’ı vardı gezegenin. Hepsi de kendince güzeldi ama içlerinden bir tanesi vardı ki onu dünyaya benzetirdi. Satürn’ü dışarıdan seyretmek istediğinde ona giderdi. Ancak bu sefer Satürn’e gitmeyi tercih etmişti.

“Neden buraya geldik?” diye sordu adam. “Burada kimse olmaz diye düşündüm” çocuk cevaplarken etrafa bakınıyordu. Eğer biraz ilerideki uzay gemilerini görmeseydi mutlu bile olabilirdi. Uzay gemileri ile aralarındaki mesafeyi kolaylıkla aşabilirlerdi ancak sonrasında ne yapabileceklerini bilmiyordu.

Karşılarında onlarca uzay gemisi, on binlerce asker ve devasa komuta binaları vardı. Uzaylılardan kaçmak isterlerken karargâhlarının tam ortasına gelmişlerdi. İki kişinin onlarla mücadele etme şansı yoktu. Aslında bu gezegende çocuğunda bir ordusu vardı. Eğer onlara ulaşabilirse savaşı kazanabilirdi. Belki hala yaşıyorlarsa.

Bir süre daha seyrettikten sonra çocuk bir anda “bir saniye şu tepenin arka tarafında savaş sinyali verebileceğim savaş borusu var. Ona ulaşırsak askerlerimi buraya çağırabilirim” dedi kısık bir sesle. “Ancak askerlerini çağırmak tüm uzaylıları buraya getirir” dedi adam “her ihtimalde kaçabilecek bir yerimiz var mı?” “Biraz daha ileride evim var. Orası iyi korunur oraya gidebiliriz” dedi çocuk endişeli bir şekilde.

Adam başıyla gidelim sinyalini verdikten sonra kayaların arkasına saklanarak ilerlemeye başladılar. Gitmeleri gereken yer çok uzakta değildi. Ancak yavaş gitmeleri gerektiği için yol oldukça uzun sürecekti. Sessiz bir şekilde kayalara tırmanmaya başladıklarında ağır ilerleyip ses çıkarmamaya çalışıyorlardı.

Tepeye vardıklarında görünmemek için dua etmeye başladılar. Artık dizleri üzerinde yürümeyi bırakıp sürünmeye başlamışlardı. Ses çıkarmamak için oldukça yavaş hareket ediyorlardı. Tepeyi aştıktan sonra aşağıya doğru inerken daha hızlı hareket etmeye başladılar. Dik ve oldukça büyük olan kayalar arkalarından geçerken onlara hızlı hareket etme fırsatı sunuyordu. Tepeyi inmeyi bitirdiklerinde çocuk yerdeki bir kapağı kaldırıp büyükçe bir savaş borusu çıkardı ve tüm gücüyle üfledi.

Borudan çıkan kalın ses dağlarda uzun bir süre boyunca yankılandı. Savaş çağrısı için üç kere üflemesi gerekiyordu ve öyle de yaptı. Gürültüyü duyan uzaylılar ise anında tepki verip ordularını sesin kaynağına doğru yolladı. Eğer askerleri yaşamıyorsa oradan kurtulma şansları yoktu.

Binlerce silahlı uzaylılar onlara hızlı bir şekilde yaklaşıyordu.  Onlar her adım attıklarına umutları biraz daha güçsüzleşiyordu. Tam her şey bitti dedikleri sırada adam çocuğa güçlü olmasını öğütlüyordu. Bir anda yan taraftaki tepelerden birinden bir kurşun geldi ve en önceki uzaylılardan birini yere düşürdü. Ardından bir başka kurşun ve binlercesi daha. Uzaylıların ön safları hızlı bir biçimde yere düştü. Bunun üzerine saklandıkları yerlerden çıkıp ateş etmeye başladılar. Uzaylılar ne yapacaklarını şaşırmış bir şekilde kaçmaya başladılar.

Tepelerden ateş devam ederken askerlerin bir bölümü uzaylı karargâhına doğru iniyordu. Karargâhtan ateş sesleri devam ederken bir anda uzaylılar havada uçmaya başladı. Askerleri dinozor savaşçılarını kurtarmıştı. Artık avantaj ondaydı. Gelecek olan zaferin heyecanı ile siperinden çıkmıştı ve tam bu anda gelen tek bir kurşun kaskını paramparça etti. Çocuk nefes alamıyordu ve boğularak ölecekti. Fazla bir zamanı kalmamıştı.

Çocuğun kaskının parçalandığını gören adam onu kollarından sıkıca tutup “nefesini tut” dedi. Çocuk için her şey çok hızlı olmuştu. Geçen her saniye ciğerlerindeki baskı artıyordu. Sanki patlayacakmış gibi hissettiği zaman adam kaskını çıkardı ve çocuğun başına taktı. Daha sonra çocuğu kucağına alıp koşmaya başladı. Yakınlarda çocuğun evi vardı. Eğer oraya yetişebilirlerse kurtulabilirlerdi. Eğer yetişemezlerse adam fazla dayanamazdı.

Siper aldıkları kayadan uzaklaştıklarında yaşayan tüm uzaylılar onlara ateş etmeye başladı ve çocuğun plastik askerleri de onlara karşılık verdi. Onlar ise sadece koştu. Eve vardıklarında adam bir süre boyunca sadece derin nefesler aldı. Uzaylılar yaklaşırken adam çocuğa dönüp “neden buradasın?” diye sordu.

Çocuk sorunun üzerine bir süre boyunca duraksadı ve “bilmiyorum” dedi avuçlarını dışa doğru açarak. Adam neden evine gitmediğini sorduğunda çocuk aynı kelimeyi tekrarladı. Bunun üzerine adam çocuğu büyükçe bir aynanın yanına götürdü ve “ bak” dedi “ne görüyorsun.”

“Burası benim evim” dedi çocuk “ama kimse yok. Herkes nerede?”

“Ailen hastanede senin yanında. Bir haftadır hastanedesin. Annen her gün yanında her gün ağlıyor, uyumuyor. Doktorlar hiçbir şey yapamıyor çünkü sen burada kalmak istiyorsun. Geri dönmedikçe hastanede kalacaksın ve annen üzülmeye devam edecek. Ne dersin artık gidelim mi buradan” adam konuşurken gözleri dolmuş, boğazı düğümlenmişti. Çocuk bir süre daha aynadaki evine baktıktan sonra gözlerini kapattı ve açtığında kendini zifiri siyah bir karanlıkta buldu.

Çocuk gözlerini açtığında kendini gri, kurak bir yerde buldu. Gökyüzüne baktığında Dünya tam karşısında masmavi parlıyordu. Ay’dan dünyayı seyretmek kadar güzel bir şey yoktu. Oradan baktığında dünya o kadar masum ve savunmasız görünüyordu ki dışarıdan bakan birinin içeride olanlara inanması mümkün değildi. Dünyaya bakıyor ve onun güzelliğinin sadece dışarıdan görülebildiğini düşünüyordu.

Yanında duran adam elini omzuna koyduğunda başını çevirip ona baktı. Adamın yüzü ciddi ve sertti. Sorgular bir şekilde bakıyordu çocuğa. Çocuk endişeliydi. Adamın onu eleştireceğini, suçlayacağını düşünüyordu. Babası hep öyle yapardı. Asla onu mutlu etmeyi başaramazdı.  Aynı şekilde düşünüyor ve korkuyordu.

Ancak adam bunlardan hiçbirini yapmadı. Onun yerine “neden buradayız?” diye sordu. Çocuktan bir cevap beklemeksizin adam konuşmaya devam etti “etrafına bir bak. Burada hiçbir şey yok. Neden kaçıyorsun? Neden evine dönmüyorsun?” Adam cümlesini bitirdiğinde çocuk etrafına baktı. Tüm plastik askerleri erimiş bir şekilde yerde yatıyordu. Tek kişilik evi paramparça olmuştu. Çok üzgün bir şekilde “bilmiyorum” dedi.

Bunun üzerine adam yerden büyükçe bir ayna çıkardı ve çocuğa gösterdi “bak hastanede yatıyorsun ve annen yanında. İyice bak. Korktuğun, kaçtığın için nelere sebep olduğunu gör.”

Çocuk aynaya baktığında bir hastane odasında yatan kendini gördü. Kollarına serumlar bağlanmıştı. Annesi hemen yanında oturuyordu. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Rengi iyice solmuş, yorgunluktan bitap düşmüştü. “geri dönmek istiyorum” dedi çocuk ve gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında hasta yatağında yatıyordu. Yattığı yerde doğrulup “anne” dedi “seni çok özledim” ve sarıldılar bir daha ayrılmayacakmışçasına.

Adam fotoğraf albümündeki tüm fotoğraflara baktıktan sonra kapatıp sehpanın üzerine koydu. Demek ki geçmişinde hep kaçmıştı. Belki de duygusuzluğu da bu sebeptendi. Belki de geçmişine yaptığı tüm yolculuklar sonunda duygularını geri kazanabilecekti. Önce fotoğraflar üzerinden geçmişine yolculuklar yapıp onu seyretmişti. Daha sonra geçmişini değiştirip hatalarını önlemeye çalışmıştı. Ancak nerede hata yaptığını anlayarak ayrıldı yolculuklardan. Kaçmaması gerekiyordu ve artık kaçmayacaktı. Belki de her şey zihninde olup bitmişti. Belki her şey gerçekti ve zamanı paramparça etmişti.

Adam derin bir nefes alarak arkasına yaslandığı sırada aynadaki görüntüsü ile karşı karşıya geldi. Görüntüsüne biraz dikkat ettiğinde bir çift kırmızı göz gördü. Gözler siyah bir karaltının içindeydi sanki. Karaltı onun üzerine doğru eğilip ellerini başının üzerinde tutuyordu.

Adam bir an için durdu ve sağ elini çok hızlı bir şekilde yukarıya doğru kaldırdı. Arkasındaki yaratığın boynunu yakalamayı hedeflemişti. Eli yaratığın boynunu kavradığı zaman tüm gücüyle onu sehpanın üzerine fırlattı. Yaratık sehpaya çarptığında sehpa büyük bir gürültü ile parçalara ayrıldı. Bunun üzerine koltuktan fırlayan adam yaratığın üzerine oturup iki eliyle boğazını sıkmaya başladı.

Adamın altında kalan yaratık tüm gücü ile kaçmaya çabaladı. Ancak adam onun hareket etmesine bile izin vermedi. Bir süre sonra yaratık hareket etmeyi bıraktı ancak adam numara yapıp yapmadığından emin olmak için bir süre boyunca daha sıktı. Yaratığın öldüğünden emin olduktan sonra adam dizlerinin üzerine oturdu. Bir an için içinin enerji ile dolduğunu hissetti. Sanki yeniden doğmuş gibiydi. Tam bu esnada telefonu çaldı. Arayan çok yakın bir arkadaşıydı. Daha doğrusu sevmeyi çok istediği ama bir türlü yapamadığı birisiydi. Telefonu açıp onun sesini duyduğunda midesinde kelebeklerin uçtuğunu fark etti hayatında ilk defa.


Aslında adam kendi duygusuzluğunun kaynağını arıyordu çocukluk fotoğraflarında. Bu arada o siyah gölge onun masumiyetini emiyordu çocukluğundan beri. Çünkü o hiçbir şey hissetmemişti, temizdi, masumdu. Bu yüzden masumiyeti ele geçirmek isteyen birisi için güzel bir hedefti. Kötü kral gölgeyi bu yüzden göndermiş, onun kendini tanımasına hep engel olmuştu. O kendini tanıyıp geçmişini sorguladıkça mazisindeki bazı sorunları çözebilirdi. Onun geçmişinde bazı düğüm noktaları vardı ve onları çözdükçe tekrar hissetmeye başlayacaktı.

Sistem masumiyeti satmaya çabaladıkça bunu yapamadığını fark etti. Masumiyeti renkli kutulara koyup pazarlayamıyordu. Zaten o sistemin yapmaya çabaladığı her şeyin tam tersindeydi. Masumiyet var oldukça sistem duyguları satamazdı. Bu yüzdendi onun bir bebeğin gülümsemesine tutsak edilmesi.

Bu yüzden masumiyet hiçbir zaman satılıp alınacak bir eşya haline getirilemedi. Onu kullanamayacağını anlayan sistem başka yollar denedi ve onu reklamlara çıkardı. Onu satamıyorsa onunla satardı ve bu şekilde masumiyet birçok yalanın tamlayanı oldu. Bu yüzdendir masumiyetin sistemin ele geçiremediklerinin başında gelmesi ve bu yüzdendir sistemin onu yok etmek için her yolu denemesi.




0/Post a Comment/Comments