Zaman harabeleri, yaşamın doğuşu


Zaman harabeleri

Zamanda yolculuk yapmak sonsuz büyüklükte bir kuyuyu çıplak elle tırmanmak gibiydi. Hele kendisiyle birlikte bir de kızı taşıdığı için daha fazla yoruluyordu. Şimdiye kadar hiç yorulmamıştı aslında, her şey bir anda olmuştu ama şimdi ileriye gitmesi mümkün değilmiş gibi geliyordu. Ancak devam etti. Kolunu beline sardığı o kızı hatırladığı için devam etti. Onun köprünün kenarındaki o görüntüsü gözlerinin önünden gitmediği için devam etti. Onun düşmesine izin vermediği için devam etti. Yüzündeki çarpık gülümsemesi için devam etti.

Tekrardan yıkılmış şehre geldikleri zaman yaşlı adam parçalanmış bir binanın üzerinde oturup onları seyrediyorlardı. Ancak onlar başka hiçbir yere bakmadı. Adam kıza sarılmıştı ve kız kollarını adamın boynuna dolamıştı. Birbirlerinden başka hiçbir şeyi görmüyorlardı o anda. Kız konuşmak istiyor ama yapamıyordu. Erkek ise söyleyeceği bir tek kelimenin o anı parçalamaya yeteceğini düşünüyordu. Kız "neden?" diye sorana kadar bu sessizlik devam etti.

Erkeğin vereceği cevaplar ise aslında çoktu ama içlerinden bir tanesini seçemiyordu. "Senin ölmene izin veremezdim" diyebilirdi mesela veya "senin mutlu olman gerekir" de diyebilirdi ama bunlar hiçbirini yapmadı. Konuşmak bazı zamanlarda anlamsız olurdu. Hani sözcük içinden geçenleri anlatabilirdi? Hangi cümlelerle aktarabilirdi duygularını?

Bu sebeple konuşmadılar. Konuşmaya ihtiyaçları yoktu sanki. Daha sonra adam "çünkü benim gibiydin" dedi. Bu cevap üzerine kızın gözleri doldu, ağlamak istedi ama tuttu kendini. Ağlarken çirkin olduğu düşünüyordu ve bu yüzden o şekilde görülmek istemiyordu. Daha sonra kız "burası neresi?" diye sordu. "Buraya nasıl geldim?"

"Sorularının cevaplarını bilmiyorum ben. Buraya nasıl geldin veya ben seni nasıl kurtardım bilmiyorum ama burası gelecek, dünyanın sonu" adam konuşurken kızı kendine doğru biraz daha çekti. Yapabilse ona daha yakın olmak için her şeyi yapardı. Onu alıp zihninin içine yerleştirmeyi düşündü, ona evler, şatolar yapabilir beyninin en güzel yerine yerleştirebilirdi. Yapamadı ama bunları, gerek yoktu belki de.

Öyle bir andaydılar ki konuşmak yersizdi ve ikisi de bunun farkındaydı. "Sen olmasaydın ölmüştüm ben," dedi kız adamın gözlerinin içine bakarken. Öyle ki oraya baktığı zaman kendi yansımasını görüyordu. "Sen olmasaydın amaçsızdım ben" dedi adam ona konuşma hakkı doğunca. Bu esnada yaşlı adam yıkılmış binanın kenarına oturmaya devam ediyordu. Yüzünde büyük bir gülümseme vardı ve seyrediyordu hep yaptığı gibi.

Daha sonra sarılmayı bıraktılar ve kız etraflarına bakmaya başladı "demek dünyanın sonunda herşey yok olacak." Kız kendi kendine konuşur gibiydi ama adam onun sözlerini duydu ve "Herşeyin sonu burası" dedi. "Başka bir yarın olmayacak."

Yaşlı adam ise gözden kaybolmuştu. Sanki bir anda yok olmuştu ortadan. Eğer onu araştırsalardı adamın nereden geldiğini, aslında onun gerçek olmadığını anlayabilirlerdi ancak yapmadılar. Adam kızın elini tutuyordu ve kızın saçları esen rüzgarda dalgalanıyordu. Dünyanın sonunda hep aradığı şeyi bulmuştu. Onun için yaşam oradaydı aslında. Geçmiş, insanlar, şehirler, arabalar, cep telefonları anlamsızdı. Hayat aslında onun gözlerinin içine bakabildiğin oranda anlamlı oluyordu ve o ilk kez yaşadığını hissediyordu.

Bir süre boyunca konuştular. Kız adamdan yüzyıllar önce yaşıyordu adam ise başka bir yüzyıla aitti ve şimdi belki de binlerce yıl sonrasındaydılar. İkisi başka bir şekilde buluşamayacaklarını fark ettikleri zaman gülmeye başladılar. Hayat komik olmayan bir şakaydı ama ikisi de anlamışlardı o şakanın komik olan tarafını. Hayat ihtimalsizlikler üzerine kuruluydu. Nerede olasılıksızlık varsa eğer orada hayatın anlamında söz edilebilirdi. Ancak hayatın olasılıklarla ilişkisi bundan daha farklıydı. Her olasılıksızlığın gerçek olmasına izin verirdi hayat.

Bu arada ikisi yıkılmış bir binanın kenarına oturmuşlardı. Kız başını adamın omzuna yaslamış adam ise kolunu kızın beline dolamıştı. Adamın sormak istedikleri, kızın söylemek istedikleri olmasına rağmen konuşmadılar. Adam kıza köprüye neden gittiğini sormadı, kız ise hayattan neden kaçmak istediğini açıklamadı. Öyle bir yerdeydiler ki geçmişin anlamı yoktu artık. Yıkılmış bir şehrin içinde gökyüzüne baktılar. İleriye bakmak ikisi için de anlamlıydı artık. Gelecek onları çağırıyordu.

Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra evlendiler. Düğünleri olmadı hiç, kimse düğünde oynamadı. Büyükçe bir pasta da kesmediler ama bunlara gerek yoktu. Kendilerine yaşanabilir bir ev buldular ve beraber yaşamaya başladılar. Daha sonra bir kızları oldu. İsmini "Güneş" koydular. Ondan birkaç sene sonra ikiz oğulları oldu. Onların adlarını da "Dolunay ve Günbatımı koydular. Çocuklar büyüdükçe hayatları daha fazla anlam kazanmaya başladı. Yıkılmış bir şehrin içinde yeni bir hayat başlıyordu.

Onlar farkında değildi aslında olanların ama dünyanın sonunda yaşamın devam etmesi için seçilmişlerdi. İkisi de bunun farkında değildi ama Milyarlarca insanın arasından onlar yaşamı devam ettirmek ile sorumluydu. Bir aile daha vardı o şehrin diğer tarafında. İleride bir gün karşılaşacaklardı ve çocuklarını da evlendireceklerdi. Bu şekilde nüfus geçen zaman ile birlikte artmaya devam edecekti.

"Dünyanın sonu" demişti yaşlı adamın gerçek olmayan görüntüsü ancak her son yeni bir başlangıçtı ve yeni bir dünya doğruyordu yıkılmış bir şehrin içinde. Hayat aslında ihtimalsizliklerin ihtimallere dönüşmesinin toplamından ibaretti.

Tomasz Alen Koperag

0/Post a Comment/Comments