Kelime kaçakçısı- hikaye

 

Kelime Kaçakçısı

“Şu anda burada olduğuma inanamıyorum. Hep eksikliğini çektiğin, yokluğunda yavaşça yok olduğun bir rüyayı görmek gibi sanki. Aradığın bütün soruların cevabıymış gibi veya anlamı varmış gibi her şeyin. Onunla aynı masada oturup gözlerinin içine bakıyorum. Eğer cennet diye bir yer varsa onun gözlerinin içinde saklıdır. Eğer cennet diye bir yer varsa ona giden yol onun kalbinden geçebilir ancak. Yeşil kelimesinin sözlüklerdeki karşılığı onun göz rengini betimlemeye yetseydi onun gözlerinin yeşil olduğunu söylerdim. Ancak bunu yapamam çimenlerin en açık tonunu ve bir çınar yaprağının koyuluğunu aynı anda içinde barındırdığını ve baktığın her an bütün yeşil tonlarını içinde barındıran gözlerini nasıl tek kelimeye sığdırabilirim ki. Gözlerinin renginin bir kelimesi olması lazım, sadece ona ait olan, kimsenin bilmediği ve kimsenin bilemeyeceği.

İçimde büyük bir ateş yanıyor ona baktıkça. O gülümsedikçe yüreğimin yandığını ve küllere dönüştüğünü hissediyorum. Aynı zamanda çok soğuk, donmaktan korkuyorum. O kadar çok korkup o kadar çok arzuluyorum ki literatürde bu duygunun bir karşılığı yok. Bir şeyler söylemem lazım ona ama ne yazık ki hissettiklerimi anlatabileceğim kelimelerim yok. Burada olmak imkansız yani bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin olmaması gibi. Ancak buradayım ve onun gözlerinin içine bakıyor ve ona dair milyonlarca yeni kelime yaratıyorum. Bu nokta son olmalı ve kullanılmamış bir sayfa açılmalı sonrasında. Geçmişimi tek celsede boşayıp yeni bir hayata başlamalıyım. Büyük bir çelişki yani ikilem, zıtlık, karşıtlık durumu var burada eğer geçmişim beni ona ulaştırdıysa her anını sahiplenmem gerekir, silmem değil. Evet, bunu yapmalıyım. Onun gözleri ben yüzleşir, hatıralarımla savaşır, yaşadıklarımı tekrar yaşar ve anlamsız günlerime geri dönerken sinir krizlerini uzak tutacaktır. Bu yüzden sevgili kabuslarım ve gölgede kalmış öteki kişiliklerim benim hikayemi dinleyeceksiniz biricik dış sesimden. Sonuçta geçmişim o kadar uzak ki bana birinci tekil şahıs kullanılarak anlatılamaz asla.”

Bundan on yıllar önce sıradan bir ailenin sıradan bir çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuk ne doğduğunda ne de doğduktan sonra bir kez olsun bile ağlamamıştı. Büyüdükçe ağlamayı öğrenemediği gibi gülmeyi de bilemedi hiçbir zaman. Hep mutsuzdu hayata sönük bakan gözleri. Konuşmayı geç, okumayı erken öğrendi. Konuşurken aralarda duraksar ve çoğunlukla yanlış kelimelerle devam ederdi cümlesine. Herkes gibi olabilmek, onlar gibi hissedebilmek için çok zorlardı kendini ve bu yüzden uzaklaşırdı etrafından. Komikti çünkü kendi ailesi bile ona “duygusuz” diyordu.

Bütün bu olanların en kötü tarafı ise onun duygularının olmasıydı. Sadece olması gerekenden çok güçlü, iç içe geçmiş ve farklı duygular hissediyordu. Hissettiklerinin sözlüklerde karşılığı yoktu. Herhangi bir duygusunu herhangi bir şekilde ifade edemiyordu ne kendine ne de etrafına. Hiç çocukluk arkadaşı yoktu onun. Aslında bunun neden önemli olduğunu bile anlamıyordu. Belki “yalnızlık” isimli duyguyu kelime anlamıyla olsa bile deneyimleyebilseydi eğer hiç arkadaşı olmamasının kötü(onun yararına olmayan, zararlı, faydalı olmayan gibi) bir şey olduğunu anlardı.

Oyunlar oynamak sadece zamanın geçmesine yarıyordu. Neden herkes ona “duygusuz” diyordu ve neden o da herkes gibi basitçe gülemiyordu. Hissettiği o yoğun karmaşanın ona hiçbir faydası yoktu. Belki adlandırabilse içinde kopan fırtınalara isim koyabilse farklı olabilirdi her şey ama yapamadı. İsimsiz fırtınalar yüreğinin sarp kıyılarını dövdü hep.

Hayatının en zor dönemini sorsalar ilkokul derdi. Tamamen yabancı olduğu bir hayata tutunma çabalarıyla geçmişti o uzun beş yıl.”Duygusuz” lakabından ve onu aşağılamaya çabalayan tüm arkadaşlarından kurtulmak için rol yapmaya çabaladı ve çabaladıkça her şey daha da kötü oldu. Duygusuz olmak aynı zamanda olaylara tepkisiz kalmayı da doğuruyordu. O tepkisiz kaldıkça içinde büyüyen bir boşluk(hiçbir şeyin olmadığı bir yerde her şeyi bulup kendini kaybetmek ve aynı anda kendi yokluğunla yüzleşmek gibi) vardı. Lanet olsun ki insanlara kızamıyordu, o kızamıyordu.

Yinede o rol yapmaktan vazgeçmedi ve ezberlediği kelimeleri hissediyormuş gibi davrandı. Daha doğrusu hissettikleri birer kelimeden ibaretmiş taklidi yaptı beceriksizce. Aynaların karşısına geçip gülümseme provaları düzenledi. Çok perdeli mutluluk maskeleri tasarladı kendine. Yine de o saklambaçta hep ebe, futbol maçlarında hep yedekti. Hissettiği duygular o kadar yoğundu ki acınası haline üzülemiyordu bile. Evet, duygusuzdu o ve bunun karşısında sadece karışık(umutlu, hayattan sıkılmış, kendinden nefret eden, kimsesi hiçbir zaman olmamış, insanları anlayamayan ve hüzünlü gibi) hissediyordu kendini.

Ortaokul daha güzel(sorunsuz, acısız, ıstırapsız, az hüzünlü, sadece ve karmaşasız gibi) geçmişti. Garip bir şekilde utangaç maskesini yüzüne çok yakıştırmıştı. Arka sıralara geçip oturduğunda onunla fazla uğraşan olmamıştı. Rahat bırakıldığı da söylenemezdi ama alışmıştı bunlara. Saklambaçta saklanabilmek güzel(umutlu, mutluluk verici, neşelendiren, heyecanlı, farklı ve değişik gibi) bir duyguydu.

Zaman geçtikçe bakış açısı değişen hormonlarının etkisiyle farklılaşmaya başlamıştı. Kızlar artık daha çekici(korkutucu, tiksindirici, merak ettiği, endişe veren, arzuladığı gibi) olmaya başlamıştı. İlk hoşlandığı(onu gördüğünde kalp atışlarının dengesizleştiği, terlediği, tek kelime söylese ölecekmiş gibi hissettiği, kaçmak isteyip de yapamadığı gibi) kız karşı sınıftaydı. Onu ne zaman görse pusulasını kaybediyor ve yolunu karıştırıyordu. Aralarında hiçbir şey olamadı elbette. Ona hem yaklaşmak hem de kaçmak istediği için kıpırdayamadı. Sonra o kız serserinin birisiyle çıktı, zaten bunların hiçbirinin anlamı yoktu ne hissettiğini bilemediği için.

Lise onun için sözlükleri ezberlediği zamanlardan ibaretti. Yaşadıklarını anlamlandırabilmek için sözlükteki her kelimenin karşılığını ezberlemişti. Sonra bu kelimelerden herhangi biriyle karşılaşabileceği durumlar için davranış ve tutumlardan oluşan oyun planları hazırlamıştı. Uzun zamandır görmediği bir akrabasından konu açıldığında onu özlemiş olması gerektiğini kendi hatırlatıp sonrasında “özlemeyi” cümle içinde kullanır olmuştu. Bu sayede sosyal etkileşimlerde karşılaştığını sorunların bir bölümünü çözümlemiş olmuştu.

Ayrıca ilk ve gerçek arkadaşıyla(onunla ilgilenen, yanında olan, önemsediği, acılarını paylaşan, şakalarına gülen, yanında kendisini huzurlu hissettiren gibi) lisede tanışmıştı. O zamana kadar hayatının en güzel günlerini lisede yaşamıştı. Artık kızlarla konuşabiliyor ve onlarla flört(iltifat ettiğin, elini tuttuğunda kalbinin parçalanmaya yaklaştığı, seni korkutan, endişelendiren ve özel bir şeyler hissetmek gibi) dahi edebiliyordu anlamlarını ezberlediği kelimeler ve davranışlar sayesinde. Her şey oyun planlarını duruma göre değiştirebilmesiyle alakalıydı.

Sözel dersleri sevememiş, edebiyattan nefret etmişti. Fazla duygu barındırıyordu özellikle edebiyat, bu yüzdendi onlara olan nefreti. Bu yüzden Fen okudu. Sayıların o kusursuz kesinliği karmaşasını dindiriyordu bir parça. Gelecekte nerede olmak istediğini bilemiyordu ama insanlardan çok sayılara yakın olmak istediği bir gerçekti. Eğer kendini bu hayattan çıkarıp sayıların arasına yerleştirebilseydi bu onun için oldukça güzel(faydalı, yaşamasını sağlayan, acı çekmesini engelleyen gibi) olurdu. Oysa matematiğin temelinde “II” olmaya çalışan “I” lerin olduğunu çok sonra öğrenecekti.

Bütün bu süreç aslında hayatındaki normalleşme(herkes gibi olma, onlar gibi düşünme, onlar gibi davranma, onlar gibi hissetme gibi) isteğinin bir sonucuydu ve oldukça güzel gidiyordu. Ancak öyle bir olay oldu ki kendisini başlangıç noktasından(duygusuzdan) çok daha gerilerde buldu. Çok sevdiği dedesinin vakitsiz vefatı onu bitirmişti. Öyle duygular vardı ki içinde hiçbir lisanda, hiçbir evrende karşılıkları yoktu. Bütün sözlükleri yaktı dedesi gittikten sonra, ezberlemeye çabaladığı bütün kelimeleri unuttu ve en başından başladı. Dedesinin ölümünden sonra hissettiği duygulara bir karşılık yarattı ve kendi lisanının ilk kelimesini oluşturdu.

Aslında bu başkaların gibi olmaktan vazgeçişinin bir göstergesiydi ve aynı şekilde kendini o hayata ait olan kelimelerle ifade etmekten de vazgeçmişti. Eğer eksikliğini çektiği şey kelimeler ise bolca kelime yaratacaktı. Bu sayede artık hissettiklerini kelimeleştirip, gruplaştırabilecekti. En güze tarafı ise hem kendini kendine anlatmış olacak hem de kimsenin bilmediği kelimeler yaratıp isimsiz duygu, nesne, düşünceleri isimlerine kavuşturacaktı. Yani artık Ekim aynın son günlerinde yağmurun ardından gelen gün batımındaki gökyüzünün kırmızısı ile yeşil renginin arasındaki, hangi renk grubuna ait olduğu anlaşılamayan rengin artık bir ismi olacaktı.

Zaman geçtikçe kelimelerin sayısı hızla arttı. Artık metroda karşısına oturan kızların sıfatı sadece “güzel”den ibaret değildi. Onların davranışlarına, gülümsemelerindeki açılara veya gözlerindeki ışığın parlaklığına göre değişen onlarca kelime vardı. Kendisine bir sözlük yaratmış ve o sözlüğe her gün onlarca hatta yüzlerce yeni kelime eklemişti. Başlangıçta sadece karmakarışık hisleri için kelimeler yaratıyordu ancak sonrasında cümlenin her nesnesine uygun kelimeler oluşturmuştu. Benzer olaylarda benzer duygular hissetmesi bir kelimeye birden fazla durumda kullanmasına olacak tanımıştı. Artık hoşlandığı, korktuğu, tiksindiği, merak ettiği, arzuladığı ve konuşmak istediği her kıza karşı aynı hissettiği duygular için aynı kelime grubunu kullanıyordu. Bu onun ne hissettiğini tanımlamasına yarıyordu.

Lisanındaki kelimelerin sayısı her geçen gün daha fazla artıyordu. Artık gün batımındaki kırmızının mevsimlere, aylara hatta günlere göre değişen onlarca yeni ismi vardı. İçindeki boşlukları can acıtma derecesine göre sıralamış ve acının yeni adlarını bulmuştu. Kendine has intihar ile yalnızlık duygusunun karışımına “yasgı” ve bu yasgı garip bir biçimde en çok hissettiği duygu olmuştu. Başlangıçta eğer bir bilgisayar programı olsaydı yanlış kodlandığını düşünürdü ama zamanla bu şekilde programlandığını anladı. Bunu bilmek yeni lisan yaratma sürecinde ona yardımcı oluyor ve hayatla olan mücadelesinde aradığı gücü damarlarına enjekte ediyordu. Kılıçları olmadan bitmeyen bir kılıç dövüşüne girmişti ve kopan uzuvlarından kendine silahlar yaratmayı öğrenmişti. Kollarından kılıçlar, kaburga kemiklerinden kalkanlar yapabiliyordu ustaca.

Bütün bu farkındalığın üniversite sınavına denk gelmesi büyük bir şanslıktı aslında. Sonuçta çalışmalı, test çözmeli ve elinden geldiği kadar düşünmemeliydi hayatın kanla kaplı kaldırımlarını. Diğer taraftan da bu sınavda çok önemli bir avantajı vardı. Sınavın yüklediği ve yükleyeceği herhangi bir kaygıyı taşımıyordu ve taşımayacaktı. Bu hem çalışırken hem de sınavda avantaj sağlamıştı ona. “Matematik” istiyordu ve istediğini elde etti sınav sırasında olan onca olumsuzluğa rağmen. Duygular açısından kendisi kadar karışık İstanbul’u kazandı. Bir şehrin bu kadar karışık olması kötüydü yine de İstanbul ev diyebileceği tek yerdi.

İstanbul’a geldiğinde bir ev tuttu kendine, tek odalı bir hayat yaşadı. Üniversiteye gitti, eve geldi ve yattı. Sağlığını umursamadı veya derslerini veya geçen günlerinin sayısını. Sadece kelimelerini önemsedi sadece karamsarlığını azaltmaya çabaladı. Herkes gibi olmayı bırakmıştı zaten ama zamanla kendisi gibi olmayı da unutmuştu bu karanlıkta. Lise normalleşme(herkes gibi olma, onlar gibi düşünme, onlar gibi davranma, onlar gibi hissetme gibi) sürecinde daha fazla yardımcı oluyordu. Herkes gibi giyinip, herkes gibi davranmak sıradanlaştırıyordu onu ama şimdi kısıtlamalar yoktu. Giyimi de görünüşü kadar karışıktı. Üzerindeki hiçbir parçanın bir diğeri ile uyumu yoktu. Giydiği her giysi onda eğreti duruyordu ama o bunların hiçbirini umursamadı. Saçı, sakalı birbirine karışmıştı ve bunu gidermek için hiçbir şey yapmıyordu. Şimdi sistemin ondan nefret ettiğine emin olabiliyordu sonuçta o herkes gibi değildi, olmamıştı ve olamazdı da her ne kadar sistem herkesi bir yapmaya çalışsa da.

Bazı günler evde yiyecek kalmayana kadar dışarı çıkmazdı. Kendi içine çekilir ve yeni bir koza örer, yeni bir kalkan inşa ederdi kendine. Bazen her şeyi bırakıp gitmek isterdi. Daha doğrusu bir sabah uyanıp aynı yerin yabancı bir yansımasına gitmek isterdi ki bunu sözlüğüne “giyel” olarak eklemişti. Daha fazla yaşadıkça daha fazla kelimesi oluyordu ve daha fazla kelimesi oldukça daha fazla yaşıyordu. Bir başlangıcı olmayan bu tarz eşitliklere “eşam” ismini vermişti. Eşamların başlangıcı bulunamadığı için bozulamazlardı da. Aslında kendi lisanını oluşturmaya başlamasaydı eşamların hiçbiri olmayacaktı, veya sözlükleri ezberlemeseydi buraya kadar gelemez ve intihar ederdi. Daha doğrusu yaptığı eylem; korkup kaçmak, cesaret edememek, ölümün umut olduğuna inanmak, umudu kovalamak gibi anlamlara da gelen “ikrasa” eylemi olurdu. İkrasanın yaşamak anlamına gelen kelimelerden tek farkı birinde ölümün diğerinde yaşamın umudu oluşturduğuydu.

Üniversitede ilk yılını geride bıraktığında artık kelimelerinin içindekileri anlatmaya yetmediğini anlamıştı. Duyguları o kadar değişken ve fazlaydı ki her gün binlerce kelime yaratsa yinede yeterli gelmezdi. Kelime dağarcığı en geniş lisan onun ki olabilirdi ancak daha azla devam edemedi duyguları içinde büyüyüp her yeri kaplarken.

Bir dönem hastanelerde, terapilerde veya psikiyatrlarda geçti.ancak “nasıl hissediyorsun?” sorusuna verecek bir cevabı olmadığı için umutlu değildi bu süreçten. İlaçlar, sakinleştiriciler veya anti depresanlar zaten olmayan hayatını ondan almaktan başka öteye geçemiyordu. Ancak ilaçları kullansa en azından hayali ev arkadaşından ve sanrılarından kurtulabilirdi ama hayali de olsa yanında birilerinin olmasına ihtiyaç duyuyordu. Herkes onu kendi kendine konuşan bir deli zannetse de o hayali arkadaşına “hie iven dima ikrasa” diyordu, en yakın tercümesiyle “ben ve bütün alt benliklerim bir saniye bile daha fazla yaşamak istemiyoruz.”

Düştüğü çukurun bir dibinin olmadığı ve o zemine asla çarpamayacağını çok iyi biliyordu. O sivri kayalıkların hayalini süslerken devam etmesi gereken bir hayatı da vardı. Üçüncü sınıfa gelmişti artık ve hayatla birlikte dersleri de ağırlaşıyordu. Ancak o bütün bu zorlukların çözümünü kadehinin derinliklerinde arıyordu. Günlerinin büyük bir bölümünü İstiklalde veya Kadıköy de geçiriyordu. Tek bir sorun vardı ki damarlarındaki promiller acısını dindirmeye yetmiyordu. Artık hissettiği her duygu karmaşası eskisinin yüzlerce misli daha büyüktü ve ne hissettiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu. Hayali arkadaşının içememesi de yeteri kadar kötüydü zaten ve bu yüzden onun payını da kendisi içmek zorunda kalıyordu. Hiçbir faydası olmadığı en iyi kendisi biliyordu ama elinden başka bir şey gelmiyordu.

Anti depresanlarla birlikte alkol alınması beyin kanamasına sebep oluyor ki bu ihtimalin gerçekleşmesini tüm varlığıyla istiyordu 3.sınıfın ikinci döneminde. Evde yanlı başına geçen anlamsız bir pazartesiydi. O gün okula gitmemiş ve son kalan şişelerin dibini bulmuştu. Koltuğuna uzanmış ve hiçbir şey düşünmemeyi düşünüyordu. Sarhoş olması en kötü lanetiydi ve kendini kendine söverken bulmuştu. Duvarları yumruklamanın veya boğazını kesmenin bir işe yarayacağını düşünse bir an bile düşünmez yapardı. Ancak ikrasa için ne yeteri kadar korkan ne de yeteri kadar cesur değildi. Zaman alacakaranlığa yaklaşırken gözleri yavaşça kapandı ve rüyaların o büyük yokluğuna olan yolculuğuna ilk adımını attı.

Bütün bir renk paletinin bir başkasına karıştığı, ayrıştığı, dağıldığı ve tekrardan birleştiği bir yerdeydi. Baktığı her yönde renkler sürekli olarak değişiyor, kırmızılar mavilere işliyor, yeni bir renk ayrılırken ondan ayrılan bir parça sarıları tam ortasından vuruyordu. Baktığı her yerde buna benzer renk değişimleri oluyor ve hepsi onun etrafında dönüyordu. Renkler soluduğu havaydı onun. Ciğerlerine dolan her renk zerreciğinde farklı bir duygu karışımı hissediyordu. Sonsuz sayıda renk vardı sanki ve sonsuz sayıda duygu. Renklerin arasından yürümeye başladı duygularının değişim hızına şaşarak.

Bir süre boyunca etrafındaki renk anaforlarını seyrederek ilerledi. Yürürken olanları cümlelere dökmek istiyordu lakin her renk tonunu kendi ismiyle çağırmak da istediğinden oldukça zorlanıyordu. Bir süre sonra başının dönmeye başladığını düşündü ve başının döndüğü ölçüde değiştirdi yönünü. Yönünü kaybetmiş bir biçimde daireler çizerek ilerliyordu artık ve sert bir duvara hızlıca çarptı.

Çarpmanın etkisiyle yere sert şekilde düşmüştü. Alnı bir parça açılmış, yaradan sızan kan göz kapağına yaklaşmıştı. Yerden kalkması gerekiyordu, bunun için dizlerinin üzerine doğruldu. Sonrasında neye çarptığını görebilmek için yere bakmaktan vazgeçip başını dikleştirdi. İleride kocaman bir hiçlik görüyordu. Sanki birisi rengarenk keşmekeşin fotoğrafını çekmiş sonrasında onu tam ortasından keskin bir bıçakla ortasından ikiye bölmüş gibiydi.  Bir tarafta renkler vardı diğer tarafta ise kocaman bir hiçlik. İstemsiz bir şekilde elini hiçliğe doğru uzattı. Parmakları soğuk, esnek bir yüzeye değdi. Elini ittirdikçe dokunduğu duvarın esnediğini gördü. Biraz daha ittirdi elini ve ittirdiği kadar zarın esnediğini gördü. Bir zar gibiydi ve uzun bir duvar edasıyla gidiyordu iki yöne doğru. Bir sınır vardı renklerle hiçliğin arasında ve o çabalasa da bu sınırı geçemiyordu.

Bütün o çabalardan dolayı yorgun düşmüştü ve kendini derin derin nefes alırken buldu. İleride hiçbir şeyin, hiçbir duygunun olmadığı bir yer vardı ve oraya gitmek istese de gidemiyordu. Başını iki yana salladı hayal kırıklığıyla umutsuzluğun kusursuz karışımı içinde. Tam bu sırada ona doğru gelen bir şey gördü daha doğrusu bir insan. Onu gördüğü anda üşümeye başladı bir an için donacağını düşündü. Bu sırada istemsizce geriye doğru adımlar attı.

Kız ona doğru yaklaştıkça üşümesi arttı. Kuzgun siyahı saçlarını görünce nefes alış verişi hızlandı sebepsiz yere. Kıza karşı hiçbir duygu hissetmemiş, varlığını sıfatların karşılığı olmamıştı. Her şeye karşı karmakarışık olan o kıza karşı yoktu. Bu kadar boş hissettiği ilk andı aslında. Siyah saçları ve beyaz teninden başka uyandığında onun hakkında hiçbir şey hatırlamayacak gibiydi. Kız ona doğru yaklaşırken duvara belirsiz çarpık bir gülümseme vardı yüzünde. Görünmez duvara iki kısa adım akala durdu ve gülümsemesini biraz daha arttırdı. Gülümseme yüzüne o kadar yabancıydı ki oraya ait değildi, sanki o yüzde ilk kez oluşmuştu. Kız kısa bir susuşun ardından konuştu tamamen duygulardan arınmış bir tonda “söyle bakalım ne istiyorsun benden?”

“Senden bir şey istemek mi, seni tanımıyorum bile. Ne isteyebilirim ki senden? Söyle kimsin sen?” şaşırmıştı kızın sorusuna ama asıl ilk kez bir duyguyu sözlük anlamı ile yaşayabildiğine “şaşırmıştı.”

“Kim miyim? Kelime kaçakçısı derler bana. Evrenler arasında dolaşır ve kelimeleri toplarım. Unutulmuş kirletilmemiş kelimeler taşırım ben. Hepsi çok güçlüdür onların bazılarının evreni yok etme gücü vardır. Kelime kaçakçısıyım ben söyle istiyorsun?” kız konuşurken sesinde en ufak duygu emaresi yoktu. Ölüm kadar soğuk diye düşündü adam. Ona dokunsa donacağından o kadar da emindi ki.

“Bilmiyorum bana ne verebilirsin. İçimde kopan fırtınalara isim vermem gerek benim. Ne hissettiğimi, nasıl hissettiğimi bilmiyorum, anlamıyorum. Hem neden güvenmeliyim sana, nereden bilebilirim doğru söylediğini.”

“bilemezsin tabi ki. Ancak senin kelimelere ihtiyacın var onlar bende. Eğer yalan söylüyorsam nasıl olsa kısa bir süre sonra intihar edeceksin. Hatta yöntemine karar veremeyip hepsini birden deneyeceksin garanti olması için. Hayatının bir anlamı yok yine de sen bilirsin beni çağıran başkaları da var.”

Ben mi seni çağırdım?  Senin kim olduğunu bile bilmeden çağırdım hem de. Şartlarını söyle bana ve burası neresi. Neden arada bir sınır var? Neden orayı geçemiyorum?”

“Evet doğduğun günden beri çağırıyorsun beni. Anlaşa için doğru zamanı bekledim diyelim. Şartlarım şunlar, sana hiç kimsenin hiçbir zaman bilemeyeceği kelimeler vereceğim ve bu senin yaşamanı sağlayacak. Karşılığında da senden bir şeyler alacağım ve burasının neresi olduğunun ne önemi var ki?”

“Karşılığında benden ne alacaksın?”

“Senden alabileceğim en değerli şey canın ki bunu severek verebilirsin. Merak etme canı istemeyeceğim senin. Zamanı geldiğinde sen kelimelere kavuşacaksın bende istediklerime. Bence adil bir anlaşma”

“Haklısın başka şansım yok. Şartlarını kabul ediyor, anlaşmayı onaylıyorum.”

“Güzel bir anlaşma oldu tebrik ederim. O zaman hoşça kal, dikkat et kendine” kız son sözlerini söyledikten sonra sırtını dönüp uzaklaşmaya başladı. Yürürken bastığı yerler donuyordu ve yüzünden aşağıya doğru kar yağıyordu. Bir süre sonra geldiği hiçlikte kayboldu.

Ertesi sabah sebebini bilmediği bir şekilde erken uyandı. Aynaya baktığında gördüğü kişiden nefret etti. Sabah erkenden berbere gitti oradan da okula. Değişen bir şeyler olmamasına rağmen o anlamsız rüyadan sonra farklı hissediyordu kendini. Kaynayan yüreğinin alevlerde yanması son bulmuş gibiydi. Anlam veremedi olanlara. Sarp bir uçurumdan düşerken küçük bir kaya parçası bulmuştu tutunacak. İleride bir gün tekrar düşer şansı yaver giderse tekrar tutunurdu. Şansı yanında olmazsa zaten bedenini bekleyen sivri kayalıklar olduğunu çok iyi biliyordu. Kayalıkları düşlediği kadar kayalıklar da onu düşlüyordu.

Her gün okula gidip derslere girdi. Not tuttu ve sınavlarına çalıştı. Birçoğundan geçemese de umursamadı. Alkolizmin kıyısından dönmüştü ya kalanların önemi yoktu.  Aylar geçse de içinden bir ses ikrasanın eşiğinden nasıl döndüğünü sorguluyordu biricik hayali dostu, can yoldaşıyla birlikte. Onlara verebilecek cevapları yoktu ama eğer o rüyanın bir anlamı var ise herkesten çok merak ediyordu.

Yaz tatillerini hiç sevmezdi. İstanbul’dan ayrılıp ailesini görmesi gerekirdi ve olmayan hayatından vazgeçmesi. O sene daha az nefret etti soluduğu havadan, daha az sıkıldı zamanın akışını izlerken. Artık 4. Sınıfa geçmişti asla peşini bırakmayan edebiyat dersleriyle birlikte. Aslında mezun olmak veya diplomayı almak onun için anlamsızdı. Sadece onu bir an için bile anlamamış herkesin gözlerinin içine bakıp “başardım” demek istiyordu “size rağmen başardım.”

Okullar açılalı birkaç hafta olmuştu. Ekimin sonlarında ağaçların yapraklarını dökmeye başladığı zamanlardaydı. Havalar serinlemeye başlamıştı ki onun sevdiği zamanlardı. Bazen üşür gibi olur bazen sıcaktan kavrulurdu. Dört mevsim değil tek bir mevsim olmalıydı ona göre ve bu tek mevsimin içinde 365 tane ayrı alt mevsim. Neden birbirinden bağımsız 90 ayrı günü aynı başlık altında bir araya getirirlerdi anlayamıyordu. Onlara isim vermek de aynı ölçüde gereksizdi. Kış mevsiminin sürekli soğuk olması gerekirdi ama öyle değildi. İnsanlar her şeyi aynılaştırmaya çalıştıkça anlayamıyorlardı, insanlar onu anlayamıyordu. Onunda kendini anlatmaya hevesli olduğunu kimse iddia edemezdi.

Günlerden Perşembeydi. Bir söylentiye göre evren Perşembe günü yaratılmıştı. O gün dersleri umursamamış ve sahile yürüyüşe gitmişti. Severdi müzik eşliğinde saatlerce yürümeyi. Güneş batmaya hazırlanırken Ortaköy sahillerindeydi. Kendine bol susamlı bir simit almış ve onu obur martılarla paylaşmıştı. Sonra ellerini parmaklıklara dayamış ve İstanbul’u izlemeye başlamıştı. Boğaziçi Köprüsünün ışıklarının yanmasına yaklaşık olarak 27 dakika kalmıştı. Onları beklemeye karar verdi bu şekilde dindirebiliyordu içindeki fırtınaları.

Etrafı boş gözlerle seyrederken bir an için duraksadı. İçinde daha önce hiçbir zaman hissetmediği kadar güçlü bir duygu bütünlüğü oluştu bir anda.  O kadar karışık ve o kadar harikaydı ki elleri titremeye başladı heyecandan ve korkudan. Daha doğru hiç görmediği bir kız ona doğru yürüyordu. Siyah saçları omuzları hizasından kesilmiş ve karmakarışık bir şekilde bırakılmıştı. Yüzünde hiç makyaj yoktu, teni hayata ters düşmeyi göze alacak kadar beyazdı. Siyah bir kot pantolonun üzerine siyah askılı bir tişört ve onun üzerine siyah bir gömlek giymişti. Solgun güneşte yeni doğan bir ay kadar parlıyordu. Bir anda o kız bütün dünyası olmuştu. Bakıştıklarında boğaza atlayıp boğulmak istedi. Kalbi alevler içerisinde yandığı halde bedeni donuyordu. “güzel” den milyonlarla kez daha güçlü “mükemmel”i kusurlu bırakacak bir kelime geldi aklına. Hiçbir lisanda, hiçbir zaman telaffuz dahi edilmemiş, edilemeyecek bir kelime yerleşti bilincine. O tek keline kız ile ilgili yapılabilecek bütün betimlemelerin toplamından daha fazla anla barındırıyordu içinde. Bu esnada kızın yüzündeki o dondurucu ifadesizlik yumuşadı ve yerini eğreti duran bir şaşkınlığa bıraktı. Birkaç kez tökezledi adamın yanından geçerken, az kalsın yere kapaklanıyordu. Yavaşça uzaklaştı ardında ilk kez ne hissettiğini bilen birisini bırakarak.

Geçen zamanda sadece o kızla ilgili düşünceler iz bıraktı hatıralarında. Eline geçen her fırsatta Ortaköy’e gitti onu tekrardan görebilmek için. Öyle farklı bir duyguydu ki hem onu tekrardan görebilmek için can atıyor hem de ondan ölesiye nefret ediyordu. Ekim bu düşünceler arasında kayda değer hiçbir şey olmadan bitti. Artık ne olduğunu bildiği bir duygusu vardı ve çok mutluydu.

Kasımın ortalarında, havalar soğumuştu. Artık kalın giysiler giyme vaktiydi ki bundan nefret ederdi. Günlerden Perşembeydi bir söylentiye göre evren Perşembe günü yok olacaktı. O günde Ortaköy sahillerinde martıları beslemiş ve ellerini parmaklıklara İstanbul’u seyretmeye başlamıştı. Hemen her akşam buradaydı artık. Giyimine biraz daha önem veriyor, düzenli olarak berbere gidiyordu belki onu tekrardan görebilir diye. Bu hale geldiğine şaşıyordu aslında ve onu göremeden eve döndüğü her gün için hayali arkadaşı dalga geçiyordu onunla.

Boğaziçi Köprüsünün ışıklarının yanmasına 10 dakika kalmıştı. Gecenin ışıkları yanmaya başlarken Beylerbeyi ve Üsküdar sahillerini seyrediyordu. Kulaklıklarda “Words Mean Nothing” çalıyordu Evergrey’den tam da onun hayatını anlatan bir şekilde. Anlaşılabilir bir duygusu olsa da hala fazlasıyla fırtınalıydı yüreği. “But my words mean nothing” diyordu hüzünlü erkek vokal “ama kelimelerimin hiçbir anlamı yok”. Tam bu sırada bir ses duydu yüreğinin derinliklerinde “selam”.

Dönüp baktığında kızı karşısında gördü ve o kelimenin ne kadar doğru olduğunu tekrar hatırladı. Eğer o “güzel” olsaydı diğer insanlar “çirkin” bile olamazdı onun yanında. Bu yüzden kendine özgü bir kelimesi vardı ya onun başkasına “güzel” diyebilmek için gerekliydi. Heyecandan ve korkudan kalbi durmak üzereydi, kulaklıklarını çıkarmayı “selam, sonunda geldin” dedikten sonra akıl edebildi.

“Bunca zaman seni beklemiştim” dedi kız sesi melekleri kıskandırmaya fazlasıyla yetiyordu “anlatmam gereken şeyler var.”

“Şu anda burada olduğuma hala inanamıyorum. Onun ellerini tutmuş ve o siyah gözlerinin içine bakıyorum. Bilinen hiçbir sıfat onun betimlemek için yeterli değil. Bunun için çabalamıyorum o çok... Burada bulunmayı düşleyemezdim, onun gibi birisini hayal dahi edemezdim. Şu anda ise onunla aynı masadayız. El ele tutuşup birbirimizin gözlerimizin içine bakıyoruz. İçimde taşıdığım duygunun büyüklüğü bütün kainatı aşıyor ama yinede onun karşısında ezik kalıyorum. O istese canımı veririm. Yaşamımı, hayatımı, umutlarımı, her şeyimi seve seve feda ederim. Bir isme sığacak kadar küçük değil hissettiklerim. O benim hayatım oldu. Daha doğrusu ondan önce hayatım yoktu, şimdi O oldu. Şunun şurası onu ilk gördüğümden beri altı ay geçti. Şimdi günlerden Perşembe, Martın 29 u.

Onun gözlerinin içine bakıyorum, benim bir çift kelime söylememi bekliyor. Buna karşılık verir mi vermez mi umursamıyorum. Sadece hissettiklerimi biliyorum ve evet bir ismi var duygularımın artık biliyorum. Dudakları dudaklarıma doğru yaklaşırken ben kulağına doğru eğiliyorum. Bir çift kelime söylüyorum “seni seviyorum” dan milyonlarca kez daha kuvvetli, daha büyük ve daha uzun ömürlü. Hiçbir dilde karşılığı olmayan bir çift kelime söylüyorum ona. Dudaklarından dudaklarıma yaşam akıyor beraberce yanıyoruz. Ben onunla yeniden doğuyorum.”

“Dudaklarının dudaklarımdan ayrılmasını hiç istemiyorum. Aynı soluğu paylaşıyoruz onunla. Onunla tanışmadan önce duygusuzun tekiydim. Buraya nasıl gelebildiğime inanamıyorum doğrusu. Hayatım boyunca hiçbir şey hissetmedim ben ve onunla yeniden yaratıldım sanki. Sevmenin, hissetmenin ne demek olduğunu o öğretti bana. Ben onunla var oldum, onunla yaşadım. Ondan önce hiçtim, bomboştum.

Gözlerimin içine bakıyor ve ellerimi tutuyor. Bir meşale gibi ışıtıyoruz karanlığı. Biz onunla hayatı yeniden yaratıyoruz. “Sana anlatmam gereken şeyler var” demiştim. Aradan aylar geçti yine de fırsatım olmadı anlatmaya. Eğer fırsatım olsaydı ona gördüğüm bir rüyadan bahsedecektim. Benim kelime kaçakçısı olduğum ve zifiri bir hiçlikte yaşadığım bir rüyadan. Sonra bir adamla bir anlaşma yaptığımı kelimeler karşısında ondan bir şeyler aldığım bir rüya görmüştüm. Aramızda görünmez bir duvar vardı oradaki adama ulaşamıyordum. Anlıyorum ki o adam O’ymuş ve ben ondan duyguları almışım kelimeler karşılığında. Duygularım onun sayesinde yaşıyor. O benim gerçek masal kahramanım, hayatımı kurtardı. Şimdi anlıyorum o, O’ymuş.”

Oğuz Marangoz

12.02.2010

0/Post a Comment/Comments