Paramparça...

Seni ilk gördüğüm zamanları çok iyi hatırlıyorum. Elbiselerin paramparça olmuştu ve sen kendini bilmez bir haldeydin. Boşluğa doğru salladığın onca yumruğun ardından bütün çığlıklarını tüketmiş bir şekilde yerde yatıyordun. Etrafındaki her şey; evler, sokaklar, ağaçlar ve bütün çiçekler yanmış ve küle dönmüştü. Sonu gelmeyen bir savaşın tam ortasındaydın. Kiminle, neden savaştığını bile bilmeden başlamıştı aslında. Sebeplerin işlerin bu hale gelmesinde önemi yoktu. Sadece bahanelerin vardı, büyütüp güçlendirdiğin. Gözlerin sımsıkı kapalı bir şekilde boşluğa yumruklarını sallıyordun. Göreceklerinden o derece korkuyordun ki bir an için bile olsa bakmaya cesaretin yoktu. Sen boşluğa saldırırken savaştığın ne varsa arkadan geliyordu. Saldırmaya değil savunmaya bile mecalin kalmamıştı.

Seni ilk gördüğümde harabeye dönmüş bir savaş meydanının tam ortasındaydın. Daha fazla devam edemeyeceğini kan kaybının boyutlarından anlayabiliyordum. Sen yere yüz üstü uzanmış tek bir kolunun bedenini kaldırmasını beklerken ben yaralarını bandajlamaya çabaladım. Çabaların işe yaramıyordu aslında. Çabalarım kanamanı durduramadığı sürece ne anlamı vardı? Sen an be an tekrar kalkıp savaşmaya devam ederken bütün yaraların derinleşiyordu. Öyle kesiklerin vardı ki senin bazıları asla kapanmayacaktı. Senin o mücadeleni izlemek beni paramparça yapıyordu.

Ne kılıçların vardı ne de kendini savunacak bir kalkanın. Bir zamanlar bembeyaz bir elbisen vardı sadece. Zamanla o da senin gibi yıpranmış, tabiri caiz ise paramparça olmuştu. Küller her yerini kaplamış ve kanın ile süslenmişti üzerinde ki bez parçaları. Sana bir kalkan vermek istedim, kabul etmedin. Bir zırh önerdim sana elinin tersi ile geri çevirdin. En kötüsü ise dinlemedin beni. Bu savaşı kazanmanı sağlayabilirdim ama izin vermedin.

Seni korumama izin vermiyordun aynı o harabelerin arasından kurtarmama izin vermediğin gibi. Senin için; senin yanında; senin yerine savaşmama izin vermediğin zaman sana bütün olası hamleleri anlatmak istedim. Tenini kesmek için yola çıkan her çelik parçası daha kınını terk etmeden anlattım sana. Dinlemedin! Aldığın her kesikten nasıl kaçabileceğini anlattığımda kaçmadın ve onlara doğru ilerledin. Öyle bir yerde tutun ki beni ne seni savunabildin ne de kılıçların önüne geçebildim. İznim yoktu hiçbir şeye. Sadece yıkılışını izlemem için ön sıralardan bir bilet vermiştin bana. Bilemiyorum neden yaptın bunu? Neden bir tanık istedin gidişine?

Her geçen an biraz daha yaklaştım sahnene ve her geçen an tekrardan yerime gönderildim. Ben yine de vaz geçmedim ve bir an öyle bir şey oldu ki seni savaşmamaya ikna edebildim. Nasıl başardığımı bilemiyorum ama sen yere uzandığında karşında duran ne varsa hepsine göğüs gerdim. Dinlendiğini görüyordum ya, yaraların kapanıyordu ya senin yerine benim savaşmamın önemi yoktu. Durdurdum ama öyle bir sessizlik oldu ki o meydanda günler gecelere karıştı. Sonra ben tekrardan sana pansuman yapmaya başladım. Ancak yaralarına her dokunduğumda uzaklaşıyordun benden. Onlara dokunmadan temizlememi istedin benden. Yapamayacağını düşündüğünü biliyorum ama ben vaz geçmedin. Namlulara dost olan sen alışık değildin hiçbirine. İnanmadın, biliyorum!

Yüzünde açan her tomurcuklanan her gülümseme benim için yaşamdı. Nedenlerini bilemeyen sen, benim hayatıma amaç olmuştun. Başını omuzuma yasladığın ve sessizce uyuduğun o geceyi asla unutamıyorum. Ölme anımı seçebilsem mesela uyandığın anda ölmek isterdim. O kadar yabancı baktın ki bana, anlamı kalmamıştı bir çok şeyin. 

Yüzünde huzurun o ufak, bir çok lisanda anlamsız tebessümünü gördüğümde benim için her şey anlamlanmıştı. Birisi bana "anlamını sorsa aşkın" vereceğim cevabı çok iyi biliyordum.

Hiç öpmedim sen,. Kanının kuruduğu bordu dudaklarını hiç öğrenemedim. Teninin kokusunu yaralarından ibaret bildim. Hiç bir zaman benim olmadın, yine de önemi yoktu. Bedeninin coğrafyasını bilmesem de, öğrenmek için canımı verecek olsam da yapmadım. Tenini yaralardan ibaret bildim ben. Onlara dokunmama izin vermiyordun ve bu yüzden dokunamadım ben sana.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama bir gün tekrardan ayağa kalktın ve savaşmaya devam etmek istedin. Bunun olacağını çok iyi biliyordum ve bu yüzden sana kılıç kullanmayı öğrettim. "Kör yumuklarını kendine sallayacağına" dedim "gerçek düşmanlarına yönelt öfkeni." Bildiğin bütün saldırı hamlelerini öğrettim sana. Ardından bir zırh ve kalkan verip kendini savunmayı, hamlelerden kaçmayı öğrettim. Sana doğru gelecek her hamleden nasıl kaçacağını anlattım bıkmadan. 

Savaşın tekrar başlama vakti geldiğinde ben ön sıralardaki yerimi aldım. Anlattıklarımın büyük bir bölümünü yapmayacağını, namlulara olan dostluğunu devam ettireceğini biliyorum. Öyle de yaptın; önce miğferini çıkarıp attın ve ardından kılıcını bıraktın. Zırhını ve kalkanından ne zaman vaz geçtiğini bilemedim bile. Önemi yoktu ama daha az kanamanı sağlasam yeterliydi benim için. Keskin çelikler acımasızca tenini keserken, elbisenin kızılı giderek arttı. Ayaklarının dibindeki toprağın rengi değişmeye başladığında ben tekrardan sahneye yaklaşmaya çalıştım. Ancak artık beni izleyici olarak bile istemiyordun. O an bana "aşk nedir?" diye sorsalar "ellerimden gitmene izin verdiğin an" derdim.

"Aşk nedir?" diye sorsalar mesela "gideceğini ve bir daha asla gelmeyeceğini bilmekti " derdim.

Biliyorum gidiyorsun..
Biliyorum dönmeyeceksin..
Biliyorum bu çaresizliğin diğer ismi "aşk"...

0/Post a Comment/Comments