Yaşlı bir evin hatıraları


Güneşli bir Eylül gününün son perşembesiydi. Güneş batmış yerini karanlığa bırakmıştı ve bir süre zifiri bir karanlık kaplayacaktı şehri. Dolunay gökyüzünden kaybolacak, yıldızlar bir anda silinecekti. O anda tüm şehirde elektrikler kesilecekti. Mumlar hiç yanmayacak sadece karanlık hâkim olacaktı. Elbette bunların hepsi o akşam olmayacaktı. Yavaşça yok olacaktı her şey. Parçalanmaya başlayacaktı gökyüzü. Bunların olmasının tek sebebinin insanların gökyüzüne bakmayı bırakması olduğu söylenirdi. İnsanlar gökyüzüne bakmayı bıraktığında hayal kurmayı da bırakırlardı ve hayallerin olmadığı bir dünya yok olmaya mahkûmdu.

O akşam şehir sessizlik içindeydi. Sessizlik insanları tedirgin olmasını sağlayıp evlerini gitmeye zorlamıştı. Şehrin bir dinlenmeye ihtiyacı vardı belki de yorulmuştu kalabalıktan. Şehirlerin de ihtiyaçları olurdu dinlenmek gibi, huzur bulmak gibi veya mutlu olmak gibi. Belki de bu yüzdendi o akşam insanları korkutması. Belki de bu sebeptendi soğuk esen bir rüzgârın acı çığlıkları. Evet, canlıydı şehirler.

Binalar da yaşardı. Onlarda hissederdi, bilirdi. Bir bina içinde yaşanan tüm olayları saklardı üzerinde. Bir evin her yanı hatıralarla doluydu. O evde kim yaşamışsa bir iz bırakırdı kendinden. Saklardı onları evler, sonra biriktirirdi. Daha sonra kendi aralarında yaşananları paylaşırlardı. Yaşlı bir ev o kadar fazla şey görmüş olurdu ki gördüklerini anlatabilse roman yazılırdı onlardan.

Şehrin çok işlek olmayan bir caddesindeydi o apartman ve o apartmanın sokağa bakmayan tarafındaydı ev. Uzun yıllardan beri vardı o ve hep kaydediyordu yaşananları. Defalarca kez boyanmış, ahşapları değiştirilmiş, kısaca yeniden yapılmıştı. Ancak bütün bunlar evdeki yaşanmışlıkları silmeye yetmemişti. Ev yaşanmış her şeyi saklardı içinde.

O bina ilk yapıldığı zaman genç bir aile satın almıştı onu. Yıllarca onlar yaşamıştı. Fazla paraları yoktu ama mutluydular yine. Birbirlerine sevgi ile bakıyorlardı. Zaman geçtikçe bir tane erkek çocukları oldu. Ona dedesinin ismini verdiler. Daha bir kız ve en sonunda bir erkek çocukları oldu. Ev iki odalıydı ve onlara yetmemeye başlamıştı. Bu sebeple sattılar onu. Hüzünlü bir ayrılıkları vardı ama. Onlar evi seviyorlardı evde onları.

Onlar gittikten sonra orta yaşlı bir adam satın aldı evi. Duvardaki çocukların boylarını gösteren çizgiler yeni bir boya ile birlikte silindi ama ev unutmadı onları. En büyük çocuk on bir yaşına girmişti mesela. Hatırlardı ev her şeyi; evde yaşanan tüm kavgaları, bütün mutlulukları. Evin yeni sahibi orta yaşlarda bir erkekti. Mutsuz birisiydi ama. Akşamları eve gelir ve kitap okurdu. Başka hiçbir şey yapmazdı o. Hiçbir şey yapmak istemezdi. O kadar yoğun bir hüznü vardı ki kokusu evin duvarlarında yıllarca çıkmayacaktı. Hiç ağlamazdı ama yerler ıslanırdı hep. Yapayalnızdı o. Evde birkaç yıl kalmış ve hiç misafiri olmamıştı. Telefonu hiçbir zaman çalmamıştı. Kimsesi yoktu sanki.

O yalnız adamda da ayrıldı evden. Çocukları olmayan orta yaşlı bir çift satın aldı. Tekrar boyandı ev, mutfak dolapları değiştirildi. Ancak evin içinde yaşamış çocukların izleri hiçbir zaman kaybolmadı. Onlar bunu bilmese de rahatsız etti yaşanmışlıklar. Çocukları olmuyordu ve göremedikleri hatıraların izleri onlara ağır geliyordu. Bu sebeple yeni yapılan bir eve taşındılar. Duvarlar onların üzerinde baskı kuruyordu.

O aile gittikleri sırada evin yakınlarına bir üniversite açılmıştı. Evin sonraki sahibi sürekli kiraladı onu öğrencilere. Her sene başka insanlar geldi. Önce 3 tane kız daha sonra 2 erkek. Bir tane kız tek başına yaşadı orada. Yanında kimseyi istemiyordu. Okulu da sevmiyordu, hiç arkadaşı yoktu. Derslerinde başarılı değildi. Bir dönem yaşamaktan sıkılıp başka şeyler düşündü ama vazgeçti hepsinden. Bir süre boyunca psikoloğa gitti. Kendini daha iyi hissettiğinde taşınmak istedi sonra. Oysa ev onu çok sevmişti. Hele canı çok sıkkın olduğunda duvarlarla konuşurdu. Ev çok mutlu olurdu bundan. Bazen duvarlara sarılırdı. Çok sevmişti ev onu. Yapabilseydi ona gitme derdi.

O kızdan sonra birçok kişi yaşadı evin içinde ancak hiçbirisi onun kadar mutlu etmedi evi. Hele sürekli kavga eden bir çift vardı. Erkek hem karısını hem de ufak çocuğunu dövüyordu. Nefret etmişti ev ondan. Erkek evde tek başınayken çıkan yangın da bu sebeptendi. Bir miktar yanıp hastanede kaldıktan sonra evden ayrılmışlardı. En azından erkek karısını ve çocuğunu dövmekten vazgeçmişti. En kötü gününde yanında sadece karısı vardı. Bunu bilmek ağır bir ders olmuştu ona. Ev o dersi vermiş olmaktan mutlu olsa da kendisi de oldukça büyük zarar görmüştü.

Daha sonra aldığı tüm hasarlar tamir edildi. Kendini daha yeni hissediyordu. Bu sebepten dolayı daha umutluydu. Bir sonraki kiracı genç bir erkekti. Yalnızdı o da. Evinde oturup, film izleyip yazı yazıyordu. Yazardı o, bazen geceler boyunca yazardı durmadan. Bazen yemek yemeyi bile unuturdu. Böyle zamanlarda ev üzülürdü. Hatta ev onun için çok üzülürdü. Mutsuzdu hep, umutsuzdu. Sağlığı iyi değildi. Her günü bir mücadeleydi. Hep mutluluğu arıyor, aşkı cümlelerinde yaşıyordu. Ancak evin onun için yapabilecek hiçbir şeyi yoktu. Bazen muslukları bozardı uğraşacak bir şeyleri olsun diye. Bazen geceleri müzik setini açıp güzel bir müzik çalardı güzel rüyalar görsün diye.

Ne yazdığından bağımsız yazarken sol yumruğunu sıkardı hep. Bazen koltukları yumruklardı. Canının yandığı çok beliydi ama ev çaresizdi. O kadar düşünceliydi ki bazen nefes almayı unuturdu. Bazen kütüphaneden onun seveceği bir kitap düşürüp okumasını sağlardı. Küçük gülümsemeler olurdu okurken. Ev en çok o anları severdi. O gittiği zaman da çok üzülmüştü. Mutlu kahkahaları özlemişti. O adamın neler yapacağını hangi gölgeye saklanacağını bilmiyordu. Onun kadar yorgun birisini hiç görmemişti ama

Adam gittikten kısa bir süre sonra siyah saçlı bir kız gelmişti. O da mutsuzdu ama. İnsanların neden bu kadar mutsuz olduklarını anlamıyordu. Kız şehri sevmiyor bazen kaçıp gitmek istiyordu. Kimsesiz bir ada olsa mesela orada yaşayabilirdi. Güzeldi o, hatta fazlasıyla güzeldi. Yürürken ayak parmakları yere değmezdi sanki. Saçlarını tararken kelimeler dökülürdü saçlarından. Ev onların hepsini okurdu ve onun yalnızlığının büyüklüğüne şaşırırdı.

Bir efsaneye göre kaybolan yıldızlar onun gözlerinde saklanırdı. Başka bir efsaneye göre ise onun tek bir gülümsemesi ile çiçekler açardı. O evin şimdiye kadar gördüğü en güzel insandı. Hatta ev ondan hiçbir zaman ayrılmak istemedi. Ondan önceki adam sanki yazılarında sanki hep kızı anlatmıştı. Onun gözlerine methiyeler dizerken aslında gözlerinin renginden. Sanki kız adamın yazılarından çıkmış gibiydi. Evde kaldığı süre boyunca kaç kitap yazdığını bilmiyordu ama bildiği tek bir şey vardı yazılan her cümle kız içindi. Aslında o ikisinin yolları bir şekilde kesişmesi gerekiyordu.

Onlar karşılaşırlarsa eğer ikisi de mutlu olabilirdi. Farklı yollarda yürüyüp aynı yere ulaşmayı bekleyen iki kişiydi onlar. Bir şekilde yolları kesişmeliydi. Eğer onlar karşılaşamazlarsa aşkın ağlayacağını çok iyi biliyordu. Onları birleştirmenin bir yolu olmalıydı. Aslında vaktinde adamın hikâyelerinden birkaçını hatıra olsun diye saklamıştı bir köşesinde. Belki kız onları okursa, onlarda kendini görürse adamı araştırıp bulabilirdi. Adam da hikâyelerinin eksik olduğunu fark ederse eve gelip onları almak isterdi ve tanışırlardı.

Oldukça iddialı bir plan yapmıştı ev. Ancak gerçekleşme ihtimali biraz düşüktü. Önce kızın yazıları bulması gerekiyordu. Kız yazıları bulup okuduğunda ağlamaya başlamıştı. Aynaya bakıp kendini görmüş gibiydi sanki. Öyle cümleler vardı ki başka kimse öyle hissettiğini bilmiyordu. Hikâyelerin altına yazan ismi internette aratıp adamın başka yazılarına ulaştı. Bir süre boyunca yazdığı her yazıyı okudu ama mesaj atıp atmama konusunda kararsızdı. “Seni beklemekten asla vazgeçmeyeceğim” yazıyordu bir yazısında. Başka bir yazısı “Kim olduğunu bilmiyorum veya canının neden yandığını. Nereden gelip nereye gittiğin konusunda hiç bir fikrim yok. Sadece canının yandığını biliyor ve bunun olmasını istemiyorum. Kendini yalnız hissetmemen için yazıyorum bunları. Sonuçta senin için yapabileceğim yok. Belki bu satırlar sana yazılmış diye yalnızlığın azalabilir. Belki bu satırları okuduktan sonra toparlamaya başlarsın kendini. Unutma sen çok önemlisin ve ben üzülmeni istemiyorum” paragrafı ile bitiyordu.

Daha fazla beklemek istemedi. Ona bir mesaj atmak istese ne yazacağını bilmiyordu. En güzeli hikâyelerinin onda kaldığını söylemekti. Yazılarını çok beğendiğini de eklerdi. Belki tanır, onu nasıl anlattığını öğrenirdi. Düşüncelerini içeren kısa bir mesaj attı adama. Cevap geldi ve konuşmaya başladılar. Tahmin ettiği gibi birisiydi. Zaman geçtikten sonra adam “o hikâyeler senin. Belki de ben hep seni anlatmışımdır bilmiyorum” dedi. Kız kabul etmek istemediğini söyledi adam ise “hep seni yazmış gibi hissediyorum” diyerek cevapladı.

Ev ise onların konuşmalarından çok memnundu. Onların daha fazla konuşmaları, birlikte yaşamaları, beraber olmaları gerekiyordu. İkiye bölünmüş bir elmanın parçaları gibiydiler. İkisi de farklı şekillerde yıpranmışlardı ama sonuçta aynı bütünün parçalarıydılar.

Ve aşk bazen hayatın kurallarını unutmak ve hepsini yeni baştan yazmaktı. 

Not: Yağmurlu bir Eylül akşamında saçları hüzün kokan birisine ithafen
  

0/Post a Comment/Comments