Aşk acısı

Hala boşum kelimelere karşı. Aklımdan milyonlarca farklı cümle geçiyor fakat ben hiçbirini yazamıyorum. Bu 5 günde sildiğim kaçıncı yazım saymayı bıraktım artık. Garip bir cümle oldu bu daha ikinci cümleden yazıyı sileceğimi söyledim. O zaman niye yazıyorum değil mi madem sileceğim. Bunca eziyete değer mi sanki. Başka bir şeyler anlatmalıyım içinde ben olmayan ve bu şekilde kendime yabancılaşmalıyım bir süreliğine.

Saat gece yarısını geçerli oldukça uzun bir zaman olmuştu. Adam küçük evinin balkonunda sırtını paslı parmaklıklara yaslamış bir şekilde gökyüzünü seyrediyordu. İçeriden ince bir müzik sesi geliyor, kulaklarına değer her notada acısı biraz daha artıyordu. Yanında bir satranç tahtası ve yarım kalmış bir oyun duruyordu. Bazı zamanlar eli istemsizce taşlara gidiyor ve planlıyordu hamlelerini. Oysa eskiden her şey..

Kendimi dışarısında bırakacağım hikaye bu mu şimdi. Her cümlede her satır arasında ben varım. Yarım kalmış satranç ha! Gerçekten yaratıcı hikayenin ilerleyen bölümlerinde adam oyunun bütün olası hamlelerini kurgular ve kendi yenilgisine sebep olacak hamleyi bulduğu zaman onu yapar. Kaybetmeyi tatmak için oynar bu oyunu. Aşkın acısıyla yüzleşebilmek için yapar ve acısının gerçek olmasını diler. Bu hikayenin dışında olabilme ihtimalim varmış gibi yazmışım bide havalı havalı. Bir de eskilerden bahsetmişim sanki eskiden oyunlar yokmuş veya  ben fark etmemişim gibi.


Yalnızlığı geceye örtü yapmıştı adam. Yıllanmış bir şarkı söylüyor boş yatağına anlamsız gözlerle bakıyordu. Bu kaçıncı yılıydı ki yalnızlığının? Sıcak bir Ağustos gecesiydi ama o üşüyordu. Derinliklerinde küçük bir yaradan kan kaybediyor ve kan kaybeden herkes gibi üşüyordu. O yarayı açan bıçağın yaklaşmasını hatırlıyor ona izin verdiği için kendini suçlamıyordu. Konu aşk olunca insan sadece izin verdiği ölçüde bıçaklanırdı. Kimse bıçaklanmayı istemezdi elbette ama aşk gelince hayata yaralanmak da kaçınılmazdı. Sadece zamanı kestirilemezdi. Her zaman bıçağın yüreğine doğru yaklaştığını görürdü ve bir gün kendisine sağlanacağını da bilirdi. Ona da böyle olmuştu aslında. Bıçağı uzakta görmüş sonra keskinliği azaldığı için güzelce bilemiş ve beklemişti. Oyunları kuralına göre oynardı hep...

Tekrardan oyunlardan devam ediyorum. Sonra yaralar ve kanamalar kesinlikle benim çok dışımda kavramlar bunlar. Bıçaklar falan yakınımda bile yok hatta ne demek olduğunu bile bilmiyorum. Sonra kalkmış hikaye yazıyorum sanki mantıklı bir cümle kurabilecekmişim gibi. Konu aşk olunca her insan bir bıçak taşırdı ve istemli veya istemsiz bir gün o yerinden çıkardı. Bunları zaten biliyorum niye bu hikayeyi yazmalıyım ki? Sonra adam gömleğini çıkarıp yarasına bakacak ve onun kapanıp kapanmamasını düşünecek. İzleri kalmış onca yalana bakıp sonra gerçek aşkın izini taşıdığı için gurur duyacak kendisiyle. Ardından kabuk bağlamaya yüz tutmuş yarasını koparacak ve duran kanamasını tekrardan başlatacak daha fazla üşümeyi ve yalnızlığı göze alarak. Bu muydu yani kendimle gerçekten alakasız hikaye. Tebrikler o zaman bana.

Yağmurlu bir akşam üstünde adam ıssız sokakta tek başına yürüyordu. Elleri ceplerinde bir şarkı mırıldanıyordu mutluluğa dair. Islığını neşeli bir biçimde öttürüyor ve yağmurda ıslanırken gülümsüyordu. Güzel bir günü ardında bırakmıştı ve bu keyifle evine doğru yürüyordu. Pek bir derdi ve tasası yoktu aslında. Umursayacağı bir şeyler de yoktu. İşi, ailesi, sevdikleri yoktu onun ve bu yokluğun keyfini çıkarıyordu. Geçen onlarca seneye aldırmadan. Şarkının devamını hatırlamayınca başka bir tanesine geçti o da mutluluk ile alakalıydı. Hiç arkaya bakmadan, etrafını düşünmeden yürüdü. En büyük derdi ıslanmasıydı ki bu evine gittiği zaman geçecekti. Başka bir sorunu yoktu onun. Ne bir ailesi ne sevdikleri ne de bir işi vardı ve bunun keyfini çıkarıyordu...

Ne saçma bir hikaye oldu bu. Sonra adam evine gider kaybettiği bir şeyi ararken eski bir fotoğraf görür. Fotoğraf zamanında aşık olduğu, çok sevdiği birisine aittir. Bir süre boyunca boş boş bakar fotoğrafa sonra yüreğine yaptığı bütün yamalar teker teker açılır ve kanamaya başlar inceden. Sonra adam ne kadar boş yaşadığını fark eder. Geçen yılların hesabını sormaya başlar kendisine. Ne kadar boşa yaşadığını anlar ve sonra fotoğrafı alır ve kilitli ahşap sandığında eski altı patlarının yanına koyar. Kapağını kapatır ve gerçek olmasa da başka bir mutluluk şarkısı söyler. Asla gerçek olmasa da! Bu mudur yani onca düşünüp de anlatamadığım hikaye.

Hala milyonlarca farklı hikaye geliyor aklıma ama istisnasız her biri aynı şekilde yarım kalıyor. Bu kadar zor mu gerçekten derinliklerimdeki sızıyı betimlemek? Düşünüyorum dönüp dolaşıp da aynı noktaya her geldiğimde biraz daha eksiliyorum. Sonra eksilen parçalarımla ile tekrar birleşip tekrar eksiliyorum. Derinliklerimde bir sızı var. Hangi merhemi sürsem geçmiyor. Bir çaresi yok bildiğim kadarıyla sahi aşkı acısı olmadan anlatmak mümkün müdür? Peki ya ben bunları neden anlattım? Dirseğini yalamak gibi imkansızı mı istiyorum eğer imkansızı istiyorsam ve amaç dirseği yalamak ise kolumu yerinden mi çıkarmalıyım. Bedenimden ayrılırsa eğer o dirseğim olmayı sürdürür mü. Son bir kaç soru soralım o halde, aşkı bedenimden söküp alırsam eğer yerini neyle doldurabilirim. Anlatamadığım için gerçek değil midir yaşadıklarım. Yoksa bütün bu anlattıklarım bir hikayemi ve ben gerçekte hiçbir şey hissetmiyor muyum? Aşk acısı çeken ve kendini ifade edemeyen bir adamı mı anlattım aslında size? Bunların hepsi bir oyun muydu ve ben oyunlardan kaçarken yeni birisini mi oynamıştım. O halde neden içim sızlıyor günlerdir. Aşkı acısından ayırırsam eğer bir daha nasıl...

0/Post a Comment/Comments