Son yolculuk 30

Yıkılmış bir şehrin tam merkezindeydim ben. Ne zaman sahil kenarında bir banka oturmak istesem yıkılmış bir banka oturuyordum. Ya şehirdeki tüm banklar yıkılmıştı ya da ben özellikle yıkılmışları seçiyordum bilemiyorum bunu. Ayrıca sahile gitmeye devam ettim ben. Sahile gidip bir güvercinin ayağına bağladığım mektupla uçmasını izliyordum. Her gün yapıyordum bunu, her gün ona bir mektup gönderiyordum ve her mektup aynı satırlarla başlıyordu "Dönmeyenim"

Her şeyi bırakıp gitme isteğimin arttığı dönemlerdeydim. Bir insan ne kadar uzağa gidebilir diye düşünüyordum bu esnada. Kişinin kendinden kaçabileceği bir yer olmadığını çok iyi biliyordum. O zaman en uzak yer neresiydi. En uzak yere gitmek için milyarlarca ışık yılı uzaktaki bir yere mi gitmek gerekirdi. Bu düşünceyi doğrulamak için uzay yolculuğu mümkün olmadığı için emin olamıyordum. Ancak bildiğim bir şey vardı ki kendimden kaçma imkanım yoktu.

Hafızamı sildirebilirdim mesela eski bir filmdeki gibi ama bunu yapmayı da kabul edemezdim. Hafızamı silmek onu silmek anlamına gelirdi ve onsuz yaşamak istemiyordum. Unutmak benim kabul edemeyeceğim bir seçenekti ve durum bu şekilde olunca çaresiz kalmıştım. İnsan çektiği acıyı hiç sever mi sence? Ben seviyordum ama. Onun içinde olduğu her cümleyi seveceğime söz vermiştim ya varsın onun olduğu cümleler tenimi kessin, canımı yaksın.

Ben bir taraftan da yaşama tutunmaya çalışıyordum ki yaşama tutunmak gökyüzünden düşerken bir buluta tutunmaya çalışmak gibiydi ve ben hep düşüyordum. Belki bulutlara tutunmaya çabalasam başarabilirdim en azından ihtimali vardı ama çabalamıyordum. Bir insan ne kadar düşebilirdi ki? Dünyanın merkezine kadar gidebilirdi mi mesela veya evrenin merkezine ulaşabilir miydi? Oraya vardığı zaman evrenin yaratılışını izlerken demli bir çay içebilir miydi mesela?

Sorular soruları doğuruyordu ve cevaplar teker teker ortadan kayboluyordu. Cevabı olmayan sorular tarafından esir alınmıştı zihnim ve hayatta hiçbir sorunun cevabının olmadığını düşünüyordum. Dream Theater, Answer Lies Within isimli çok sevdiğim şarkısında pes etmemek gerektiğinden ve korkmamak gerektiğinden bahseder. Aynı şarkı cevapların olayların içinde yer aldığını söylerdi ama hiç cevabım yoktu bölüm. Benim hiç cevabım olmamıştı. Sorulardan oluşan bir insandım ve sorulardan oluşan herkes gibi ait hissedemiyordum.

Bütün bunların yanında çok gerekliymiş gibi güçlü görünmeye çalışıyordum. İçimde kopan fırtınaları kimsenin bilmesini istemiyordum. Kimseye anlatmak istemiyordum yaşadıklarımı. Hele "boş ver be abi" ile başlayan cümleleri duymak bile istemiyordum. İnsanlar yaşadıklarını unutmak için boşvermeyi seçerdi. Böylelikle tüketmeye devam edebilirlerdi. İnsanlar sadece tüketim mamullerini değil başka insanları, doğayı ve hatta dünyayı da tüketirlerdi. Ben ise böyle bir tüketime karşı çıktığım için acı çekiyordum yoksa acının geçmesi çok kolaydı. "Boşversem" geçerdi her şey.

"Boşvermeyi" kabul etmeyince bana acı çekmek düşmüştü bende acıma sarıldım yalnızlığın ağlarına yakalanmış herkesin yaptığı gibi. Onun ağlarından kurtulmak elbette mümkündü ama başka bir yerde başka bir zamanda yine aynı ağa yakalanırdı insan. Bir balıkçının ağına yakalanan bir balık ne kadar özgür hissediyorsa o kadar özgür hissederdi insan. Yalnızlıktan çıkmanın tek bir yolu vardı ve o yol aşktan geçerdi. Kalan her bir an yalnızlıktı aslında.

Okul, dersler, ev, Beykoz ve nargile arasında geçmeye devam ediyordu ömrüm. O kadar büyük bir acı vardı ki içimde herkes kaçıyordu benden. Bir süre boyunca bakıştığım kızlar anlımda yazan yalnız ibaresini gördüğünde arkalarına bile bakmadan kaçıyordu. Kimsenin olmasını istemiyordum ama ne önemi vardı ki ben kendimde olmayınca başkalarının varlığının. Tek bir kelime bile yazmak istemiyordum zaten istesem bile yazamayacağımı düşünüyordum. Giderken kelimelerimi de almıştı. Tüm cümlelerimi çantasına koymuştu ve onları ilk çöp kutusuna atmıştı. Yoksa neden saklasın ki bana dair cümleleri? Ne önemim vardı ki şu hayatta?

Odasının bir kenarına attığı takta bir kukla olmak istiyordum. Arada bir yanına aldığı, sohbet ettiği ve sonra başka bir kenara attığı. Zaten bir kukladan farkım yoktu insanlar işleri bittiği zaman beni bir kenara atarlardı. Sonra başka birisi alır ve yine aynı son. Ben kimseyi atmadım ama herkes kendi isteğiyle gitti hayatımdan. Belki bir durak belki liman olmamdan kaynaklanıyordu bu belki de sadece duraklamanın yasak olduğu bir yoldum ben. Sadece bozulan araçlar durup tamir edilince gidiyorlardı. Demek ki o da gittiğine göre onu da tamir etmiştim ve bu düşünce yüzümde küçük bir gülümsemenin belirmesi için yeterliydi. Gerçekten gülümsemeyeli ne kadar zaman olmuştu merak ettim bir süre boyunca. Sonra gülümsemelerimin sayısını merak ettim ve aklıma her düştüğümde gülümsediğimi fark ettim. En azından gerçekti gülümsemem.

Uyumak daha güzeldi benim için en azından onu görebiliyordum. Tabi onu bir kabusun içinde görsem bana yeterli geliyordu. Freud'a sorsam yaşadığım sorunun ayrılığı kabul edememle ilgili olduğunu söylerdi. Ona göre ayrılığı kabul edemediğimden dolayı önemli bir depresyonun içine düşmüştüm. Bu durumdan kurtulabilmem için bir süre akıl hastanesine kapatılmalı ve tonla ilaç almalıydım. Nevrotik bir durumum olduğu için topluma zararlı bir bireymişim ben. Ancak Freud'a hiçbir zaman inanmadığım için onun söylediklerinin hiçbir önemi yok benim için. Carl Rogers'la konuşsam mesela onun yokluğunu kabullenmem gerektiğini söylerdi. Bir insanın varlığı ve yokluğu ince bir çizgidedir derdi bana. Bir insanın varlığına alışmak ne kadar kolaysa yokluğuna alışmak da o kadar kolay olmalıydı. Ancak ben onu bulmak için yaşadım, o gittikten sonra nasıl yaşarım dediğimde bir süre susar ve tekrar onu bulmak için cevabını verirdi.

Benim çektiğim acı sorun değildi ama o acı çekiyorsa buna dayanamazdım ben. Çektiğim acının sebebini bulmuştum ben "Eğer o acı çekiyorsa." Ona mutlu ol bile diyemedim. Onun mutlu olduğunu görene kadar acı çekmeye devam edecektim.


0/Post a Comment/Comments