İnsanın en önemli varlığıydı masumiyeti. Onun sayesinde
karanlık bir dünyada aydınlıkta kalmayı başarabilirdi. Hayatın gerçek
karanlığını gören insan yaşayamazdı. Masumiyet ise aradaki sınırdı. İnsanın karanlıkta
yol almasını sağlayan ışıktı. Belki de dünyayı aydınlatan güneşti. İnsan masumiyetini
kaybettikçe karanlığa gömülürdü. Giden masumiyetin geri dönüşü olmadığı için
karanlıktan çıkış da mümkün olmazdı.
Masumiyet toplumun en önemli değeri iken zamanla tüm
önemini kaybetti. Onu arayanlar bir bebeğin gülümsemesine bakar oldu. Masumiyet
bir zamanlar evrenin her yerine yayılmışken zamanla onun evrende kapladığı alan
azaldı. Bir zamanlar masumiyet evrenin en büyük güzelliklerinden birisi iken
zamanla güzelliğin tanımı yeniden yapıldı ve masumiyet listenin dışına atıldı. Bir
zamanlar insan masum kalabilmek için çabalarken günümüzde onu kaybetmek bir
zenginlik göstergesi oldu.
Kim daha az masumsa o toplumda yükseklere çıktı. Kim
daha kirliyse o hep kazanan oldu. Masumiyet ise ürün satmak için kullanılan bir
araç haline geldi. Her duygu gibi o da maddeye bağlandı. İnsan eğer yeteri
kadar tüketirse nasıl mutlu olabiliyorsa masum da olabildi. Masumiyete sahip
olabilmek için cüzdanın kabarık olması yeterliydi. Oysa bunların hepsi yalandı
ve masumiyet sadece bir bebeğin gülümsemesinde saklanır olmuştu.
Size anlatacağım masalı iyi dinleyin. Belki de
dünyada kalan son masumiyet bu satırlarda saklanmıştır.
…
Gri duvarlı büyükçe bir binada koridorlar boyunca
hiçbir renk yoktu. Duvarlarda hiçbir süsleme de yoktu. Binanın güzel görünmek
gibi bir çabası hiç olmamıştı. Güzel görünmek gibi bir ihtiyacı da olmamıştı. Bina
oldukça büyüktü ve çok kattan oluşuyordu. Şehrin ortasında renksiz bir kale
gibi yükseliyordu. İçerideki çok sayıda odada hâkim renk gri ve beyazdı. Onlara
az sayıda mobilyanın üzerinde bulunan mavi eşlik ediyordu.
Koridorlarda pek insan yoktu. Fazla ses çıkmıyor,
kimse konuşmuyordu. Bazen gri duvarlarda ağlama veya çığlıklar yankılanıyordu. Onlar
yankılandığı zaman odalarında duran insanların yüzü buruşuyordu. Ancak onlara
alışılmıştı, yapacak bir şey yoktu. Bu yüzden sesler çok fazla önemsenmiyordu. Binanın
soğuk bir havası vardı. Gelen fazla kalmak istemiyordu.
O gün en baskın şey içeriye doğru koşan birkaç
kişinin mermer zemine çarpan ayaklarının sesiydi. Beyaz önlük giymiş erkek ve
kadınlar bir süre koşuşturduktan sonra sağ taraflarındaki bir odadan içeriye
girdiler. Kapıdan içeriye girdikten sonra “hastanın durumu nasıl?” diye sordu
beyaz giyen adamların en yaşlısı.
Odadaki tek yatakta yakan çocuğun hemen yanında
duran beyaz giyimli kadın “kalp ritmi ve oksijen miktarı normal. Hiçbir belirti
yok ancak yine de tepki vermiyor. Bazı testler uyguladık cevap bekliyoruz”
dedi. Bunun üzerine beyaz giyen yaşlı adam etrafa emirler yağdırmaya başladı. Ardından
yatağın hemen yanında duran gözü yaşlı kadına dönüp “nasıl oldu?” diye sordu.
Gözü yaşlı kadın başlangıçta konuşmakta zorlandı.
Boğazında düğümlenen kelimelerden köprüler yapabilirdi o vakit. Ancak kısa bir
süre sonra kelimeleri gözyaşına bulanmış bir şekilde dökülmeye başladı “Doktor
bey oğlum arada bayılır ama bir süre geçtikten sonra ayılır. Hastaneye götürdük,
testler yapıldı ama hiçbir şey çıkmadı. Aile fotoğrafı çekiliyorduk tekrar
bayıldı ve saatler geçmesine rağmen ayılmadı.”
“Oğlunuzun neyi olduğunu henüz bilmiyoruz” dedi doktor
teselli eder bir şekilde. “ama emin olun onu iyileştirmek için elimizden geleni
yapacağız.” Doktor konuşmasını bitirdiğinde hızlı bir şekilde odayı terk etti.
Kısa bir süre sonra içeriye başka doktorlar ve hemşireler girdi aynı telaş
içinde.
…
Tam bu esnada dünyadan yetmiş yedi milyon kilometre
uzakta kırmızı bir gezegende çok başka şeyler oluyordu.
Bir zamanlar capcanlı olan kırmızı topraklarda artık
hiçbir şey kalmamıştı. Eskiden orada sadece eğlence varken artık hüzün hâkimdi
her yere. Bir zamanlar uzaylı hayvanlarla dolu olan marsın yüzeyi bomboştu. Güneş
ışınları bile sanki oraya gelmek istemiyordu.
Marsın kırmızı topraklarında ardında ayak izlerini
bırakarak yürürken etrafı inceliyor ve uzaylı hayvan arkadaşlarını arıyordu. Daha
doğrusu hala yaşayanlarını. Bütün arkadaşları kurşuna dizilmişçesine yerde
yatıyordu. Onların cansız bedenleri arasında dolaşırken her birinin yanına
gidiyor ve yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Canı o kadar fazla yanıyordu
ki bunu herhangi bir şekilde tarif etme ihtimali yoktu.
Kendini kaybetmiş bir şekilde arkadaşlarının cansız
bedenleri arasında dolaştıktan sonra daha fazla dayanamayıp yere oturdu. Sanki birisi
midesini ve soluk borusunu sıkıyordu. Yüzündeki tüm kaslar gerilmiş gibiydi. Kısa
bir süre sonra yüzündeki kasların acımaya başladığını hissetti. Gözlerinin arka
tarafında çok yoğun bir baskı vardı. Sanki gözleri dışarı çıkmak istiyordu. İlk
kez bu şekilde hissediyordu her şey çok garipti.
Uzun bir süre boyunca yerden kalkmadı ta ki yoğun
bir ateş sesi duyana kadar. Sesi duyduğunda oturduğu yerden fırlayarak kalkıp
arkasına baktı. Şimdiye kadar gördüğü en büyük uzaylı istila filosu
karşısındaydı. Gökyüzü uzay gemileri ile kaplanmıştı ve tüm gemiler aynı anda
ateş ediyordu. O kadar büyük bir gürültü vardı ki sağır olacağını düşündü. Bir an
bile düşünmeden koşmaya başladı.
Koşarken zıplıyor, eğiliyor ve sürekli yön
değiştiriyordu. Kurşunlar o kadar yakınından geçiyordu ki onların rüzgârını
hissedebiliyordu. Koşarken uzaylıların kötü nişancılar olduğu için şükretti. Biraz
daha ilerledikten sonra gemilerinden inen uzaylı askerler onu kovalamaya
başladı. Bir süre daha koştuktan sonra yolu uzaylılar tarafından kesildiğinde
daha fazla koşamayacağını anladı. Uzaylılar etrafını sarmıştı ve tüm namlular
ona dönüktü. Derin bir nefes aldı ve “ben burada yaşamak istemiyorum” dedi
kollarını iki yana açtığı sırada. O anda Mars büyük bir gürültü ile patladı ve
çocuk kendini simsiyah bir boşlukta buldu.
…
Kendini yalnız
hissetmek istediğinde gittiği iki yer vardı. Bunlardan ilki Ay’dı. Ancak ayda
askerleri ve uzaylılar da olduğu için tam anlamıyla yalnız kalamıyordu. Ay her
ne kadar sessiz ve ıssız olsa da zamanı gelince orada fırtınalar kopabilirdi. Bu
sebeple aya gitmemişti. Ay’ın yerine ismi bile olmayan küçük bir göktaşındaydı.
O göktaşına ev diyordu. Onun gidecek hiçbir yeri
yoktu. Zamanın başlangıcından beri bilinçsizce dolaşırdı evrende. Belki de
gidecek bir yeri vardı. Belki çok uzun zamandır yolculuk yapmasının sebebi
buydu. Ancak o göktaşı gideceği yere ulaşabileceğini bilemezdi. Parçalara ayrılıp
yok olabilirdi. Şimdiye kadar kaç parçaya ayrılmıştı kim bilir. Göktaşını kendine
o kadar benzetirdi ki sadece onun üzerindeyken özgür olabilirdi. Zaten bu
yüzden ona “ev” diyordu.
Göktaşında bir evi yoktu. Ne eve ne de başka bir
şeye ihtiyacı vardı. Orada sadece kendisi olurdu ve kendinden başka bir şeye
ihtiyaç duymazdı. O günde göktaşının yüzeyindeki tümseklerden birinin üzerine
oturup uzayı seyrediyordu. Yalnızlığı eskiden onu rahatsız etmezdi ve çünkü mutlaka
gidecek bir yer bulurdu. Ancak şimdi tüm gezegenler teker teker yok oluyordu. Tüm
dostları öldürülüyordu ve bundan nasıl kurtulacağını bilmiyordu.
Bir kraterin tepesinde bir süre boyunca oturup
düşündü. İşin garibi ne düşüneceğini bilmiyordu. Ne yapması gerektiğine dair
hiçbir fikri yoktu. Bilinçsiz bir şekilde oturup uzayı seyrederken sürekli
hareket halinde olan zihni durmuş gibiydi. İçinde uzaylıların tekrar geleceğine
dair bir korku vardı. Ancak sürekli olarak kendine orada onu bulamayacaklarını
söylüyordu. O gün defalarca yanıldığı gibi bir kez daha yanıldığını anladı ona
doğru yaklaşan uzay gemilerini gördüğünde.
Orada kalabileceği veya saklanabileceği bir yer
yoktu. Kolaylıkla gelip onu yakalayabilirlerdi. “Sana ihtiyacım var” dedi kısık
bir sesle “lütfen gel.” O konuşmasını bitirdiğinde uzay gemileri hızlı bir
şekilde yaklaşıyordu. Büyükçe bir kayanın arkasına geçtikten sonra siper alıp
bekledi.
Ne kadar beklediğini bilmiyordu ancak uzay gemileri
oldukça yaklaşmıştı. Tam silahının şarjörünü kontrol ederken bir ses duydu “beni
çağırdın galiba.” Geleceği olduğunu söyleyen adam tam yanında duruyordu. Onun kendine
ne kadar çok benzediğini fark etti. Adam konuşmaya devam etti “hadi anlat
bakalım neler oldu?”
Çocuk olan her şeyi sırasını bolca karıştırarak
anlatmaya başladı. Gezegenlerin patlamasından başlayıp uzaylıların saldırısına
oradan da arkadaşlarının ve askerlerinin öldürülmesine kadar her şeyi anlattı. Uzaylılardan
kaçışını anlatırken her şeyi tekrar yaşıyordu.
Çocuk anlatmayı bitirdiğinde adam “hadi gidelim
buradan. Birazdan çok kalabalık olacak” dedi ve çocuğun “ama gidecek hiçbir yer
kalmadı” demesine aldırmadan yürümeye başladı. Çocuğun elinden tutup koşar
adımlarla ilerlerken adam gizli bir geçidin olduğunu söylüyordu. Bir süre
boyunca koşmaya devam ettiler. Bu esnada uzaylılar gemilerinden inip onları
takip etmeye başlamışlardı. Bu esnada kraterlerden birinin içine girip yerdeki
bir kapağı açıp içine girdiler.
“Burası bizi bir süre boyunca korur” dedi adam “ ama
bir an önce ayrılmalıyız.” “nereye gidebiliriz ki her yeri işgal etmişler” dedi
çocuk endişeli bir ses tonuyla. Adam sakin ve rahatlatıcı bir tonda “neden
evine dönmüyorsun. Orada uzaylılar yok” dedi “hadi gidelim buradan.”
Çocuk gözlerini kapatıp açtığında kendini siyah bir
boşlukta buldu.
…
Gözlerini açtığında sarı bir gezegende buldu
kendini. Geleceği ise hemen yanındaydı. Bu gezegeni severdi koyu renkli bir
atmosferi vardı. Rüzgârları çok hızlı eserdi. Birçok yerinde gaz bulutları
vardı. Hele bazen bulutlar açılır ve gezegeni çevrilen halkalar görülürdü. Öyle
zamanlarda gezegeni daha fazla severdi. Birden fazla, rengârenk ay’ı vardı
gezegenin. Hepsi de kendince güzeldi ama içlerinden bir tanesi vardı ki onu
dünyaya benzetirdi. Satürn’ü dışarıdan seyretmek istediğinde ona giderdi. Ancak
bu sefer Satürn’e gitmeyi tercih etmişti.
“Neden buraya geldik?” diye sordu adam. “Burada
kimse olmaz diye düşündüm” çocuk cevaplarken etrafa bakınıyordu. Eğer biraz
ilerideki uzay gemilerini görmeseydi mutlu bile olabilirdi. Uzay gemileri ile
aralarındaki mesafeyi kolaylıkla aşabilirlerdi ancak sonrasında ne
yapabileceklerini bilmiyordu.
Karşılarında onlarca uzay gemisi, on binlerce asker ve
devasa komuta binaları vardı. Uzaylılardan kaçmak isterlerken karargâhlarının
tam ortasına gelmişlerdi. İki kişinin onlarla mücadele etme şansı yoktu. Aslında
bu gezegende çocuğunda bir ordusu vardı. Eğer onlara ulaşabilirse savaşı
kazanabilirdi. Belki hala yaşıyorlarsa.
Bir süre daha seyrettikten sonra çocuk bir anda “bir
saniye şu tepenin arka tarafında savaş sinyali verebileceğim savaş borusu var. Ona
ulaşırsak askerlerimi buraya çağırabilirim” dedi kısık bir sesle. “Ancak
askerlerini çağırmak tüm uzaylıları buraya getirir” dedi adam “her ihtimalde
kaçabilecek bir yerimiz var mı?” “Biraz daha ileride evim var. Orası iyi
korunur oraya gidebiliriz” dedi çocuk endişeli bir şekilde.
Adam başıyla gidelim sinyalini verdikten sonra
kayaların arkasına saklanarak ilerlemeye başladılar. Gitmeleri gereken yer çok
uzakta değildi. Ancak yavaş gitmeleri gerektiği için yol oldukça uzun
sürecekti. Sessiz bir şekilde kayalara tırmanmaya başladıklarında ağır
ilerleyip ses çıkarmamaya çalışıyorlardı.
Tepeye vardıklarında görünmemek için dua etmeye
başladılar. Artık dizleri üzerinde yürümeyi bırakıp sürünmeye başlamışlardı. Ses
çıkarmamak için oldukça yavaş hareket ediyorlardı. Tepeyi aştıktan sonra
aşağıya doğru inerken daha hızlı hareket etmeye başladılar. Dik ve oldukça
büyük olan kayalar arkalarından geçerken onlara hızlı hareket etme fırsatı
sunuyordu. Tepeyi inmeyi bitirdiklerinde çocuk yerdeki bir kapağı kaldırıp büyükçe
bir savaş borusu çıkardı ve tüm gücüyle üfledi.
Borudan çıkan kalın ses dağlarda uzun bir süre
boyunca yankılandı. Savaş çağrısı için üç kere üflemesi gerekiyordu ve öyle de
yaptı. Gürültüyü duyan uzaylılar ise anında tepki verip ordularını sesin
kaynağına doğru yolladı. Eğer askerleri yaşamıyorsa oradan kurtulma şansları
yoktu.
Binlerce silahlı uzaylılar onlara hızlı bir şekilde
yaklaşıyordu. Onlar her adım attıklarına
umutları biraz daha güçsüzleşiyordu. Tam her şey bitti dedikleri sırada adam
çocuğa güçlü olmasını öğütlüyordu. Bir anda yan taraftaki tepelerden birinden
bir kurşun geldi ve en önceki uzaylılardan birini yere düşürdü. Ardından bir
başka kurşun ve binlercesi daha. Uzaylıların ön safları hızlı bir biçimde yere
düştü. Bunun üzerine saklandıkları yerlerden çıkıp ateş etmeye başladılar. Uzaylılar
ne yapacaklarını şaşırmış bir şekilde kaçmaya başladılar.
Tepelerden ateş devam ederken askerlerin bir bölümü
uzaylı karargâhına doğru iniyordu. Karargâhtan ateş sesleri devam ederken bir
anda uzaylılar havada uçmaya başladı. Askerleri dinozor savaşçılarını
kurtarmıştı. Artık avantaj ondaydı. Gelecek olan zaferin heyecanı ile
siperinden çıkmıştı ve tam bu anda gelen tek bir kurşun kaskını paramparça
etti. Çocuk nefes alamıyordu ve boğularak ölecekti. Fazla bir zamanı
kalmamıştı.
Çocuğun kaskının parçalandığını gören adam onu
kollarından sıkıca tutup “nefesini tut” dedi. Çocuk için her şey çok hızlı
olmuştu. Geçen her saniye ciğerlerindeki baskı artıyordu. Sanki patlayacakmış
gibi hissettiği zaman adam kaskını çıkardı ve çocuğun başına taktı. Daha sonra
çocuğu kucağına alıp koşmaya başladı. Yakınlarda çocuğun evi vardı. Eğer oraya
yetişebilirlerse kurtulabilirlerdi. Eğer yetişemezlerse adam fazla dayanamazdı.
Siper aldıkları kayadan uzaklaştıklarında yaşayan
tüm uzaylılar onlara ateş etmeye başladı ve çocuğun plastik askerleri de onlara
karşılık verdi. Onlar ise sadece koştu. Eve vardıklarında adam bir süre boyunca
sadece derin nefesler aldı. Uzaylılar yaklaşırken adam çocuğa dönüp “neden
buradasın?” diye sordu.
Çocuk sorunun üzerine bir süre boyunca duraksadı ve “bilmiyorum”
dedi avuçlarını dışa doğru açarak. Adam neden evine gitmediğini sorduğunda
çocuk aynı kelimeyi tekrarladı. Bunun üzerine adam çocuğu büyükçe bir aynanın
yanına götürdü ve “ bak” dedi “ne görüyorsun.”
“Burası benim evim” dedi çocuk “ama kimse yok.
Herkes nerede?”
“Ailen hastanede senin yanında. Bir haftadır
hastanedesin. Annen her gün yanında her gün ağlıyor, uyumuyor. Doktorlar hiçbir
şey yapamıyor çünkü sen burada kalmak istiyorsun. Geri dönmedikçe hastanede
kalacaksın ve annen üzülmeye devam edecek. Ne dersin artık gidelim mi buradan”
adam konuşurken gözleri dolmuş, boğazı düğümlenmişti. Çocuk bir süre daha
aynadaki evine baktıktan sonra gözlerini kapattı ve açtığında kendini zifiri
siyah bir karanlıkta buldu.
…
Çocuk gözlerini açtığında kendini gri, kurak bir
yerde buldu. Gökyüzüne baktığında Dünya tam karşısında masmavi parlıyordu. Ay’dan
dünyayı seyretmek kadar güzel bir şey yoktu. Oradan baktığında dünya o kadar
masum ve savunmasız görünüyordu ki dışarıdan bakan birinin içeride olanlara
inanması mümkün değildi. Dünyaya bakıyor ve onun güzelliğinin sadece dışarıdan
görülebildiğini düşünüyordu.
Yanında duran adam elini omzuna koyduğunda başını
çevirip ona baktı. Adamın yüzü ciddi ve sertti. Sorgular bir şekilde bakıyordu
çocuğa. Çocuk endişeliydi. Adamın onu eleştireceğini, suçlayacağını
düşünüyordu. Babası hep öyle yapardı. Asla onu mutlu etmeyi başaramazdı. Aynı şekilde düşünüyor ve korkuyordu.
Ancak adam bunlardan hiçbirini yapmadı. Onun yerine “neden
buradayız?” diye sordu. Çocuktan bir cevap beklemeksizin adam konuşmaya devam
etti “etrafına bir bak. Burada hiçbir şey yok. Neden kaçıyorsun? Neden evine dönmüyorsun?”
Adam cümlesini bitirdiğinde çocuk etrafına baktı. Tüm plastik askerleri erimiş
bir şekilde yerde yatıyordu. Tek kişilik evi paramparça olmuştu. Çok üzgün bir
şekilde “bilmiyorum” dedi.
Bunun üzerine adam yerden büyükçe bir ayna çıkardı
ve çocuğa gösterdi “bak hastanede yatıyorsun ve annen yanında. İyice bak.
Korktuğun, kaçtığın için nelere sebep olduğunu gör.”
Çocuk aynaya baktığında bir hastane odasında yatan
kendini gördü. Kollarına serumlar bağlanmıştı. Annesi hemen yanında oturuyordu.
Ağlamaktan gözleri şişmişti. Rengi iyice solmuş, yorgunluktan bitap düşmüştü. “geri
dönmek istiyorum” dedi çocuk ve gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında hasta
yatağında yatıyordu. Yattığı yerde doğrulup “anne” dedi “seni çok özledim” ve
sarıldılar bir daha ayrılmayacakmışçasına.
…
Adam fotoğraf albümündeki tüm fotoğraflara baktıktan
sonra kapatıp sehpanın üzerine koydu. Demek ki geçmişinde hep kaçmıştı. Belki
de duygusuzluğu da bu sebeptendi. Belki de geçmişine yaptığı tüm yolculuklar
sonunda duygularını geri kazanabilecekti. Önce fotoğraflar üzerinden geçmişine
yolculuklar yapıp onu seyretmişti. Daha sonra geçmişini değiştirip hatalarını
önlemeye çalışmıştı. Ancak nerede hata yaptığını anlayarak ayrıldı
yolculuklardan. Kaçmaması gerekiyordu ve artık kaçmayacaktı. Belki de her şey
zihninde olup bitmişti. Belki her şey gerçekti ve zamanı paramparça etmişti.
Adam derin bir nefes alarak arkasına yaslandığı
sırada aynadaki görüntüsü ile karşı karşıya geldi. Görüntüsüne biraz dikkat
ettiğinde bir çift kırmızı göz gördü. Gözler siyah bir karaltının içindeydi
sanki. Karaltı onun üzerine doğru eğilip ellerini başının üzerinde tutuyordu.
Adam bir an için durdu ve sağ elini çok hızlı bir
şekilde yukarıya doğru kaldırdı. Arkasındaki yaratığın boynunu yakalamayı
hedeflemişti. Eli yaratığın boynunu kavradığı zaman tüm gücüyle onu sehpanın
üzerine fırlattı. Yaratık sehpaya çarptığında sehpa büyük bir gürültü ile
parçalara ayrıldı. Bunun üzerine koltuktan fırlayan adam yaratığın üzerine
oturup iki eliyle boğazını sıkmaya başladı.
Adamın altında kalan yaratık tüm gücü ile kaçmaya
çabaladı. Ancak adam onun hareket etmesine bile izin vermedi. Bir süre sonra
yaratık hareket etmeyi bıraktı ancak adam numara yapıp yapmadığından emin olmak
için bir süre boyunca daha sıktı. Yaratığın öldüğünden emin olduktan sonra adam
dizlerinin üzerine oturdu. Bir an için içinin enerji ile dolduğunu hissetti. Sanki
yeniden doğmuş gibiydi. Tam bu esnada telefonu çaldı. Arayan çok yakın bir
arkadaşıydı. Daha doğrusu sevmeyi çok istediği ama bir türlü yapamadığı
birisiydi. Telefonu açıp onun sesini duyduğunda midesinde kelebeklerin uçtuğunu
fark etti hayatında ilk defa.
…
Aslında adam kendi duygusuzluğunun kaynağını arıyordu
çocukluk fotoğraflarında. Bu arada o siyah gölge onun masumiyetini emiyordu
çocukluğundan beri. Çünkü o hiçbir şey hissetmemişti, temizdi, masumdu. Bu yüzden
masumiyeti ele geçirmek isteyen birisi için güzel bir hedefti. Kötü kral
gölgeyi bu yüzden göndermiş, onun kendini tanımasına hep engel olmuştu. O kendini
tanıyıp geçmişini sorguladıkça mazisindeki bazı sorunları çözebilirdi. Onun geçmişinde
bazı düğüm noktaları vardı ve onları çözdükçe tekrar hissetmeye başlayacaktı.
Sistem masumiyeti satmaya çabaladıkça bunu
yapamadığını fark etti. Masumiyeti renkli kutulara koyup pazarlayamıyordu. Zaten
o sistemin yapmaya çabaladığı her şeyin tam tersindeydi. Masumiyet var oldukça
sistem duyguları satamazdı. Bu yüzdendi onun bir bebeğin gülümsemesine tutsak
edilmesi.
Bu yüzden masumiyet hiçbir zaman satılıp alınacak
bir eşya haline getirilemedi. Onu kullanamayacağını anlayan sistem başka yollar
denedi ve onu reklamlara çıkardı. Onu satamıyorsa onunla satardı ve bu şekilde
masumiyet birçok yalanın tamlayanı oldu. Bu yüzdendir masumiyetin sistemin ele
geçiremediklerinin başında gelmesi ve bu yüzdendir sistemin onu yok etmek için
her yolu denemesi.